yahut hoşçakalbugün bu telaş her şeyin üstünü örten bu kalabalık bu yağmur sıcağı bu hüzün toprak sessizce yer değiştiriyor hiç geçmeyen trenini bekleyen istasyon kırmızı balonu havalanan kız bu ıssızlık iksiri uzak ara evime geldim hoş geldim herkes nasıl da gitmiş habersiz bir selâmın yankısı hâlinde giderek sessizleşiyoruz ben rengimi bulmak için sen sevgini ben dilini bilmediğim bir senle sana sen benim yerine koyup kendini bana yaşamak bu dedin Cezayir menekşesi oluverdi her yer yaz diye sus payı bırakabilirdim kelimeleri kapına buz bakışlı ayna ve sırları sonra yeniden yer yerinden bir sol anahtarı fa diyez majör çoktan sesler susmuş belki düello bilen bir yanımız belki son savaştan kalan yaralarımız karaağaç kadar özgür karaağaç kadar dik başlı vakur karaağaç kadar hatıralarımızdan vuran karaağaç kadar çocukluğumuz yüzün kocaman bozkırları uzak asyanın kesik bir ânı eksilterek büyüttüm sen bunu kaç dilde söylersin bilmem burdan öte yol yok |
sana hoşgeldin diyolar, hoşçakalın koltuğunun altında g.itmeye hazır püsküllü bi yastıkken...
gitmek, yazma alışkanlığını kaybettiğin bir yerde, yeni bir satıra; saçlarını ağartacak, hayal mahsulü düşlerine tahammülsüzlük gibi bi şey...
gitmek, sadece bi gitmek olsaydı "hoşçakal" derdik ama çoğu gitmeler 'güle güle' ye açılan buruşuk perdelerdir. Bu hoşçakal'lar keskin nişancılar gibidir adeta...biri kurşun gibi doğrudan kalbine isabet, öteki kulağında asılı kirazdan küpeler.
benden ağızda erimelik, pamuk şekeri bi merhaba cancağızım.