Hiç sormadan
Uyudu mu bu gecede gözlerinde bir ölü
Kaçına bastı avuçlarında cam kesiği bir yara Sokak aralarında salınan bir türkü Ağzı şarap kokan bir denizden çıkmış gibi Kavga eden yıldızlardan geceye en büyük ne kaldı Uykusuz gözlerin kadar büyük bir ay… Taşlara basan ayaklarına sarılı deniz Üşüyen bir kayıkçının hayalleri gibi sığ Ve dağlara uzanan bulutlar kadar özgür Şapkasını çıkartıyor bir volkan Kızıl güneş yanığı bir sabah alevi gibi Esaretten çıkıyor sanki çizdiği duvarları Karalar gibi… Adımların cılız sokak lambalarını titretirken Köşe başlarına sinmiş sarhoş bir yalnızlık Düşen böceklerden arta kalan sarsıntılar Gözlerine üşüşen bir pusulanın sabırsızlığı Giderken bakışmalar uçuşan kelebeklere Sabırsızca heyecanına yenik bir su damlası Sığınıyor üzerine toprak kokuyorsun diye… İstasyon seslerinden cılız bir elveda Kulaklarından kalkan uzun süreli bir ses Dağların arasından geçecek kızgın bir demir Ellerin açılacak bir pencere gibi dışarıya Telgraf tellerinden koşan sevgiler var Üstünde hayatı ayırmış vagon vagon Acıları yakıyor bu demir adam Ateşli bir hastalık gibi… Akşamları sesler çınlıyor Zaman su testisinden boşalır gibi avuçlara Bir kirpik kıvamında gözyaşı gözlerime Uzanan dağların yamaçlarında hani belki Bulmuştur mecnun sevdiğini Bir ağaç gölgesine düşen bir meyve gibi Ayrılık çatlatıyor kuruyan dudaklarımı Ayırır gibi kavuşmuş bir kitap sayfasını Ayırıyor gönül seni bir daha sabaha… Kapanırken ışıklar sanki ölüyor bu taş binalar İçi çiçek kokan yahut deniz soluyor insan Yıldızlar gibi ateş almış barutlar gökyüzünde Sokak başlarında hırsız bir lamba gözleri açık Baykuşların çığlıklarında suskun bir yol Karma karışık bir oyun gibi sana geliyor Bütün eller… Gün çırılçıplak bir ölü gibi uzanıp gökyüzüne Kayıp çocukların adımları gibi topluyor bulutları Hırçın dalgaların aralarındaki susan tekneler Çıngıraklı bir yılan gibi siren seslerine boğulmuş Bir makası birleştir gibi şimdi kuşlar şarkılar Ayrılıklar bir çapa gibi derine batıyor… Sigara dumanı sarhoş bir ressam gibi Bir akşam üzeri bulutları boyuyor sapsarı Mektupları birleştiren bir kalem kadar uzaksın Mektuplar susturuyor insanı baktıkça Sonbahar gibi yanan resimler düşüyor yerlere Sapsarı bir güneş ışığı gibi tutuşunca ellerimiz Kirlenmişçesine ağlıyor bulutlar Duvarlarda sensizlik bir akşam yada sabah Gittiğin günün izleri hala sızılarımın arasında... Avuçlarım küçük bir çocuk gibi titrek ayazda Yürümek ayyaş bir çizgide çarparak sana Denizler pencere kenarlarında pusuda Ağaçlar resimlerin kök saldığı bir çerçeve Ayaklarım sonuna kadar batan bir çivi gibi Ayrılmış bir pul gibi avuçlarım izi çukurlaşmış Kaç siren sesine tüketildi bacalarda dumanlar Kaç demirden bir avuç gibi gemilere ışıklar Sana kaç ormanlık mektup sığdı incecik zarflara… Çok karmaşık sabahlara karışıyor zaman Öyle oturmakla konuşmuyor susuyor dağlar Bir sapan gibi iki dağ arasına gerilen bulutlar Bir haber uçurur gibi kanatlanmış kuşlar Bir açıklı ezgiden giren şarkı gibi gemiler Yanaşıyor usulca yeniden Seni getirmiş gibi tütüyor dumanı Yine o kara haberlerin müjdecisi Örtüyor resimlerin üzerini Hiç sormadan… Hani gece uyurdu bu son dalga deniz Sen git uzaklara bensiz Yarım kalır bu idam bu ipler ucu asılı Kırılır kollarım Her mevsim sonbahar ve dökülen hayaller Dudaklarıma sıkıştırılmış Küçük bir gazoz kapağı Oysa içip sarhoş gibi koşuyorsun içimde Bir sokak bir mahalle arası Sönen köşe başı kaçışlarım İğne deliğine tutturulmuş bir göz gibi Ucu kesik ayakkabılarım üşüyor Kapalı kapılar ardında ayrılıyor bedenden gölgeler Bir çıkmaz sokağa çıkmaktayım oysa Mutluluk denen bakışlarım renkliydi eskiden //Se |