ibelo
“ah eden aşıkların ahı,
semalardan geçer arşa melekler zanneder ki mesken-î İsâ’da yangın var” Aşık Şem’i bu işte çok bulanık bir gündü... mavi bir gecekondunun erken çocuklarından ben ve bir takım sular tepeleri tırmanırken çamur ile kömür sobası kurumundan yapılmış devletin kendi iç anarşisi seksenaltı yılında köpekler kuyruklarıyla bir sonbahar hayaletine şımarık tepeler çizdirirken gökyüzünde kadınlar topuklu, erkekler içkiliyken kadınlar yalın ayak, erkekler kendindeyken dedim ya, bu işte pek bulanık bir gündü... bıyıklı bir adam tutup kaldırdı beni yerden kaldırsındı hem, ne var ki bunda? çocuktum daha, gücenmedim... adamın elleri ve ben bir iç duvarı boydan boya iyice çıktık böylece... çamurdan, kömür sobası kurumundan ve yerçekiminden bir miktar uzağa “yüzünü çevreleyen havanın aydınlattığı” bir kadının kahkahaları arasında... dizlerini geçtik önce adamın kalın ve güvenilir diz kapaklarıydı bunlar hani bir yolunu bulsalar dağları yürüyüp geçecek sanırsın belinde deri kemer, kemerin altında bir paket sigara sigaranın yanında altın rengi ibelo işte bu pek bulanık bir gündü adamsa göbekliydi hafiften, gömleğinin iki düğmesi açık, yakası geniş, bıyıkları kocamandı gözlerinden biri bal sarısı heyecanlı yaban arılarından ödünç alınmış kanat çırparken çiçekten çiçeğe kayısı bahçelerinin en aydınlık köşelerinde diğeri desen kehribar, bir umudu sıkıştırmış bir kuytuda, öpüp koklamakta... dedim ye umursamaz bir çocuktum takılmıyordum böyle şeylere... uçtukça karnım seviniyor kondukça başım dönüyordu... ama kadın, kahkahasından seken aydınlığın odayı aydınlattığı kadın binlerce kere beyaz bir takım dişlerin arasında teninde hayat, gözlerinde yıldız kıvılcımları... gümüş suyuna batırılmış bir cep saati nasıl açılırsa bir saatçinin elinde, kabuğunun altında demirden mutluluklar... bir nar nasıl koparsa ikiye istekli sanki yarılmak için birleştirilmiş bir zaman boncuk boncuk kırmızı güneşleri zulasında saklayan... işte kadın, biraz annesi kanatlı bir çocuğun belki biraz kardeşi... biraz da bir sürgünün borçlusu, herhangi bir mülteci işte bu benim pek anlamadığım bir gündü... adamı bir güzel yıkadılar önce, bembeyaz giydirdiler sırtlarına alıp gezdirdiler ve bir bıçağı uzunlamasına indirdiler gövdesine bir takım sular tepeleri tırmanıyordu bu kimsenin anlamadığı bir gündü... kadın çaresiz, eli bağrında kaldı kendi denizinden kovulmuş bin yıllık gözyaşlarıyla ah edip ağladı... adamdan geriye altın rengi bir çakmak ve kanatlı bir çocuk kaldı... kadın, çocuk ve çakmak bir daha hiç ayrılmadı... Not “İrince şu’le-i âhım semâlardan geçûp arşa Melekler zanneder kim mesken-î İsâ’da yangın var” Aşık Şem’i “Şem’î, o kadar derinden âh etmektedir ki bu âhının semalardan geçip Hz. İsâ’nın bulunduğu mertebeye kadar ulaştığını ve meleklerin bu şiddetin neticesinde, Hz. İsâ’nın bulunduğu katta yangın olduğu düşüncesine kapılabileceğini belirterek, içinde bulunduğu durumu ortaya koymaktadır.” Halil Can, 19. YÜZYIL TÜRK SAZ ŞİİRİNDE MUHTEVÂ, Yüksek Lisans Tezi, Isparta 2009 |
Gönülden gelen inci gibi dizilmiş dizeler…
....................................Saygı ve selamlar.