SAY Kİ UTANDIM, ANLATMADIM!
Sana onca şeyi nasıl anlatayım.
Gelip giden, gidip dönmeyen onca şeyi. Kötülüğü, insanı… Nasıl anlatayım yüreğimin kaçıklığını. Tutup yoksulluktan da söz edemem. Ağacın kuruyan dalını, az evvel ölen atın tayını, küsmüş derenin yatağını. Bayram sabahlarında gözleri ıslak çocukları, kapısı aralanmayan ihtiyarları… İnsanın dışına değil içine nasıl çürüdüğünü, mevsimlerin bile zamanını şaşırdığını. Dünyanın bir zamanların dünyası olmadığını… Bunları bir bir, bir bir nasıl anlatayım. Şimdi eylülün ayrılığı var dizelerimde. Hızla akıp giden güzün hüznü dökülüyor saçlarıma. Eylül’ü ölümsüz kılacağıma dair sözüm olmasaydı, ve uğramasaydı ellerim eylülün hüzün soğuğuna, özlemin mütemadiyen düşmeseydi soluğuma, Yoksunluğu anlatan bu sözcükleri dizmeyecektim ardı sıra. Ama şimdi içimde bir yerlerde bir şeyler titriyor masumca. Ağustosta topladığım kar taneleri, mora kesiyor vitaminsiz tırnaklarımı. Onca olanaksızlık içinde insan olmanın yolundan geçiyorum sevgilim. Kaburgamın, omurgam ve zihnimin yorulduğu bu yolculukta, yüreğime sardığım atkılar bağlıyor beni hayata. Bir hörgüçten düşmüş gibiyim, sendeliyorum, anla. Son zamanlarda retinamı zorlayan aydınlıklara maruz kalıyorum. İnsani utançlarımı bir bir ak sayfalara yazarken, kelam utanıyor, kalem! Utancını görmezden gelirken kalemimin, siyahın kendini en güzel akta gösterdiğini ayrımsıyorum. Kanadı kırılmış güvercinlerin, gökten bir bir süzülüşlerine tanıklık ediyorum gündüz düşlerimde. Amansız bir çaresizlik dökülüyor başımdan aşağı, ayak uçlarıma. Oysa ben, aynı güvercinin kanadından, kendimi ve seni sevmenin azizliğini tanımlayacaktım daha. Hayatı ve insanları… Aynı insanların göğe havalanışını, gökten alçalışını… Tüylerindeki kronik hastalıkları dert edinecektim tıp dalında. Yoksul bir çocuğun, annesinden aşırdığı güvercin yavrusunu salacaktım göğe. Şimdi kanadı kırık güvercinler mezarlığı dünya. Bütün pencerelerin önünde küflenmiş ekmek kırıkları. Asırlardır kötü kalpli adamlar kazıyor körpelerin mezarını. Birkaç kelebek kaldırımlara çarpıp katlediyor canını. Dünya böyle bir yer sevgilim. Gelip giden, gidip dönmeyen onca şeyin, kötülüğün ve insanın dünyası… Kezzap dökülmüş ciğerlerin gün gün arttığı bir baş ağrısı. Neresinden başlasam da anlatabilsem bayram sabahlarının hayalkırıklığını. Yamacı boş kalan yün yastıkları, altı yarılmış tokalı, siyah ayakkabıları. Aynı ayakkabıların bir çocuğun ayaklarını ne kadar üşüttüğünü ve aynı çocuğun yamalı çorabından duyduğu utancı, nasıl anlatayım. Sana onca şeyi nasıl anlatayım. Pas kokan bir vagona sığdırsam tüm kötülükleri. Dönüşü olmayan raylar üzerinde uğurlasam. Elimde avucumda ne kalır tanımlayacağım? Parmağımı uzatıp oralara, “şu, şu, şu” diyeceğim... Hadi diyelim kesilmedi ağaçların dalları. Diyelim vurulmadı o kısrak. Kurumadı hiçbir derenin yatağı. Yoksulluk hiç yoktu, olmadı. Hiçbir çocuk ağlamadı, Bir tek güvercinin kırılmadı kanadı. Bunca yalanı gözünün içine bakarak nasıl söyleyeceğim? İçimdeki yoksul çocuğu görmezden nasıl geleceğim. Kendime ihanet eden biri olmadım hiç sevgilim. Sana anlatacağım bir dünya kalmadı dışarıda. Şiirlerden başlıyor insanlar sancımaya. Tarihten bu güne ağlıyor tüm yavruların anaları. Tarihten bu güne ölüyor çocuklar. Tarihten bu güne günaha batıp batıp çıkıyor insanlar. Tanrıya ihanetten aforoz ediliyor koca koca adamlar. Ne gülünecek ne yaşanacak yer artık dünya. Bir yaşayan mezarlığı, bir ayyaş ıslığı... Kimsesiz kalmış ev, sönmüş binlerce baca... Üzgünüm sevgilim. Sözcüklerimin anlamını yitirdiği yerde, say ki utandım da yazamadım sana onca şeyi. |
dünya düzen, dün ve bu gün,
günü kurgulayanlar ve mağdurları
kasınlar ve çocuklardan başlayarak
ve o " sevgili" asıl soru
bunca insani yüreği böyle bomboş bırakırken
ve sanki Nazım'dan usta
" kabahatin çoğu" hiç yakışmadı inan bu dizler sahibine....
ne de güzeldi.
eyvallah.