2
Yorum
0
Beğeni
5,0
Puan
2641
Okunma
Tarih otuz araIık bin dokuz yüz seksen sekiz
mevsimlerden kara kış
hayatımın sanki başladığı an
dilim dostu zikretmekte
yüreğimde heyecan
şimdi;
hanemde bayram havası var
vuslat bulutlar ardında saklı.
açılmıştı bu kez önümde...
umutsuzluğun paslı kapısı
ağır ağır girince bedenim
kasvetli beton kafese
derin bir ohhh çektim o an
kaldım nefes nefese.
Daha sağlam basmaktaydı yere ayaklarım
gözlerimde görülmeye değer
ıslak nemli ışıltılar
ve ben,
ellerimin arasında hissediyordum
sıcaklığını ve kokusunu ekmeğin
uzunca bir aradan sonra tekrar
onun için değilmiydi ki
bunca koşuşturmaca ve telaş
gece gündüz demeden
baş açık yalın ayak
neyse feleğin çarkı döndü bu kez
bizleride içine alarak.
İçimde sevinç,hafif tebessüm
elimde atanma yazısı
kara günler bitti diyordum artık
hey gidi günler hey,
kalmadı yarınımın
ne olacak kaygısı
ayaklarım kazanmıştı zaferi
yollarda aşındıramayacaktı papuclarımı
boş ellede dönmeyecektim ya yuvaya
bir avuç şeker ve göz yaşıyla
ilk kez evde kucakladım
ağlayarak çocuklarımı.
Attığım ikinci imzaydı bu
itirazı olan varmı diye
şahitlere sorulmadan
Allah’ın bana bahşettiği nimet
yılın son gününe rastladı
gördünmü bak gönül
Ahmet ile tuttuğum o ilk nöbet.
Ana malta yüz adım,adım adım sayılır
duvarlar kalın perde
yusufiye diyorlar burada adına
tesbih tesbih ya sabır çekilir.
Zaman geçmiyor durmuş
saatler yerinde çakılı
umutlar ekiliyordu voltalarda
duman duman cigaraya sarılı
yirmi dört saatte rutin işler
sekiz saatte bir sayım
bir sürgü sesinde yıkılır düşler
ya şebeke kapısında nöbette
ya da B/bloktayım.
Oysa geçiyordu yıllarım
ard arda farkında olmadan
kokusu sinmşti üstüme
rutubetli basık damın
yüzler aynı işler aynı hal aynı
tığ işlemekten elleri,
nasır tutmuştu adamın
her ilmekte bin kez ölür
bin kez dirilir burada umutlar
yarınlardan haber verir
yarınlara kanat çırpar
kırlangıç ve martılar.
Siyah renk hakimdir burada
karanın her tonunu görmek mümkün
çiçekler filiz vermez
koklanır hasret,koklanır hüzün
bura ökseye tutulmuş canlar yatağı
bura aslanın kediye boğdurulduğu yer
vebal ve günahların dolu sığınağı
bura insanın diri diri
toprağa gömüldüğü yer.
Koridorun ilk başı subyanların
tepeden tırnağa bilmeden
batağa gömülen çocukların
akranları oyun oynarken sokaklarda
masumiyetleri yüzlerinden okunur,
okunur çocukların
sığmaz içi içine insanın
kapı önünde herkes pür dikkat kesilir
sancılı geçer görüş günleri
ağlamaklı bir çift gözün
heyecandan tir tir titriyordu elleri
Kimi anadan ayrı
kimi yardan
kimi ciğer paresinden
kimi candan
kimi öfkesine mağlup
kader kurbanı
kimi kimsesizliği yaşarda ondan
dedim ya dert küpüdür ona sorarsan eğer
hele bir dokunda gör bin ahhh işitirsin
katran gibi bir yudum çay dibinde
nice serap nice düşler görürsün.
Mahkeme günleri ayrı hengame
ortalıkta gerginlik bir endişe
hakimin dudakları arasında,
gider gider gelir insan
hüküm ya sevinç ya hüzne gebe
geceler;
sanki yedi boğumlu akrep
dar kurulur orta yerine odanın
her nefeste bir yafta asılır boynuna
yirmisinde cinayetten hüküm giyen adamın.
