Kendine yeten ama düşlerine yetinemeyen alır başını savrulur pervasız uçurumlara.. Bu mektuplar yaramı sağaltmıyor..Ne söylesem,ne yazsam hayatın kalabalık kulvarlarında yenik kalıyor..
Yollar,beraberinde götürdüğün hiçlik duygusunun diyagramı gibi.. Olanca telaşına rağmen sanki kırımdan kaçırıyormuşsun gibi olursun bir yanını.. Sokak aralarında kaçışan çocuklardan,kıyı insanların sessz sabahlarından, kadim gecelere yakışan kelimelere kadar ayracın soğumuş sözler gibidir.. Siyah efkarlardan eflatun kelimelere yol alır durursun..
Gitmekle kalmak arasında dönerken yüreğim,bir yandan da meydanlara inmiş iktidarların geçit törenlerine değmemek için adımlarımı hızlandırıyordum..Cebimde bilmem kaçıncı hukuk mahkemesi çağrısı.. Dışarda alabildiğene karabasanlar çökmüştü..Akşamüstü, bir öpücük mesafede kuş seslerine takılıp ’sürgünlere’ yolaldım.. Yağmurun çiseleyen sesine müziğin ritmi düştükçe bıkmadan ve defalarca bir şarkı söyledim rüzgara.. Göremediğim ama kokusunu duyumsadığım farklı bir zamandaydım sanki..Birbirimizin etrafında öylece dönüyorduk.. Bedenimi baştanaşağı saran tuhaf bir ürperti içindeydim.. Şarkılarımı çoğalttıkça çevereye yayılıyordu gülüşlerimiz.. Dile getirelemez bir çekiciliği vardı gecede yakamoz gülüşünün.. Sabaha karşı karanfil kokularıyla doluyordu Cihangir... Düşlerimin kurgudan çıkması an meselesi.. Pervane’siz gecenin Şems’ e uzanan derinliğiydim.. Yirmi dört saatte yirmi dört şiir düşürüyordum Cumartesi’ye..
Günlerden Trajedi’tesi,ve ben ilk defa gündoğarken kurgusu bozulmamış bir düşün mahzunluğuyla sokağa çıkıyordum.. İntiharı tercih etmiş sokağın zulasından ölümler devşiriyordum Yoldum,yolcuydum fakat bir günlüğüne hiçbir yerin yolcususundur nasılsa, bunu biliyordum ama nedense kendime bile söyleyemiyordum.. İçimdeki şarkıları kuşkulu bir dille tariflesem,kusursuz filmler kıskanacaktı..Samandra’da kocaman,eski bir tarihin setinde bir figüran ’Vakit geç olmadan alnacın aydın olsun’ demişti..Dışarıya çoğalan ses miydi bu?.. Hayatın yazılamayan replikleri sert rüzgarlar gibi savurup duruyordu hayallerimizi de.. Cebimdeki notları çoğaltıp çoğaltıp duruyordum.. Kadraja bakmak gelmiyordu içimden.. Nereye baksam,ya bir kral en yakınlarını boğduruyordu,ya da güzelim bir öyküden itaat replikleri şırınga ediyorlardı toplumun damarlarına..Şeritler binlerce yalana dönüp duruyordu.. Provasız,mekansız,kostümsüzdü herkes.. Her gün unuttuklarımızdan arta kalan unutamadıklarımıza yeni bir sayfa ekleniyordu.Var olmanın şartlarıyla yaşam hikayemize yön vermenin son saatleriydi bunlar.. Ne Yalçın Hafçı’nın Şehla Balıklar Denizi,ne de Akgün Akova’nın güzelim kaplumbağası yetmedi..Sınıfta kaldık işte yine.. Akşam seslerine Ermeni sokağında suyun rengi kızıldan laciverde dönüşürken geceye göl sessziliğinde bata çıka giriyordum.. Hüzün ve coşku,gelmek ve gitmek,insanın alıp yüreğine sokası geliyor(!).. İçimdeki ses ’Hadi eve gidelim’ diyordu çığlık çığlığa, oysa giderken bıraktıklarım buruk karşılayacak beni,bilmiyor.. ’Dayan’ diye fısıldadım iç sesime..Dayan!,her gidiş eksiltmesin bizi, nasılsa her gelişim pamuk şekeri çocukluğuma..
