Sebahatyüzünde kırmızı kır çiçekleri açardı Sebahat hep annenin küçük kızı yaramazı sokak seni hep top oynayacak sanırdı seke seke yürürdün her zaman özleyeceğin caddede eline su dökemezdi hiç kimse güldüğünde bir sokak seninle gülerdi ne köylüydün ne kentli Anadolu’nun ortasında bir kasabada hayatı okurdun çevrende toplanırdık adeta ayıp sayıp bilmez konuşurdun her şeyi annen diline biber sürmemiş sokağa çıktığında kırmamış topuklarını şöyle bir oturmamışsın sanki kıçının üstüne sanki kuyuya düşüp ölmemiş baban hiç hastalık ölüm görmemişsin büyük bir sakız çiğner gibi kocaman ağzın yaratılmış, şen kahkahaların için hani köylü bir oğlanla evlenip İstanbul’a gittin İstanbul dediysen o köy olan İstanbul denizle boğazla ilgisi yok çocukları hala köy kokusu taşır yolu bozuk, araç zor çıkan zorlu yamacı çok ayrı burada yoksul olmak çocuklar İstanbul’a benzemez benizleri soluk afra tafra yok kocaya; gücün yeterse çalış kolay değil buraya ayak uydurmak buranın her dem suratı asık unuttun o eski gülmeleri Sebahat öyle özledin ki doğduğun yolundan malların geçtiği evini sığıra katılan hayvanların sesiyle uyandığın pencerene sığışan büyük camiyi mahalle kadınlarını kızlarını delisini pencerelere taşan gülmelerini özledin belki yanağındaki kır çiçeklerini pencere önlerindeki sardunya kokusunu, küpeliyi urgüye’nin Ali’yi bile aradın, bulamadın arkasına vurup fotoğrafınızı çekerdi münevver ile senin yerli yerinde değildi artık sokağın ahalisi mazinlerin ön yola arka dama dolandın ne kendini ne kimseyi bulabildin Sebahat yoktu altına oturup çeyiz işlediğin dut ağacı penceresinden baktığın han sahipleri her zaman oturduğunuz taş da yoktu duvar dibinde içine ağladın Sebahat içine ağladın.. 02. 12. 2016 / Nazik Gülünay |