Yirmisinde gencecik bir beden
yıllar yılı intikam ile sulandı kin
insanın bakmaya bile kıyamadığı göz
şuursuzca çekilen tetik
yetim kalan iki yavru,
ve ocağa düşer köz
bir diğeri ellisinde Celal
öz kızını boğarak öldürmekten hükümlü
istermi bir baba evladının kötülüğünü
ama yazgı bu yazılmış en karasından
kader örmüş ağlarını ilmek ilmek
bir daha asla, hiç açılamayacakcasından
Halil İbrahim
anne katili bir çocuk,
körpecik bir kuzu
daha on yedi yaşından aşağı
kırılasıca hain eller,defalarca saplamıştı
annesine bıçağı
ya Cemal, eşinden ayrı uzakta
çocukların hem ana,
hem baba rolü onun
cinnet kol gezerken eşikte
Kara bulutlar çökmüştü çoktan
gedikteki evine
satırla başlayıp satırla biten,
acı sonun ardından gelen dört ölüm
canından can gider Cemal’in
giden cansa yine onun.
Dedim ya burası ayrı bir dünya
güneş doğsa bile taaa tepelerden
girse keder dolu daracık odaya
dökülür o an bir hasretlik türküsü dillerden
yayılır dalga dalga beton ovaya
anadan ayrı
babadan ayrı
birde yardan ayrı düştüm
hepsinden acı oyyy
hepsinden acı.
Tam beş yıl geçmişti aradan
acısıyla tatlısıyla
bin sekiz yüz yirmi beş gün
gam çökende gönüllere dağ gibi yüce
af’ın dilden dile dolaştığı gün
ve umutla beklenir bir nefeslik hece
AF!
Bir fısıltı yayılır beton ovaya
duydunuzmu?
af geliyormuş af!
haberlerde alt yazı geçti arka arkaya
bir sevinç yumağı düşer
beton damın üstüne
halaylar tutulur saf saf
Heyecanlı bir bekleyiştir bu son dönemeç
ha çıktı ha çıkacak derken af
ölesiye tutulur nefesler
bir emirle indirilir dosyalar
tozlu raflardan
oracıkta mahkemeler kurulur
hali uyan varsa,şanssa kurtulur.
Çok geçmeden geri döner gidenler
göçmen kuş misali kardaş yuvaya
bir dahamı asla tövbe diyenler
bölük bölük dizilirler
ana maltaya.
Fırtına sonrası sessizlik hüküm sürer
mapus hanenin kör duvarlarında
her karesinde ne hükümler verilip
ne kalemler kırılır
iki damla yaş süzülür gözlerden
düşer satır aralarına.
Mapus yatmak kolay değil ha bilesin
bir güne bin yıl alınır ömründen
zaman dokuz başlı ejderha
her başında bir cellat oturur
kılıç düşmez elinden
en güzel yıllarını insanın koparır
bir bir sevdiklerinden.
Çekirdekten yetme derler ya hani
mapusluk onlar için
olmazsa olmazların içinde
canı yansada gönlü razı göz kırpmaz
hep bir nam
hep bir isim peşinde,desinler.
Yürüyüşleri ele verir onları
ağır abi edasıyla salına salına
kartal kanadı gibi kollarını yana salarak
bakışları,bir kalbi durduracak kadar sert
kaşlarını çatarak
hele bir dilleri var ki akıllara zarar
ayrı bir lehçe ayrı bir lügat
o alemi bilenler bilir
dil susar,silahlar konuşur
ve sona erer ilk baharında hayat.
Saymakla bitmez daha niceleri var
kader kurbanı,arkadaş kurbanı
uyuşturucu kurbanı
ve yakıştırma adıyla damatlar
her birinin geliş sebebi ayrı
kesiştikleri tek yer koğuş
sırdaşı olan iki katlı ranzalar
artık bir yer görünür, birde gök
dağ ve deniz mazide kalan sade bir anı
bırak öfkeyi kini,sevgisiz atan kalbi sök
dost görünüpte düşüren düşmanı tanı.