Eski bir tarihin setinde bütün yaşanmışlıklar giyotine vuruluyordu.. Öylesine acımasızdı ki insanlar,Mürivet’in kocasından gizlediği küçük çocuğu setin ortasında bir başına bırakmışlardı..Birbirimize uzun uzun bakıştık.. Yanına yaklaşıp konuşmaya başladım..Gülümsedi.Hani sanki gülümsemese dünya alıp başını gidecekmiş gibiydi..Öyle bir gülümsemeydi ki,o gülüşün kıyısında durup soluklanabilmiştim.. Gecenin ileri bir saatine kadar kah koyu bir sohbetteydik,kah bin türlü muziplikler yapmıştık.. Onu evine bırakmak için yola koyulmuştuk,minik parmaklarını avuçlarıma sıkı sıkıya bastırırken birden dönüp ’Evin nerde,sen nasıl gideceksin bu saatte’ dedi.. Şaşkınlıktan,fazla uzak değil,buralara yakın diyerek geçiştirdim.. Bana evimi anlatmamı istemişti,ama öyle geçiştirmeden,tüm detaylarıyla bilmek istiyordu.. Küçük çocuğa tüm detayları anlatmıştım..Tıpkı pulsuz bir mektupta sana anlattığım gibi.. Tüm detaylarıyla;
-Daha çok küçüğüm..Yani o kadar küçüğüm ki,evimi betimlerken dizlerim titriyordu..Saatime bakarak gözlerimi kaçırıyordum.. Saçlarımla oynuyordum durmadan..Az ötede teknecinin bize bakarak ’kalkıyoruz’ diye seslenişini duyuyorduk,fakat yerimden kalkamıyordum bir türlü.. Nasıl doğrulabilirdim ki,hayat burda,bizimle eğlencesindeydi.. Kalmayı beceremeyenlerin gitmeyi becerebildiği bir karmaşa mıydı hayat?.. Çok mu kök salmıştık yaşama..Ölümü düşünürken birden bire akıveriyor sözcükler de.. Seyrettiğim bir film,okuduğum bir kitap gibi betimlememi bekliyordu sanki.. Günlerden Cumartesi olsa bunu yapabilirdim sanırım.. Ama şu an ’gel de gör’gibi sözcükler dökülüyor ağzımdan..
Daha çok küçüğüm..Yani o kadar küçüğüm ki,evimi betimlerken aynı şehrin uzak ve başka aynı şehrin yerindeymiş gibiydim.. Özlediğim kent mi,sen mi,yolculuklarım mı?.. En sade ve gelişigüzel bir dille bana bunları anlatabilir misin?.. Betimleme de istemiyorum..Bana özlemimi bir cümleyle söyleyebilen olsaydı..-
On gün oldu sete gitmiyorum..Arayıp soran telaşlı insanlar,merhaba dedikten hemen sonra boşaltıyorlar yüklerini benim üzerimden denizin ötesine.. Bu durum beni heyecanlandırdığı gibi,adımlarımı hızlandırmamı sağlıyor.. Kıyıda hafif soğuk bir rüzgara bırakıyorum kendimi.. Umursamıyorum..Deli desinler..Oturmuşum bir düşün taytayına.. Yanımdasdın,bu su bizi nereye götürecek diye düşünmeden pavurya büklümlü bir vapura atlamışız..Nedensiz,koşulsuz,çıldırasıya.. Bu su bizi kiraz ağaçlarına götürür mü diye düşünmeden uzatmışız ellerimizi göğe,saçlarımız arkadan bağlanmış,fonda matruşka.. Ceplerimizde pervasız şiirler,mektuplara bir güven gelmiş,suda suretimiz.. Ah nasıl da ıslak bir kuzey gecesi süslerdi çağımızı..
08-22 Şubat 2014..
Ve yüreğimizin en salaş anıydı! bin yıl beklediğim,yalnızca gelişigüzel bir cümleydi sustum ve bekledim,imgesini bekleyen şiir gibi içimdeki dört kırık operayla ateşe ve suya dokunmak hiç bu kadar illegal olmamıştı beni bu kente sedef bir gülümseme getirmişti uzunca bir yenilgi götürdü..
Yollarda kimlik kontrollerini artırmışlar hangi yola çıksam kilometre levhalarına varamadan geri çeviriyorlar bir filmin setinde sırça kanat,kadrajda düzaçı,mektuplarda tekeş hasarlı yanlarımızda tarifsiz acı kendi mektuplarımdan kendime alıntılar yapıyorum sekizinci peronda bir vapurun hüznündeyim hala ’günlüğü tehlikede beklemelerimin’
kendine yeten ama düşlerine yetinemeyen alır başını savrulurdu pervasız uçurumlara hadi bana bir uçurum beğen bu mektuplar yaramı sağaltmıyor ne söylesem,ne yazsam hayatın kalabalık kulvarlarında yenik kalıyor erken ölen şiirlerin eskizinde serçelenmiş dipnotları ayaklarımı yerden kesiyor oysa vazgeçmediğim sokak şarkısıydı yanıbaşımdaki hırpani siluetin
dört bir yanım kırık dökük platonik kuşatmada yağmurlu bir gök parçası düşürüyorsun ya yüzüne kendi imgelerimle zehirleniyorum bazen hayata/farketmesemde
-Duldasında kendi halinde büyüyen şebboy çiçeği! Aşkın biz hali,Devrimin rasyonalize hali Su’yun ateşle dansını durmadan düşünüyorum saçlarından kimse öpmemiş dağ çiçeklerini dayanılır,fütursuz ne fayda güneşten önce düşlerin tutuşuyor ya sonsuz sessizlikler örtüyorum üzerine-
(c) Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Şiirlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Sesimde kırılmış fay hatlarıyla bir güneşçiçeğinin içinde senin gibi ışıkla büyüyorum Şiirine Yorum Yap
Okuduğunuz Sesimde kırılmış fay hatlarıyla bir güneşçiçeğinin içinde senin gibi ışıkla büyüyorum şiir ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Sesimde Kırılmış Fay Hatlarıyla Bir Güneşçiçeğinin İçinde Senin Gibi Işıkla Büyüyorum şiirine yorum yapabilmek için üye olmalısınız.
