“DRAMATİK BULUNTULAR” ADLI ROMANDA ADI SIKÇA GEÇEN BİR KASABAherkes nereye gidiyor böyle düşüncelerini o çok çocuklu bahçelerde bırakıp kederlerini yıpranmış valizlere yükleyip herkes böyle hiçbir yere doğru, hızlıca ve telaşla kendini yanına almadan kelimelerin taştan olduğu yere doğru “iyileşmek istiyorsan hayal kurmayı öğrenmelisin” diye yazıyordu bir kitapta ben de öyle yaptım, az kalsın iyileşiyordum en çok seni hayal ettim daha çok iyileşmek için insanın gözü doymuyor iyileştikçe hep daha çok iyileşmek istiyor bir gün sıkılıp çıktın bu konforlu hayalden yıllar önce kapanmış eski bir fabrikanın çatısına kondun kasabayı görebiliyordun oradan bakınca Göçmen Kuşlar Kasabası (Dramatik Buluntular adlı romanda adı sıkça geçiyordu) tam ortasındaki tenha tren istasyonuna takıldı gözlerin öylece donup kaldın, anlattıklarımdan biliyordun orayı orada anlam sonsuz sayıdadır çocuklar da öyle zihnin çırpındı, sustun, üşüdün, titredin sonra parmakların yandı heyecandan hani avucunun içi gibi biliyordun sen bu yalnızlığı! fotoğraf makineni düşürdün elinden ışık değiştiren ağaçlar son anda tutup getirdiler sana çiçek yüklü trenler geçerdi bu istasyondan trene koşardı hüzünlü bahçelerin çocukları her yer koku düşü olurdu fazla yer kaplamazdı gerçeklik üstelik gerçekliğin daha yaşı kaçtı ki solmuş çiçekler atarlardı tren camlarından düşen her çiçek o çocukların yüzlerinde ölmüş sözcüklere dönüşürdü bazen de asker yüklü olurdu o detone trenler onlar da eğlence olsun diye sigara paketleri atarlardı trenle koşan çocuklara kimisi Bafra, kimisi Bitlis, kimisi de Birinci götürüp babama verirdim tutabildiklerimi “afffferin Mete” derdi babam “f” harfini uzatarak harçlığımın doğuş senfonisiydi bu Bakkal İsmail vardı bir de mahallemizin burjuvası burjuvaziye eşdeğerdi dükkân sahibi olmak o günlerde sokağın en görkemli yerindeydi dükkânı ah nasıl da düşsel bir görüntüydü ahşap tezgâhta duran ve içinden artist resimlerinin çıktığı nohut tozu ve lokum Bakkal İsmail harçlıkların ölünce gittiği yerdi geçen yüzyıl bin yıl geçti aradan, bin yıl ah zaman, seni gidi şanslı tanrı! ah zaman, tinsel yolla bulaşan hastalık yatağa düşürdü belleğimi ben’liğimi eritip eritip tenime damlatıyorum iyileşir gibi oluyorum ama iyileşmiyorum kasten iyileşmiyorum, ironistim ben çıkamayacağım yolculukların resmini yapıyorum ama herkes gitmeye devam ediyor hâlâ kendiyken “diğerleri” olmaya doğru anılarını o çok çocuklu bahçelerde bırakıp bedenlerini fermuarı bozuk valizlere yükleyip kelimelerin sesten ibaret olduğu yere doğru biz kalmaya karar veriyoruz burada; Zeyno ve ben ben biliyorum, Zeyno da biliyor: kim nereye giderse gitsin kim nereye kaçarsa kaçsın eninde sonunda kendine toslar insan |
güzeldi,,