Siyah renk hakimdir burada
karanın her tonunu görmek mümkün
çiçekler filiz vermez
koklanır hasret koklanır hüzün
bura ökseye tutulmuş canlar yatağı
bura aslanın kediye boğdurulduğu yer
vebal ve günahların dolu sığınağı
bura insanın diri diri toprağa gömüldüğü yer.
Ardından bizlerde derin yaralar açan
FİRAR...
kahrolası kara yıl
yedi mart bin dokuz yüz doksan yedi
yedi ocağa kor düştü
hazırdan yedi can zayi
Abidin Bayraktar,almış olduğu
cezanın ardından emekliye ayrıIdı
Mehmet Ergül,
emeklisine dört ay kala
memuriyetten men edildi
Nail Yılmaz,
dokuz yılllık memuriyetin ardından
şimdi serbest çalışıyor
Zekeriya Atlı,
dokuz yıllık memuriyetin ardından
temizlik şirketinde işçi olarak çalışıyor
Ömer Doğru,
dokuz yıllık memuriyetin ardından
işsiz,gün bulup gün kazananlardan biri
Selahattin Avan,
emeklisine bir yıl kala
daha fazIa strese dayanamayıp
kalp krizinden vefaat etti .
Şimdi; gün çile çekme günü
yaman,sahnenin baş köşesinde o
sefalet,
sofrada bulunan kuru ekmek,
kuru soğan
gördükçe onları burkulurdu içimiz
demir kapı kör duvarlar ardında
kah ağlayıp kah gülerdi kimimiz
kırarmıydık,kırmazmıydık olmadan farkında.
Sonra yaprak dökümü misali sürgün
uzaklara taaa uzaklara
hasret ve hüzün çökerdi her gün
karın geçit vermediği diyarlara
Batman’a,Kars’a Muş ile Van’a
yeni bir heyecan yeni bir telaş sarmıştı bizi
ölen ve gidenlerin yerine
otuz yedi arkadaş tastamam
başkasının üzerine mi kurulacaktı acaba
bize ödül olarak verilen makam
ve on arkadaş baş memur olarak
seçildi aramızdan.
Hüsranla noktalanmıştı
daha başlamadan bu sevinç
fazlada dert etmemiştim kendime
böylesi daha hayırlıymış demek ki
diyordum ara ara kendime
derken dünyanın bir ucundan
teselli etmeye ruhumu
bir can bir dost çıka geldi
at kuyruğu saçlarıyla,benzi soluk
çekik gözlü birisi
ne dili dilime ne dini dinime uygun
bir yüreği var ki sımsıcak
vicdan yükü altında ezilmiş biçare
bitap düşmüştü ve yorgun.
Bu gelen Singapurlu denizci Moe Myint’ti
Mersin açıklarında kazara münakaşa sonucu
arkadaşının başına vurarak
ölümüne sebebiyet vermişti
gönül isterdi ki başka şartlar altında tanışmayı
lakin kısmet bu güneymiş
on dokuz ay’ı abi kardeş
et ile tırnak gibi geçirdik on dokuz ay’ı
o kadar alışmıştık birbirimize
onda gördüm dostluğu riyasız
sanki ezelden,hele gülüşü,
kahkahayla gülüşü
gitmiyor hayalimden düşümden.
Ayrı düştüğümüz tek şey yemek kültürüydü
biz etliye türlüye kaşık çalarken
o ise haşarata böceğe
yani uçan kaçan her şeye
derken beklenen oldu
kötü haber tez ulaştı yeniden
Moe myint’in Yunanistan’a sevki
on dokuz ay sonra nihayet
yeni çıkmıştı elçilikten
vakit ayrılık vaktiydi
üzülmekten gayrı
bir şey gelmez oldu elimizden
on altı yirmi üç nöbetiydi
görüştüğümüz son gece
zaman an ve an
duvar örüyordu aramıza
aşılması imkansız
ve bendeki kekeleyerek dökülen hece
güle güle git dostum
güle güle diyerek ağlıyordum.