En olmayacak umuda tutunur, en uzak ihtimali bile varsıl kılar yürek. Yinede ne yapsan, ne desen olmaz, kifayetsiz kalır sözcükler. Sonrası sonrasızlık, seninde dediğin gibi hiçlik. Bir türlü içine sığmadığımız, sığınamadığımız kalabalıklar içinde kendi yalnızlığına yürüyen adımlar. Gitmek ve kalmak arası o vazgeçişler dönemecinde takılıp kalıyoruz ve sanki hata yapıyoruz. Ya gitmemiz gereken zamanda geride kalıyoruz ya da kalmamız gereken durumda sessizce uzaklaşıyoruz. Hangi durumda galibiz, hangi durumda yeniliyoruz hayata belli değil. Her gidiş, her dönüş aynı sessizliği kucaklıyor içimizde. Kelimelerin, coşkusu ve hüznü birbirine karışıyor. Bir bakışla yaralanıp, bir gülüşle çiçekleniyor hayallerimiz. Uysal bir rüzgar alıp gökyüzüne uçuruyor düşlerimizi. Sonra bulutlar kaplıyor gökyüzünü… Düşlerimiz bulutlarda, aşk yüreğimizde saklı kalıyor. Sonrası, sonrasızlık… Sonrası sessizlik. Ve sahi özlemi bir cümleye sığdırabilir mi insan… Kelimelerin yetersizliğinden mi, kifayetsizliğinden mi bu telaş. Oysaki özlem bile bir cümleye sığardı diyorum bazen. Özledim diyen ben olmasam.
umutlar hep uzak ihtimaller şair..ama ben ona kimi zaman uzak-yakın ihtimaller diyorum..içime dolan bir olasılık belkide..bilmiyorum.. 'gitmek' ve 'kalmak' üzerine öylesine fırtınalı zamanlar çat kapı düşüyorki ellerine,ne gidilmesi kolay ne dönülmesi,ne gidilmesine razısın ne yalnızlığına.. yokoloşuna bir mendil sallarsın da kimse farkına varamaz bile kirpiklerin, ibrişimlerin rengini..dünyanın gözüne siyah perde düşer.. uzak kentlere giden göçmen kuşların çığlıkları bir veda şarkısıdır.. kayalıklara çarpan notaları içinde dehşet bir ürpertiye dönüşür.. kelimeler de düşler de yetmez olur..özlemin sızısı kor ateş gibi düşer yüreğe..özlemi bir cümleye sığdırırsın ama bir yatağa sığmaz olursun koca dünyada..duvardipleri,gökyüzünde kalan son yıldızları düşürür ömrüne.. özlemin duvardibi,en korunaklı limanıdır bu anda.. teşekkürler zeynep..sevgiyle..
umutlar hep uzak ihtimaller şair..ama ben ona kimi zaman uzak-yakın ihtimaller diyorum..içime dolan bir olasılık belkide..bilmiyorum.. 'gitmek' ve 'kalmak' üzerine öylesine fırtınalı zamanlar çat kapı düşüyorki ellerine,ne gidilmesi kolay ne dönülmesi,ne gidilmesine razısın ne yalnızlığına.. yokoloşuna bir mendil sallarsın da kimse farkına varamaz bile kirpiklerin, ibrişimlerin rengini..dünyanın gözüne siyah perde düşer.. uzak kentlere giden göçmen kuşların çığlıkları bir veda şarkısıdır.. kayalıklara çarpan notaları içinde dehşet bir ürpertiye dönüşür.. kelimeler de düşler de yetmez olur..özlemin sızısı kor ateş gibi düşer yüreğe..özlemi bir cümleye sığdırırsın ama bir yatağa sığmaz olursun koca dünyada..duvardipleri,gökyüzünde kalan son yıldızları düşürür ömrüne.. özlemin duvardibi,en korunaklı limanıdır bu anda.. teşekkürler zeynep..sevgiyle..
ah iki gözüm!..sen hani -sesinin kırılan fay hatlarında bir ışıkla büyüyordun ya-; ben o sıra karanlığa gömülüyordum, yüreğimi içten içe kanatıp toprağı avuç avuç gözü yaşlı öpüyordum...elimde Yusuf ' a yazmış olduğum eski bir mektup...okudukça yeniden kanıyor yüreği sanki satırların...üzerine damlamış gözyaşlarıyla bazı harflerin maviliği uçmuş gitmiş bile...ve açar açmaz sayfaları bir uyarı çağrısı karşılıyor ilk önce o sancılı kapıda beni: -kaldırabileceksen oku bu acıyı, yok eğer ağır gelecekse uyandırmadan sessiz sessiz kapa bu yüreği yaslı mektubu!-...
