salahlı bir sabahtı gece
.
tutkuları özgürdü gecenin alacakaranlık sessizliği bozarken orman baykuşları zirvede sık ağaçlar soluyordu laneti çalılıkların attığı kara çığlıkların arasında nehirlerin elleri tırnaklarken toprağı ilk kan dökülmüş ve yoktu dönüşü ki pişmanlık- affı kabulsüzdü ertelenmiş rüzgârın teninde ateş tuzağı geceye kan kusuyordu kuruyan dil… pusuda canavarlar taze sesleri beklerken sancı çekiyordu doğurganlar titretirken kurtların uğultusu göğü dişlerinin silueti yansıdı dolunaya yaşarken çürüyen tenler dolaşırken mezar taşlarında ölümün efendisini selamlıyordu kafatasları seslerinizi –kokunuzu saklama gücünüz yokken beklemediğiniz bir anda gördüğünüzde gerçekle dişlerinizin sıradan olduğunu anlayacaksınız büyüklüğünüz ile gurur duyamayacaksınız asılı kalırken cinnet sınır mandalında “kan yaşamdır” ölüydüm acı çektiğimi hissedecek kadar kan damlıyordu gözlerimden usulca ve rengârenk bakıyordu vücudumdaki çukurlara yerleşmiş çürükler yapayalnız kalmış çatışmanın ortasında düğümü çözemezken kimliksiz fısıltılar büyüdükçe sözler boğuldu gerçekler sonsuz, çekici ve belirsiz yolculuktu dişlerimdeki ölümsüzlük dilimde acı veren zehrin tadı ve kalbimde kaçamadığım sen bekliyorken beni başıboş bir cennette dudaklarının soluğu çözüyor aşk bilinmezliğinde tarifsizliğin ötesinde gecelere doğuyoruz göbek bağımızdan hikâyesini bizim bildiğimiz yıldızlara dokunuyoruz parmak uçlarımızla ve ağrılı bir gökyüzü silkeleniyor sabaha ağararak |