Bu ayrılık bir parçamı alıp götürmüştü sanki
ne ayaklarımda derman bırakmıştı gidişi,
ne kollarımda takat
feleğin sillesiydi inen o gün,
cismimde patlayan tokat
kaybolmak istiyordum gayrı
bir zaman diliminde ansızın
ne sarıp sarmalayanım olsun
istemem yaralarımı,
ne arayıpta soranım
kaf dağının ardına vurdum kendimi
yaralı kanadında yaraları kanayan
bir zümrüdü anka’nın.
Bilmediğim hal almıştı bedenim
sevinçmiydi,kedermiydi bilinmez
ruhumdaki kaynayan
gece gündüz demeden
meğer bir ilham volkanıymış
ard,arda patlayan
ve kalemimden dökülen ilk dizeler
hakkı arıyorum ile başlayan
sonra sığınacak asude bir liman bulmuştu ruhum
fırtınadan dalgalardan uzakta
ve demirledim gönlümü
sefai deryasının engin sularında
bir ney nefesinde gün doğumu
hayrullminennevm diye yükselirken
saba makamında ezanlar
şiirde buldum kendimi
Şiir ruhumun felahı olmuştu
şiir aldığım her nefes
şiir ekmeğim aşım
ocağımdaki köz
içimdeki öz
maddeye mana veren söz
ve şiir olmuştu benim her şeyim
Avcının av beklediği gibiydim pusuda
elimde kağıt kalem
kah sayfalarca yazıyordum kimi zaman
kah bir tek kelimenin başında
nöbet tutuyordum günlerce
bıkıp usanmadan
çeliğin ateşte sıyrıldığı gibi kavından
şiirle sıyrılıyordu ruhum bedenden aşk ile
şu üç günlük meşakatli dünyadan
Varmıydım yokmuydum bilinmez
bir muammaydı halim
ne güneşin şavkı vurur yüzüme
ne de ay doğardı karanlık gecelerime
bir sayha bir çığlık yırtsa sessiz geceyi
açsa gök kapılarını gayrı önüme
tane tane seçerim her heceyi
imbiklerden geçiririm süzerek
aşkına yandığındır denen büyük cümleyi
döküyordum satır satır kaleme
kalemdende dilime
Tarih 29 temmuz 1999
zaman,gecenin bir yarısı
gök yüzünü sis bürümüş
yıldızlar hayal meyal
sanki göz kırpıyor
bir tek kandil yanıyor üstümüzde
karanlık gecelerime nurdan
ve ben;
diz çökmüşüm divanında
dilimde tekbir,
yüzümde hüzün
kaynıyor yüreğimdeki volkan.
Şiir değiştirmişti büsbütün beni
en kalabalık ortamlarda bile
yalnızlığı yaşarken ben
yazarken doğuyor buluyordum kendimi
hiç tatmadığım sevdaları
yaşamadığım halleri yaşıyordum şiirle
esiri olmuştum şiirin
hapsediyordum kendimi
beyaz sayfalara yazılmış
kavuşulması imkansız
aşkların en güzeline
aşkların en yücesine.
Sonra tekrar gömülüyordum karanlığa
demir kapı kör duvarlar ardına
istemiye istemiye zoraki mecburiyetten
bir avuç mideyi doldurmaktı telaşım
yaradan böyle takdir etmişti ezelden
muhtaç olarak yaratılmıştık çünkü biz
özümüz bir damla su ile
et giydirilmiş kemikten.
Fakat ardı arkası kesilmiyordu arzularımın
ya üç odalı evde hayal ederdim kendimi
balkonda yudumlarken acı kahvemi
ya sekiz metrelik
novella adlı ağaç teknede,
balık tutarken mavi sularda
ama gözüm hep dağlardaydı dağlarda
şirin yari ararken
ferhat’a hasret kalmış dağlarda.
Bir ara sanki sur’a üfürülüp
kıyamet kopmuşçasına yankılanır
koğuşlardan gelen ses
memur bey memur bey
işçi koğuşu memur bey
bırakırdım elimden kağıdı kalemi
avaz avazbağıranda kim?
hasan’mıydı yoksa Ali’mi
ya cigarası tükenmişti garibin
dumansızlık başına vurmuş
belki yarım kalmış olmalı gemisi
isteyeceği benden
bir boy ceviz kaplamayla
bir tüp bally’i vermekti en iyisi.