Canımdan çok sevdiğim kuzenim- canım kardeşim Yusuf; askerdeyken o gencecik yaşta mide kanserine yakalandı...düşünebiliyor musunuz?..derdini anlatabileceği, kaldı ki çok içine kapanık bir çocuktu zaten Yusuf, ağrılarını paylaşacağı kimsesi de yoktu yanında garibimin...ve ailesine her telefon açışında, her gün daha yorgun düşen zayıf sesiyle bir taraftan kızkardeşine; sanki herkes onu duyacakmış gibi sessiz sessiz anlatmaya çalışırken nasıl yemeden-içmeden kesildiğini, diğer taraftan da kendini güçlü gösterip, anne ve babasına kötüye giden bu sağlık sorunundan hiç bahsetmemesini de sıkı sıkıya tembihledi...vücudu tamamen bu hastalıklı hücrelerle savaşmak zorunda kalırken ve son noktasına dayandığında bizim de haberimiz oldu ancak ve o zaman da hastalığı gitgide yayılmıştı vücudunda...ve doktorlar tıp dilinde altı aylık gibi kısa bir süreyi Yusufu'muza ayırmışlardı sadece...gerçekten de ileri boyutta ağrılı geçen ve çabuk ilerleyen son altı ayı olmuştu Yusuf' un bu illetle verdiği savaşı...onu ambulansla eve gönderdiklerinde ben de bir-iki gün önceden uçmuştum Türkiye'ye...işte o ilk ağır adım...ve sonra bağrıma saplanıp oturan ve bir daha da hiç yerinden kalkmayan o ilk yumrusu satırların:
"eski evimize gidiyorum Yusuf'um...hani küçükken bütün gün sokaklarda oynayıp-zıpladığımız; güle oynaya yürüdüğümüz o eski mahalleye girerken adımlarım bu sefer koşa koşa değil, ağır ağır-geri geri gidiyor gözüm!..n'olur bağışla beni!..biliyorum doya doya geçen o çocukluk günlerimizin, o kaldırımların, o sokakların beni teselli etmeye gücü yok bu seferlik!..ve çok iyi biliyorum ki; hem yolda giderken hem de mahalleye girerken, sıralı duran her şey bu defa bizimle göz göze gelmeye yanaşmayacak...herbiri tedirgin ve telaşlı olup inine saklanacak...hiçbiri bizi mutlu bir şekilde karşılamayacak örneğin...tam tersine hepsi yasımızı tutuyor olacak...belki de uçan kuşlardan geleceğini haber alırlar da önceden, boynunu bükecek olurlar senin gibi...havada voltasını rahat rahat atan ölüm kokusu, kömür kokularına gitgide karışacak, bulutların ardına hain gibi saklanıp, aniden üstüne boşalmayı sabırsızca bekleyecek...altı aymış!...altı ay dediğin nedir ki?...her günü ölümü bekleyerek saatli bomba gibi yaşamak!..-ya bugün ölürsem- korkusuyla ecel terleri dökmek..."çok şükür bugün de ölmedim anne!" demek hem Yusuf hem de annesi için hiç kolay olmasa gerek!...altı aymış!..bir sayıdır sadece ezbere konuştuğunuz...toprağa randevu verir gibi -yerinizi önceden ayırtın!-...altı ay dediğiniz bu hastalıklı mevsimde, kaç ağaç yeşerir...kaç yaprak...kaç gökkuşağı...kaç umut...ve kim bilir sayısız kaç gözyaşı...adamı hasta etmeyin!.. altı üstü altı aymış Yusuf' umuza ayrılan yaşam süresi!..
ağır ağır gittim o mahalleye...eskiden sokağın başına çocukların mekân kurduğu, evin yolunu unuttuğu o tozlu taşlar çok sahipsiz kalmış biz yokken...çocuk sesleri yok artık!...itlerin ulumalarından başka göze çarpan tek bir canlı bile yok!...ağır bir sessizlik hakim...sanki herkes bizimle beraber matem tutuyor...bir tek gölgeyi bile karaparçası gibi görüp sığınamıyorsun gizli bir köşesine...gittim!..nereye sürüklendiğimi bile bilmeden sancılı sancılı...ağır ağır abandığım ayaklarıma hiçbir olumlu komudu veremeden, hiçbir yöne çıkmayan belirsiz halimle sürüklendim peşinden soğuk betonarme taşların...bütün vücudumun kendi köşesine çekilip beni nasıl tuzla-buz ettiğini yine ben gördüm...hem de nasıl!...hem de nasıl!..dayanılacak acı değil ki bu!..
