24
Yorum
49
Beğeni
0,0
Puan
7418
Okunma
yıl bindokuzyüzondört
tam bir yüzyıl geçmiş hicranların üstünden
ben
Boğaziçinde
durgun sulara mahkûm
kederli bir vapur iskelesi
sen
kandilli de
açık unutulmuş
bir yalı penceresi
hoyrat rüzgarların savurduğu
naçar eller misali
feryad- ı figan
azâdeye bigân
cariyeler emsali
çırpınır durur perdelerin
tarifi gayr-ı kâbil
gözlerinde yine o limon küfü keder
sen sustukça
ben sustukça
yosun tutar kelimeler
böyle kederli akşam saatlerinde
yüzümü ne yana çevirsem
nereye baksam
avutacak söz bulamam
derin hasretlere teşne melâli
benim de içimde birikmiştir
sen benim en uzak ülkemsin
hali
yıl bindokuzyüzonyedi…
kar geceden apansız boyamıştır
o elimden ne gelir halini İstanbul’un
beyaz ve sessiz
bir boğaziçi sabahıdır
boğaz dediğin buzlu akan bir nehir
anne nefesinin anca ısıtabildiği
derin bebek uykularındadır şehir
gaz yok tuz yok bez yok
yokluklar uyurken nicedir
alışıldık uykusunu
vicdan-ı insan olan bu aralar
illa ki meşk olsun diye
ağır yaralı aşklarını
anlatmak zorunda bile değildir
bütün sevdalara dair sözlerini
ertelemelidir
yıl, halâ bindokuzyüzonyedi
yârdan yârenden bi haber
kırlardan kırlangıçlardan uzak
içine kapanmış bir ortaçağ şehriyim
kuşatma altında geçiyor günlerim
bir daha dönüp bakmak hevesiyle
ne gönül köşklerim kaldı bu şehirde
ne Yerebatan Saraylarım
alfabede sığınacak bir yer arayan
bir İ harfi kadar yalnızım
mahçup ve ürkek
ikimizin de üstünde
bir aşağılanmışlık
bir sövülmüşlük hali
bir İ stanbul
bir de ben
içimize içimize sönmüşüz
kendi içimizden üşümüşüz
esaretin o tedirgin ve bezgin
kuş kanadı akşamlarında
uzaklardan bir yerlerden
seslenen kederli tanbur
çoktandır kaybettiği
asude günlerini arıyor
hep o kahırlı şarkının
feryatgâr nakaratında
elleri titreyen
kararsız sazendenin mızrabından
şikayetler ediyor
sebebini bilemediği
tarifsiz kederlerde takılmış kalmış
taş kalpli bir plakta
dönerken o hüzzam beste
kurtaramıyor bir türlü
ağır yaralı yüreğini
bir daha
bir daha
kanatan gramofonun
zahirli iğnesinden
yıl, bindokuzyüzkırkdört
yine mi savaş
yine mi acı
onca ayrılık varken
Lilian adında o yalancı keman
yapmacık hatıralar çalıyor
her gece
Krapen’ in aynadan aynaya duvarlarında
ben bütün zamanların ve acıların
savaş zengini
rütbeleri sökülmüş tekmil aşklardan
yenik paşazade düşkünü
Pera’yı boydan boya
İstiklal caddesine doğru
şu sefil suretimin peşinden
serseri bir rüzgar gibi sürüklerken
alkol duvarlarına çarpa çarpa
kaçamadım ya ben de her türlü
esaretin yasaklı sokaklarından
mazi denen o hicranlı şarkının
kırık dökük gamlarına
ne yapsam ne etsem
avutamıyor hiç bir keder
bükmüş boyuncuğunu
kırlangıç sesli
kırlangıç bakışlı bir kız çocuğu gibi
İstanbul
karşımda ağlarken
mürekkep mavisi kağıtlar kaplıyorum
sımsıkı kapalı yüreğimin camlarına
ömrümün karartma akşamlarına
ah hep o sinsi zamanlarda
akrep sokulurken yelkovana
karlı kışlı mazilerimden
ne bir ses
ne bir nefes
dönüyor hatıraların üçü beşi
bir tek
dönemiyor yar…
teselliye muhtaç ruhum her sabah
alkol koğuşlarında açıyor gözlerini
hüznünü nağmelere sardık dün akşam
lakin durmuyor kanaman, derken
çaresiz gözlerini alıp kaçıyor
doktor önlüklü bir gazelhan
yine en dibine vurduğum
o derbeder saatlerde
uzak ve cızırtılı bir radyo istasyonu
bulmuş getirmiş
verem rengi hatıralarımı
Moskova radyosunda
yorgun ve kalabalık
Kızıl ordu korosunu
iflah olmaz kederli yalnızlığını
çaresiz baladlara sarmış
intihara meyletmiş bakışlı
o küskün sesli tenor
Yevgeny Balyaev
“ociy cernye” diyor
boşver bu da geçer diyemiyor
lakin
yüz elli ruble maaşlı memur
elinden bu kadarı geliyor
Volga’dan akan buzlu sulara
bakıp bakıp ah ediyor
benim damarlarımdan kimbilir kaçıncı duble
buzlu votka geçiyor
ah dedim… ah
kötü kader
en uzanamadığım yerlerime
vuruyor hançerlerini
şu âhir ömrümde
tek bir aşka yenilecekmişim meğer
bu da bana
tersinden yazılmış
eski yazı kader
avunmak gayr-ı kâbil
pişmanlık dediğin
boş bir kanarya kafesi
birkaç nefes çekilip atılmış ahlar
yerlerde beddua izmaritleri
ne çok anı biriktirmişiz
köleleriyle gömülen firavunlar misali
hatıra dediğin
buz tutmuş bir aynanın
içinde donmak gibi
ne çok ağır
biriken kahır
bir unutup
bir unutuldukça
ruh önce bu haline şaşıyor
şüpheli alacaklar defterine
düştükçe tek kalemde ömür
ne aldığını
ne verdiğini
doğru yazamıyor nihayet
ömür dediğin
uzun süren bir takastan ibaret
yıl hâlâ bindokuzyüzondört
bütün rütbelerim söküldü ya
yenile yenile bütün aşklardan
yüz yıl sürecek bir sürgünmüş meğer
hüzünlü bir ömrün mahşeri
tahta merdivenlerde gittikçe uzaklaşan
beyhude geçmiş bir hayatın
ayak sesleri
kesirli sayılara bakar gibi
bakmayın yüzüme
hayatın çizgilerine basmadan
geçemedim ya ben hiç bir oyunda
yıl artık neyse ne
oyun bitti
yandım ben…