Değermiydi be?
bu kadar bağırıp çağırmaya
umutla bina ettiğim hayallerimi
pembe düşlerimi yıkmaya değermiydi?
yıkılmıştı onca hayal onca düş
mevsim ne bahardı ne de kış
öfkeden mi kızarmıştım acep ya
dallarını yele verip sallıyor
salkım salkım akasya.
Borç batağında boğulurken ben bir yandan
taaa ötede cancağızımın dertleri
uyandırır uyuyanı en derin uykulardan
tutmaya görsün şu illet iniltileri
öldürür insanı aman ha aman
alt kattada babam,
ak ciğer kanseriyle savaşta
aldığı kemoterapi ilaçları
ne takat ne derman
ne bir tek saç teli bırakmamıştı başta.
Gayrı omuzlarımdaki yük ağır
öyle ağırdı...
muratcan koşsana telefonun var diye
kısım kapıdan lütfi çağırdı
ayaklarım gidip gitmemekte teredüt içinde
endişeyi yaşarken
ahizenin öbür ucundaki ses
nerde kaldın be oğlum
yetiş baban çok ağır
baban ölüyor diye bağırdı.
Telefon düşmüştü elimden
dizlerimin bağı çözüldü
konuşmak istiyordum ama konuşamıyordum
kelimeler boğazıma düğümlendi
ardından,gitme dedeciğim gitme
biz ne ederiz sensiz diye yükselirken
feryat figan duyduğum ses
çocuklarımın sesiydi ağlamaklı titrek
yürekleri dağlayan
bir köşede halam,üzgün yıkılmış biçare
için için sessiz sessiz ağlayan.
Sükut etmişti gelenler
aldığım bir tek nefes
dualar yükselirken arş’a
helal olsun hakkımız diyordu herkes
koca çınar devrildi
bir başına yapa yalnız
işte salda giden o
babam garip gelmişti hayata
garip dönüyordu meçhule
sessiz sedasız...
Takdiri ilahi bu
emir yüceler yücesinden
hüküm onun mülk onun
Otuz dokuz yıl önceydi
onbir aralık 1962 akşamı
babamla gözlerimi açtığım hayata
30 mart 2001 sabahı veda ediyordum
çisil çisil yağan yağmur altında
ayrılık zor yokluğu acı olsada
Babamın ölümüyle tatmıştım ilk
kimsesizliğin ve çaresizliğin ne olduğunu
onun yokluğunda anladım büyük olmanın
ve babalığın ne kadar zor olduğunu
Baba evin direğiydi,
baba aileyi kuşatan el
baba sevgi ve şevkatin ocağıydı
babam babaydı hepsinden evel
Daha dün gibi hatırımda
babamın BMW motorunun arkasında
her akşam iş dönüşü
ağabeyimle birlikte dolaştığımız
İskenderun turları
balıkçı barınağının iskelesinden
su üstünde kaydırdığımız taşlar
martıları çığlıkları
kayaları döven dalgalara
el ayamızla vurduğumuz şamar
ve babamın bizi sarıp okşayan
sımsıcak sarmaşık gibi kolları hatırımda
Hele bir koçum
bir canım deyişi vardı ki;
duymalıydınız dostlar
ciğerinin kokusu sarardı etrafımızı
hoş rayihalarla
çiçeklerin kıskandığını hissederdim o an
bülbüllerin sustuğunu
iki kez ağladığını görmüştüm babamın
yalancı kahkahalarla gülerek
İnci tanesi dökülüyordu sanki yüzünden
sevinçten mutluluktan diyerek haykırıyodu
ağlamıyorum,ağlanacak ne var ki bunda
saklayamadığı gözlerinden
sağanaklar boşanıyor
ırmaklar nehirler taşıyordu.