işte geldim mahallemize gözüm!..o taştan o taşa atlayıp sancıyla gelmeni bekledim saatlerce ama bunu sana söyleyemedim...sen gelince boğazımda düğümlenecek bütün ağrılarımı-sızılarımı, bütün gözyaşlarımı, sen yokken bir çırpıda oracıkta tepine tepine bıraktım öylece...az sonra gelecektin...sonra ben hiçbir şey olmamış gibi, böyle talihsiz bir kazaya sanki kurban gitmemişiz gibi polyannacılık oynamaya başlayacaktım yine...bilirsin eskiden de yapardım bunu...eskiden de sen hep hüzünlü bakardın yüzüme...gözlerinin içinde mesken tutan, kimselere anlatamadığın derdini-kederini bir tek kendine saklardın...kaçar mı hiç gözümden, ben anlardım ama keyfinin olmadığını...deli gibi seni güldürmenin yollarını arar kıvranır dururdum sonra...n'olur bana yine öyle hüzünlü bakma Yusuf!...dayanamam...eskisi gibi güçlü değilim artık inan ki kaldıramam!..gözünü sevim gelirken ne yap, ne et; gülücüklerini beraber getirmeyi unutma!..n'olursun birkerecik de seni mutlu göreyim!.. diyorum böyle ama biz bu sefer bu acıya nasıl dayanacağız gözüm!..kim bizim dağılan parçalarımızı toplayıp bizi yan yana getirecek?..nasıl hiçbir şey olmamış gibi yüzüne güleceğiz?..sana bol moral lazımmış diyor doktorlar...sizi çok bilmişler!...sizi ezberciler!..bir kere de kitaptan konuşmayın!..bir kere de işe yarayacak birşey söyleyin insana!..yok sanki biz bilmiyorduk, içimiz kan ağlarken nasıl seni güldüreceğiz ki..? Yusuf çok hasta onu biliyorum sadece ve onu eskisi gibi bulamayacağımdan çok korkuyorum!..tanrım yalvarırım sen bana güç ver!..
zil çaldı...geldiler!...aman allah'ım bu nasıl bir ağrı, bu nasıl bir hastalık kemiklerime batıyor durmadan!...kalbim yerinden fırlayacakmış gibi...dizlerim tutmuyor...kapıya sabit gözle boş boş bakıyorum...beni bağışla gözüm!...sandım ki dayanıklıyım...sandım ki gözyaşlarıma söz geçirebilirim...sandım ki güçlüyüm...değilmişim-değilmişim meğer!..elimde değil boğuluyorum, nesef alamıyorum...yalvarırım kimse yok mu? bir bıçakla oyup çıkarsın bu saplanan acıyı göğsümden!..n'olur beni bağışla Yusuf karşında bu sefer o gülen meral yok!..ve bir daha da hiç olmayacak!..o insan gitmiş yerine başka biri gelmiş...mevsimlerden kış, günlerden Ayaz...aman allah'ım ya peki benim karşımda duran da kim?..bu bizim Yusuf olamaz!...kim bu kel kafalı delikanlı-kim bu bir deri bir kemik kuru iskelet ?..yanındakiler yengem ve amcam evet onları tanıyorum, on yaş birden yaşlanmışlar sanki, iyice çökmüşler ama yine de onları gözüm bir yerden ısırıyor...ama Yusuf çok değişmiş yanında annesi-babası olmasa yeni tanışacağım bir yabancı gibi duracak...
oyy Yusuf oyy oy oy!...oyy benim bahtı karalım!..oyy benim yüreği ezelden yaralım!...sana iyi bakmadılar mı orda?..bu ne hal gözüm söylesene!..sesler çoğalıyor evin içinde...ağıtlar yükseliyor...feryatlar...dizlere vurmalar...ben gitmişim...ölmek istiyorum...yaşamak artık işkence gibi...biz bir de sana moral vereceğiz öyle mi..?..bir yandan sesle ağlıyorum, diğer yandan tıpın sabit diliyle konuşmak istemiyorum...onu bu dertten, bu illetten nasıl kurtarabilirim...ne demeliyim-ne yapmalıyım bilmiyorum...önceden provasına hazırlanmış tüm sözcükler hafızamdan silinmiş gitmiş...terketmiş hepsi beni...yalnızca sessizlik hakim...ve herkesin sesi birbirine karışıp, bir uçurumun kenarından aşağı atlıyor...dişlerimi sıkıyorum, çatlayan dudaklarımı iyice ısırıp, kanatıyorum...kendimi dengede tutmaya çalışıyorum, var gücümle direnmeye çalışıyorum ama bunu başarmak hiç öyle kolay değil...bir yandan acı gerçeği kabulleniyorurum çabucak, diğer yandan "hayır o yaşayacak!" diye ayakta direnen seslerle boğuşuyorum..anlayacağın bir çıkmazın içinde bir o yana bir bu yana gidip-gelip iki de bir sağa-sola çarpıyorum...her yer karanlık gözümde...aydınlık tek bir çıkış-kurtuluş kapısı yok!...bütün çıkışlar tutulmuş gibi...allah'ın tek bir kulu yok sanki yanımda o an...oysa etrafım kalabalık...feryat-figan...ama ben put gibi kesilmişim kendimi oynatamıyorum...dilim tutulmuş ve kendimi zaten kaybetmişim...değil ona Moral vermek, iki çift laf söylemek bile imkansız...
