Morsessizlik uzandığında kör uçurum dile yapışan söz ki uzakların pırıltısında ağlıyor toprak tenimde kekik kokusu özlem kıyamet içiyorum karanlığın dağa değen göğsünden güneşi buzullayıp bir çocuğun cebine kızgın kumlara noksan sevişmeli düş seriyorum hiç bir şiir tamamlamıyor yarımlığımı gümüş tabloda ve hiç bir el dokunamıyor gözümün perdesinde aralanan göğe yeşili demirleyip mavilere bir babanın acısından kaçıyorum belki de Anne teni değmiş resimlerde kuşun kanadındaydım anıların dikişini sökerken rüzgarın parmakları ağaçsız kentler tarihin üşüyen soluğunda.. gemilerde tek başınalığım mor bir yolculuk omuzlarıma değen bulutun saçlarında kadındım ve üstelik yağmurlarım vardı küpeli uykularınıza düşen kendimi çektiniz sağanaklarınızdan anlatacaklarım denizin haykırışında baharın kalbine silkelenen ölümde kaldı vakitsiz karanlığa bittim sessizliğin azarına... söyleyin yalnızlığa çalmasın odamı güneş yoruluyor içimde dönenler rengi karışan yaşamda masalların siyah dökümlü zamanlarında bir şairi kıskanıyorum ve içindeki düş bebeklerini eriyen gölgelerde yokluğun ezgisinde baharı üşürken sırtım rüzgarın ağzında tersyüz selamladığım yapraklar aşklar çeneşi düşmüş insanları hıçkırırken aynalarda ölümün avuçlarına kusma vakti çünkü bir şairin dallanan kalemine yakınlığı doğuran uzakları asacağım sabahları güleceğim içimdeki telaşta kendi yarama yeniden döneceğim alıp ruhuma sesini .... |
yorumlarken ikinci okumaları sevemedim nedense,
ilkinde hissettiklerimi yazarım ben hep.
hele ki şiir sırat gibi bir köprünün
gün ışığı almayan yanına yazılmışken...
çeşnili zamanların yanan dilleriyiz, dilin çocukları belki
ve bundan kendi yaramızdan vazgeçemeyişimiz.
eyvallah.