Hani bunlar oğul balı oğul
oğlum derdin ya baba
hani oyun oynarken torunların
düşecekler diye elini yumruk edip
koyardın ya böğrüne
hani her akşam kurk misali
toplardın bizi basardın ya yüreğine
şimdi yattığın yerden doğrulupta
ah keşke ahhh keşke
bir kalkabilsen baba bir kalkabilsen
darmadağın oldu ocağın
savruldu dört bir yana
oğulların,
oğul balların baba
oğul balların
El öpüp bayramlaşmayalı
tam sekiz bayram geçmişti
koskoca sekiz bayram babasız
senden ayrı uzakta
belekteyken oğul balın Kürşat
şimdi bir demet kır çiçeği elinde.
beklişyor gün doğmadan sabırsız
buz gibi alaca şafakta
Hayat değirmeninde öğütüyordu beni zaman
zerre zerre,miskal miskal
eşiklere turab olsamda
ahhh deli gönül savrulsam
öbek öbek harman harman
bir çırayla bir çıngıyla yakılsam
alev alev duman duman
gök yüzüne uzansam
Yıl,hüzün yılıydı benim için
dayanmıştı kara gün
kapkara heybetiyle kapıya
elde yok avuçta yok
dert dersen katmer katmer
bire bin ekleniyordu sayıya
İlk huzur denen hal terki diyar eyledi
ardından soframdan yüz çevirdi et
kapılar kapandı birer birer yüzüme
ölümün eşiğinde bu gün
duruyordum nihayet
ölüm bir kurtuluşmuydu bilinmez
lakin aslın başlangıcı olduğu belli
Zor ve badireli günler gelip çattı
çöreklendi yılan gibi kapıma
önde ben ardımda çocuklarım
yokluktan minicik yavrular
kıvranırken kıvrım kıvrım
Allahım kurtar bizi diye
el açıp dua ediyordu,
gözü yaşlı çocuklarım
Bir baba için en zor anlardan biriydi bu an
çocukların gözünde küçülmek
bir lokmaya kul olmuşuz biz
yaşamak denirse buna eğer
evladır bin kez ölmek
ölüp ölüp dirilmek.
dünü arar olduk her geçen gün
yarından kesildi umudum
kanım çekildi damarlarımdan
yüzüm sessizliğine büründü
ölümün.
Elimde tutuyordum sıkıca
son veda mektubumu
elveda çocuklar affedin babanızı
böyle ayrılmak istemezdim sizlerden
sizleri çok seviyorum,ama
başka çarem yok ne olur anlayın yazılıydı
benim felaketim çocuklarımın kurtuluşu
olacakmıydı bilinmez
bildiğim tek şey
ölüme randevu vermiştim
üst üste iki kez
Moe Myint tarafından kurtarıIdım iIk
binbir güçIük iIe yanmaktan
diğerinde korkutmuştu öIüm beni
hırçın denizIerde boğuImaktan
fakat gidip geImekteydim öIüm ve yaşam arasında
yoruIdum bitap düştüm
bağIandığım pamuk ipIiğine tutunmaktan.
Beyhude doIandığım günIerde AIIah’ın bir Iütfuydu o
yüzüme güIen taIih
sevgi ve muhabbetin kaynağı
garipIerin sığındığı koy
gönderiImiş küçücük bir beden
kirIi eIIerimi tutuyordu şimdi sımsıkı
tertemiz öpüIesi eIIerinden
nereden eserse essin rüzgar
sürükIüyordu beni
bir gazeI gibi oradan oraya
zamanı geImişti bir bedene tutunmanın
iIk edepten başIamıştı anIatmaya
bir bir yoIIarını kat etmenin
cefadan sefaya uIaşmanın
GözIerinin içi güIüyordu
diIinden döküIen her keIamda
o anIattıkça ben eriyordum
ben eridikçe damIa damIa
kirIerimden günahIarımdan arınıyordum.