sarıldım ona sadece hiçbir şey diyemeden...bir titreme nöbetine yenik düşen bedenim, onun zayıf vücudunu kucaklarken yere yıkılmamak için hâlâ ayakta direniyor...sürekli ismini sayıkladığımı hatırlıyorum onun...ama kaç dakika kollarımızı ayıramadık birbirimizden onu hatırlamıyorum...uzun bir süre yapışık ikizler gibi öyle kaldık sanırım...dakikalarca kokladım onun ilaç ve serum kokularına karışan yüzünü...doyasıya öptüm bir derhem kırmızıdan eser kalmayan solgun yanaklarını...bir daha...bir daha...ve bir daha..."tamam meral ben iyiyim, bu gidişle ölümüm senin elinden olacak" diyerek dalgasını geçip her zamanki mütevaziliğini de elinden bırakmadı...farkında değilim o an...öyle sıkmış olacağım ki serumu çıkmış görmüyorum..."bırakın bizi n'olur bırakın!..almayın bizi bizden!..varsın kıyamet kopsun umurumda değil!..zaman dursun...küçükken olduğu gibi yine hep beraber olalım!" demek istiyorum ama diyemiyorum...çıt çıkmıyor, sesimi nerde düşürmüşüm, nerde kaybetmişim hiç bilmiyorum...dudaklarım kilitlenmiş durumda tek bir sözcüğe bile yol vermeye yanaşmıyor namussuz!..sadece gözlerimizi devreye sokuyoruz...sıkı takipteymişiz gibi yakın markajdan, odanın her metre karesine düşen kıvılcımlarımızla yanıp tutuşuyoruz...
korkuyorum sanki Yusuf'u bırakırsam düşecek gibi bir hali var...sanki kollarımı çekersem üzerinden, ölüme o gün, o vakit onu yollayacağım gibi kötü bir düşünce kemiriyor her tarafımı...elimde değil bırakmak istemiyorum onu hiç...saatlerce öyle duralım...kimse konuşmasın...kimse kıpırdamasın!...bir hortum var sallanıyor sol yanında bir o yana bir bu yana...alıp koparıp firlatasım var mereti bizi rahatsız edip duruyor, aramıza giriyor iki de bir!...ah Yusuf'um yüzün sapsarı, solup gitmişsin!...kemiklerin sayılıyor teker teker, dokununca kırılacakmışsın gibi nasıl da mazlum bakıyorsun öyle!..yani siz şimdi bu çocuğu diri diri mezara koyup çıkardıktan sonra mı bize gönderdiniz de haberimiz yok?..öfkeliyim herkese...isyanların en büyüğüne yakalanıp, son noktasına yaslanmışım...tükenmek üzereyim anlayacağın...daha fazla birbirimize eziyet etmenin anlamı yok, çaresizliğimize bir kez daha yenilip oturduk yerimize...ses titreşimlerimin bozuk ve düzensiz bir şekilde odanın duvarlarına çarptığı gereksiz laflar ediyorum, hissediyorum..."nasılsın Yusuf?"...ne saçma soruydu bu şimdi ağzımda panik yapan ve bir yere yetişecekmiş gibi acelesi olup da dudak payından dışarı fırlayan!..ben de sağlıklı düşünemiyorum o an...sanki o illet hastalık bizi de ele geçirmiş, bize de bulaşmış!...dalga geçer gibi -nasılsın Yusuf?-...O ise karşımızda hiçbir şey olmamış gibi davranıyor...sanki hasta olup, morale ihtiyacı olan biziz!...
kendimi ikiye katlayıp, iyice büzüyorum oturduğum yerde...rahat rahat boşalamamanın, öfkeden kurtulamamanın sancısıyla kıvranıyorum...-ağlarsam üzülür, daha da kötü hasta olur, dayan meral dayan- uyarı ikazı beynimin şakaklarında zonkluyup duruyor...yok daha fazla bu işkenceye dayanamayacağım!...arada bir mutfak ve ihtiyaç molası bahaneleriyle gittiğim yerlerde rahatça bırakıyorum kendimi...salıyorum boğulmak üzere olan bütün hıçkırıklarımı...sonra da gayet iyiymişim gibi karşısına geçip oturuyorum...işe yaramayacak onca faydasız ve kifâyetsiz cümleyi o gün için kiralamışız...gün onların günü...kilitlendiğinde dudaklarımız hemen onlar kısa devre yapıyor, durumu kurtarmaya çalışıp dramımızın üstünü iyice parlatıp, cilasını sürüyorlar....yüzümüzü güldürmeyi başaran tek kişi var odada...o da oğlum Ali...henüz iki buçuk yaşında...
artık eski mahallemizde oturmuyoruz...herkes dağıldı bir tarafa...o eski tanıdık mahalle sokak lambalarıyla iş birliği yapmış, söndürmüş ışığı üstümüze...bizi karanlık bir deliğe tıkıp, aydınlığımızı elimizden ç.almış...şimdi her şey o kadar anlamsız ve boş ki...gurbete dönene kadar Yusuf'un her gün ziyartine gittik...ama çok dikkatli olmalıyız...her an bizden bir mikrop kapabilir ve bu durum onu iyice yokuşa sürebilir...Ali; Yusuf'la benim tek neşe kaynağımız...yolda giderken bazen soruyor: "anne Yusuf abi hasta mı?"...-hasta ama merak etme sen, iyileşecek, hiçbir şeyi kalmayacak- diyorum, keşke buna kendim de inanabilsem!..
