Kaburgası kırık şiir
Uzun ve kayıtsızdı bakışların.
Burnunda yabancısı olduğun duygulardan bir sızı. Omuzlarının çöktüğünü görürdüm sık sık. Zamanda yorulmuştun, her halinden belliydi. Kuş kadar yüreğimde seni uzun uzun dinlendirirdim. Hiç bilmezdin. Zamanının devleriyle güreşirdin. Güçlü değildin. Korkardın, korkaktın. Cesaretin varsa da saklardın. Sonra bana da öğrettin. İşaret parmağınla öğrettiklerini hiç mi hiç unutmadım. Nasıl unuturum! Şehriyeli bulgur pilavı yapmayı da öğretmiştin. Boyları aynıysa ve pembeye çalmışsa tatsız varlıkları, mutlu olurdun. Sırf sen mutlu ol diye erken büyürdüm. Bazen de bir başkası olurdum beceriksizce. İşitip duymazdan gelmelerim de bundandı, korktuğumda taş kesmem de… Bir kırmızı kazak gibiydim biraz. Bayramda aldığın… Güneşten rengi solmuş, pazarcının elinde fazladan kalmış o kırmızı kazak gibi. Bir şeyleri örtmek için, vitaminsiz tırnaklarımla hayatındaydım. Örtebildim mi çaresizliğini bilmem ama çok uğraştım. Eksiktim, bilirdim, o vakitler kimsenin kimsenin istediği gibi olmayacağını bilmediğim kadar çok hem de! Gözlerine yaşlar düşerdi sık sık. Fark ettim ki, “bazen” sözcüğü yok anılarımda. Bazen şöyle, bazen böyle… yok! Sık sık, her zaman, çokluklalarla yaşardık tüm hüzünleri. Güzel şeylerse uğramazdı sokağımızın sonundaki iki katlı üç numaraya. Şairlerin şiirlerinde anlattığı devler ve kara gözlü zalimlerin ülkesiydi üç numara. Karıncaların öldürüldüğü, kaplumbağaların ters çevirildiği, serçe yuvalarının talan edildiği… Uzaktan, bizim olmayan başka başka cennetlerin yüzü yürürdü. Ayak sesleri, ancak pencereden sarkınca duyulurdu. Duvarlarımız öyle kalın, öyle kalındı ki tüm karanlıkları içine hapsederdi. Kusursuzca örterdi. Kışın yalın ayaklarımızı örterdi. Traşsız delikanlı yüzlerini örterdi. Korkularımızı bir bir örterdi. Taş ustası, duvar ustası, kalıpçıydın… Her kış bir inşaat yükselirdi göğüs kafesinden. Özene bezene çimentosunu döker, gönül rızasıyla hamallık ederdin. Etrafında umarsızca sekerdim. Ne zaman ağaçlar çiçek açsa, ne zaman güneş gökteki evine varsa, meyveler tomurcuklansa, yüzün düşerdi. Demiri, çimentosu eksik odaların bir bir sokağa dökülürdü. Kanayan parmak uçlarınla toplardın. Pılını pırtını toplayıp bir dağın yamacına taşınırdın. Bizi de taşırdın. Ardında hiç bırakmamıştın. Sen doldukça, biz dolardık. Sen güldükçe, biz yorulurduk. Kaburgası kırık gülüşlerin de beceriksizdi. Öyle beceriksizdi ki, bizim de kaburgamızı kırardın. Kimsesizdin. Kırık kaburgamızı işaret parmağınla onarmaya çalıştığın kadar kimsesiz… Bir şeylerin tam olma suçluluğunu taşıyamazdık. Bu yüzden ne zaman gülecek olsak, telaşlanırdık. Uğursuzluklar bir bir kapıya dizilecek, Çocuklar altına işeyecek, Dünya tersine dönecek, Devler evimizi talan edecek diye, telaşlanırdık. Hiç de yanılmazdık... Telaşlı sabahlar, her defasında telaşlı öğlenler getirir, telaşlı gecelerin sonunda, telaşlı yataklarda uzanırdık. Bir akrebin iğnesi, kalın duvarların örttüğü soğuk ayaklarımızdan tırmanır, sinsice dokunurdu çıplak baldırımıza. Kahvaltımızda doyamadığımız yoğurttan çalardık acıyan yanımıza. *** Uzun yıllar oldu. Toprak damın belki çınlamaz kulakları. Çoktan evlerine dönmüştür devler. Hala yapıyor musun bilmiyorum ama naftalin kokusunu da özledim. Ama sen, ama sen anne, sen… Tespih taneleri gibi dizildin boğazıma. Kent soyluların kalabalıklarına karıştın hüzünlü anılarımla. Anlatamadığım hiç bir şey kalmadı. Göğsümde saklıyorum istemesem de mirasını. Kızacaksın biliyorum, ama hala bulamıyorum çoraplarımı. |