Durduğum kapı meğer
Alevsiz ocakmış anladım
gönül ateşiyle pişiyor burada hamlar
bir büyüğün elinde aşk ile olmalı hamur
canımdan can isteyin
canım yoluna fedadır canlar
yüreğim eIimde sundum kendimi
ahhh birde koparabiIsem
kahroIası benIiğin içinden
bir garip beni
aIsam ayakIarımın aItın çiğneyebiIsem
vecd haIinde haykırarak
haIIacı Mansur gibi
eneI hak eneI hak diyebiIsem
Hani onu söyIeyecek diI bende
hani göğüs gerecek beden
kırkdört yıIIık sefiI ömre
şu üç günIük dünya yetti arttıda zaten
farkındaydım hayatımdaki bunca değişikliğin
kurtulmuştum çıkmazdaki sapa yollardan
baktıkça duvardaki puslu aynaya
sanki yıllar değil,
asırlar geçmişti aradan
Yalnızlık dersen bitti,
sona erdi nihayet
önde o,tüm sevecenliğiyle Sefa
kılavuz rehber,ardı sıra giden ben
koşar adım yaya kutlu yola girmiştik
şafak sökerken onunla beraber
Adım başı çile adım başı özlem
nice dilsizler gelmişti burada
Aşk ile dile
bir kuş uçumu mesafesiydi alınan yol
onunla mana buldu alem
Şu kurak uçsuz bucaksız çöl
uzanır sevgiliye şimdi,
göz yaşıyla uzanır bir çift günahkar kol
hadi tut elimi ey sevgili
eşiğindeyim ulu kapının
savursanda beni yeller misali
sen ki makamı İbrahimi kucaklayan yar
yönüm sen,mihrabım sen
sen kara örtülü nurlu mekanım
sendin ilk kıblem
beytül makdiz,beytül haramım
Madde aleminden,
mana alemineydi hicretim
ve ben gönlü yaralı garip
yaratılmış en şerefli varlık
böyle bir garip Adem’im
yaşadığım anlardan kesitlerdi,
beyaz kağıda yazılan
kara kalemle satır satır sayfa sayfa
kah gülüp eğleniyordum kimi zaman
kah göz yaşlarına boğuluyordum
bürünürken hüzünlü hale
kaderim olan yalnızlık ve ben.
Bedenim mesken tutmuşken dünyayı
ruhum kat etmekteydi gökleri
oradan seyre daldım
şu bilinmez alemi,
yalandan ibaret kahır dolu dünyayı
Dünya mavi ile yeşilin
gergef olup,umudun
nakış nakış işlendiği koskoca bir yalan
bunca yalanın ortasında
bir başınadır insan
ne çalacak kapım kaldı
ne uzanacağım bir tek el
şimdi yalnızlığım sade dost
dost bildiklerm birer birer oldu el
Dizeleri ıslatırken susuzluktan kurumuş
çatlayan dudaklarımı
aşkın esen yeline
Henüz yeni yelken açıyor,
aşk’a hasret kalmış divane sarsın
bomboş kucaklarımı
Aşk,dilin bir nefeslik hecesi
aşk,buzulları alev alev yakan kor
aşk,zamansız la mekan
ne gündüzü belli ne de gecesi
aşk,aşktı ötelerin ötesi
Böyle bir sevda böyle bir tutkuydu bendeki
tarifi imkansız
boğulurcasına çekiyordum içime
her nefeste onu
ara ara yüklendiğinde kelimeler
dağ misali üstüme
gül kokulu yar yanında bulurdum kendimi
Toprağa bezenmiş haldeydi bedenim
her ahıma bir türkü yakılırdı dillerde
her türküde bin alem dolaşırdı bu garip
yüreği yaralı,kanayan gönüllerde.
Ardından uzun uzadıya uzanırdı yollar
yılan misali kıvrılarak kıvrım kıvrım
omuzumda siyah asılı valiz
içinde dizili umutlarım
kah Antep’in yollarını aşındırırdı ayaklarım
kah sultanlar diyarı Konyanın asfaltlarını
Saplarken güneş beynime ateşten oklarını
ter boşalırdı yüzümden boncuk boncuk
tenimin en ücra yerine ulaşırdı
mola yerimdi her kapını eşiği
dokunurken parmaklarım
çelik kapının tokmağına ziline
bin dua dökülürdü dilimden ansızın
onun izniyle açılırdı elbetteki kapılar
onun izniyle açılırdı,
ben gibi garibin birine
İlk ben Murat diye başlardım söze
kekeleyerek arada bir
sonra klasik tanışma faslı
derken koyulaşırdı muhabbet
çayın buğusuna karışırdı kimi zaman
kahvenin kokusu köpük köpük
bir kaç mısra ötede şiir
bekliyor sırasını heyecanlı
yüzleri bize dönük...
Murat Cetin
5.0
100% (1)