7
Yorum
35
Beğeni
5,0
Puan
694
Okunma
Ey yolcu,
sustuğum yerden geçiyorsun.
Alnımda dün’ün mühürlü tortusu,
her adımın bir infial,
her kıvılcımda bir kevn yanıyor.
İçimde, küllerden doğan kuşlar
unutulmuş bir lisanla göçüyor.
Gözlerimin gayyasında kaybolur her düş.
Sesin
karanlık bir dualaşma.
Şakıyanlar terk etti vadilerimi,
dağlarım sisle taştan birer türbe.
Her eşik çöktü,
ışık ağıta dönüştü.
Fısıltın ney gibi düşüyor içimden,
göğsümde fırtınalar
ay ışığını denizin dibinde saklıyor.
Senin uykunda kendi gecemi işitiyorum.
Unutmadım;
rahminden ömrü doğuranları,
kendi gözleriyle yüzleşen aynaları,
gölgesini bile bırakmadan gidenleri.
Her gün, içimde bir izmihlâlin fısıltısını duyarım.
Zamanın kırışıklıklarına gömülü gözlerim,
her anı bir yaprak,
her bakış bir göğe bırakılmış özlem.
Sen
çamura saplı bir oyuncak,
ayazda unutulmuş bir keder çiçeği.
Ay tozu serpildi üstüne;
hercai bahar seni aramaktan vazgeçti.
Ve biz,
ayın başına geleni anlayamadan
gömdük tüm mevsimleri
bir yıldızın beyin kıvrımına.
Şimdi karşındayım,
kan sızdıran bir nehir gibi,
suskunlukla kemirilmiş saatlerde.
Tın’ım,
bir bargâhın kırık sesiyim.
Duvarların bir ceviz kadar küçük;
boğulmak için seçtiğin fezada
ben hâlâ buradayım.
Dilime kazınmış bir çiviyazısı gibi
unutmadım seni.
Adım,
nisyânın karanlık dehlizlerinde solunur.
Yolcu,
sesinle kuruyor içimdeki nehir.
“Uzak bir şehir olsaydı,” diyorum,
hayalin orada bir sokak olurdu
ve ben, her gece
o sokağa kıvrılırdım
bir çiçeğin uykuya dalışı gibi.
Ve bil ki,
bir şiir tam ucunda susarsa sessizliğin,
zaman geri yürür.