derken dakikalar saatleri kovaladı, saatler günleri...dönüş günümüz geldi kapıya dayandı...nasıl böyle çabuk geçti zaman hiç anlamadım...oysa zamanı yerinde durdurmak ve Yusuf'un yanında ona can olmak için neler vermezdim ki!..içimden hızır'a yalvarıyorum: "ya hızır! sen bana öyle bir güç ver ki, ona sarıldığımda kendimi koyuvermiyim...onu öpüp kokladığımda bu bizim son görüşmemiz olmasın...bunu aklımızın ucundan bile geçirmeyelim...ne o ne de ben...o bunların hiçbirini haketmiyor...o içimizde en saf ve temiz kalpli olanımız...o bizim meleğimiz, sadece kanatları eksik...ey tanrım, sen onu alma bizden!..onu bize bağışla!..sana yalvarırım kıyma bu genç cana!"
gitme vakti geldi çattı işte, sarıldık son kez..."kendine iyi bak yusuf'um! korkma sen iyileşeceksin, buna yürekten inan!..gözünü sevim kendini sakın bırakma!...hem sonra Ali daha büyüyecek...biz yine geleceğiz, onun elinden tutup yine çocuk parkına götüreceğiz...n'olur kendini bırakma!..kendine çok ama çok çook iyi bak can parem olur mu!"..Yusuf başını sadece iki yana salladı...onun o hali gözümün önünden hiç gitmiyor...sanki o gün veda eden biz değil kendisiydi...hem kendine hem de hayallerinin üstüne oracıkta bir avuç toprağı alıp serpti...bizi bırakıp gitti...son kez Ali'ye sarıldı...hem ona hem bana son kez uzun uzun baktı...hava gibi buz kesen busesini son kez kondurdu yanaklarımıza...gözlerimiz buğulu buğulu uzun bir süre bakakaldık birbirimize...o kadar çok şeyi anlatıyordu ki bakışlarımız konuşmayı yine unutmuştuk...o an; ne tdk'nın kurallı bir sözcüğü ne de yirmi dokuz harfi yetebilirdi bize...o an yine sesimiz düğümlenmişti hücrelerimizde..."hadi içeri girin soğuk hava üşütmesin!" dediğimi hatırlıyorum ev halkına...kapı kapanıyor...o kapanış ve dönüş sahnesini ne süslü bir imge ne de başka bir cümle anlatabilir...o çelik kapıyı açmaya, tekrar gözümde canlandırmaya gücüm ve cesaretim hiç yok...Yusuf'un o mahsun bakışları hafızamda dün gibi kayıtlı duruyor...( buraya istesem sayfalar dolusu yazarım...o an hissettiklerim, bedenimden taşanlar, onun o masum bakışlarına hiçbir kelime yanaşmaz...hiçbir kelime bu acıyı taşımaz...bilirim...bırakalım içimde kalsın bir ömür...dile gelmeseler de olur...zaten bunları niye yazdım, neden paylaştım bilmiyorum...hatta kaç kere gelip silmeyi bile düşündüm parmaklarım bana engel oldu nedense...bilmiyorum can, sanki sayfaları karıştırınca, eski defterleri açınca yukardan bana bir vahiy gönderildi...çok da inanmam ya ama öyle hissettim...sanki Yusuf benimle konuşmak istiyordu...aynı şekilde ben de...beni teselli eden tek düşünce neydi biliyor musun eğer cennet dedikleri yer gerçekten varsa, yani huzurun ve mutluluğun olduğu adres; işte Yusuf da mutlaka ordadır...yüzü gülüyordur şimdi...)
adımımı sokağa atar atmaz feryadımı bırakıyorum...içimde bastırmaya çalıştığım yüzlerce çığlık benimle beraber kopuveriyor..meğer boğmak istediğim, koparıp yırtmak istediğim ne çok isyan ne çok gözyaşı varmış...bunu o gün öyle bir anladım ki...taa yüreğimde, aşağılarda bir yerde zincire bağlanan bir yumru vurup vurup duruyor...öyle ağır ki yerinden oynatamıyorum...amcam kollarımdan tutuyor, "yapma meral sakin ol! o daha ölmedi yaşıyor!" ama onu duyamayacak kadar s.ağırım kendime..."O değil amca...o değil...neden o söyle bana neden o?!..hak mı bu...söylesene hak bunun neresinde?"
gurbete dönüyoruz...ama nasıl, ne acıyla dönüyoruz işte bunu anlatmak güç...Yusuf'la telefonda konuşup hasret gidermeye çalışıyoruz...her gün arıyorum...sesi iyi geldiği günler umutla doluyor içim: -neden iyileşmesin?..bir mucizeye inanmak neden bu kadar zor olsun?- diyorum ama çok geçmeden ikinci gün bütün umutlarım suya düşüyor...Yusuf'un sesi yine aralıklı aralıklı geliyor...belli ki ağrıları var, bana belli etmemeye çalışsa da sesinin yavaş gelişinden bunu anlamak hiç de zor değil...birkaç gün sonra Yusuf iyice ağırlaşıyor, hastaneye kaldırıyorlar...kendinde değil benimle konuşamıyor...birinci gün...ikinci gün...üçüncü gün...beklemek işkencelerin en büyüğü...en kötüsü de hiçbir şey yapmadan, kollarımızı bağlayıp öylece beklemek!..onun ağrılarını dindirememek acıların en dayanılmazı!..ben böyle bişey görmedim, bu yaşıma kadar bilmedim!...
Yusuf hastaneden çıkıyor..."off be şükürler olsun! yusuf ayağa kalkıyor artık onunla konuşabileceğim"..tabi bu surecin fazla uzamayacağını nerden bilebilirdim?..ölümün ayak sesleri kapımızı vuruyormuş meğer...kokusu geliyormuş taa uzaklardan...ama ben hâlâ doktorların Yusuf'u takvim yapraklarına sığdırdıkları o kısa ömrünü, yüreğimde uzatmaya çalışıyorum inatla...içimde günden güne parlaklığı sönen bir ışıkla, onu o karanlıktan çıkartmaya, aydınlatmaya çalışıyorum..."yanında değilim Yusuf! uzaktan uzağa klasik laflarla iyi olduğun söyleniyor bana...acaba söyledikleri gibi gerçekten iyi misin, bizi bırakıp gitmezsin değil mi, öyleyse neden artık benimle konuşmuyorsun?"...sorular..sorular...sorular...bitmek bilmeyen sorularla kuşatılıyor yine her tarafım...biz bitiğiz..ama onlar değil...
gel zaman-git zaman Yusuf yine ağırlaşıyor...yine hastaneye kaldırılıyor...yemeği bırakın, artık su bile içemiyormuş...yengem telefonda sürekli ağlıyor...zaten ağlamaktan başka birşey de gelmiyor insanın elinden..."yenge doğruyu söyleyin bana...Yusuf...Yusuf yaşıyor değil mi?"...annem alıyor telefonu hemen: "kızım metanetli ol biraz, Yusuf ölmedi yaşıyor ama durumu çok ağır...sen bilirsin istersen gel...bol bol dua edelim onun için...çocuğu da yazık!..ah kızım ah!..ne çektiğini bir bilsen...uzakta olman, onu bu halde görmemen belki daha iyidir kızım...O bu haldeyken kaldırabilecek misin?..biz onunla her gün ölüp ölüp diriliyoruz...her gün bir yerini pansumanla kapatıyoruz...her gün açılan oyuklara parmaklarımızı koyup çıkartıyoruz...inim inim inliyor yavrum...allah'tan tek dileğimiz bu işkencenin artık bitmesi...daha fazla acı çekmesin çocuk...hayırlı bir kapı açılsın!"...( tabi bunları sonradan yengemin, annemin dilinden daha ayrıntılı dinleyecektim! ) hayatımda aldığım en zor karar işte buydu!.."onu hep iyi halde hatırlamalıyım...onu yaralar-bereler içinde değil...onu kusarken-kanarken değil...bu şekilde kaldıramam...dayanamam..yapamam anne!"...sığındığım tek bahanem işte bu!..( bu olay bugün olsaydı burda bir saniye bile durmaz, koşa koşa giderdim yanına...zaman geçtikçe herşeyi daha ayrıntılı daha farklı düşünmeye başlıyorsun...ben onu gidip görmedim diye içim içimi yiyor...evet belki bu durumda bile kaldıramıyorken, gitseydim ben de onun gibi ölüp ölüp dirilirdim ama ona sarılıp, omuz verirdim hiç değilse...titrek sesimizle bile olsa üç beş lafın belini bükerdik... büyük ihtimalle konuşamazdık zaten ama hiç değilse ona yazdığım şiirleri okurdum...ağlaya ağlaya da olsa okurdum işte!..)
bir-iki hafta içinde kanatsız meleğimizi kaybediyoruz...hastalığında olduğu gibi ölüm haberi de damdan düşer gibi söyleniyor bana...hani adaşın Yusuf da şiirinde söylüyor ya : "nasıl da rahat öyle söylediler!"...daha yirmisinde toprak olup gidiyor cılız bedeni...Yusuf'umuz yüreğimizi dağlayıp öyle gidiyor...giderken de ardında onca acılı yürek, onca gözyaşı bırakıyor...benim bir parçam da onunla beraber toprağa gömülüyor...ama onu hep kanatlarını takmış bir halde, mavi gökyüzünde salına salına beni bir bulutun arkasından şimdi görüyordur diye hayal ediyorum hep...
yazın tekrar gidiyorum o eve...o bomboş kalan Yusuf'suz eve...mahalle gitgide içine gömülüyor sanki...köpekler bile havlamıyor artık...eskiden çocuk kaynayan, sesleri yankılanan sokakta ölüm sessizliği hakim yine...yengem ve amcam dışarda oturmuşlar beni bekliyorlar...sanki bana alıştıra alıştıra onun bütün yaralarını, bütün ağrılarını açık havada anlatıp ondan sonra kolumdan tutup içeri götürecekler...sanki ilk önce dışarda bol bol oksijen ciğerlerime çekersem; duvarları baştan aşağı Yusuf'un acı ve inleme kokan odasına girebilecek gücü kendimde sonra bulabileceğim...o koku burnumdan hiç gitmiyor bir türlü...o serum ve hastalık saçan ilaç kokuları...hastaneleri belki bu yüzden hiç sevmedim bilemiyorum...Yusuf'un bir zamanlar uzandığı koltuk; baş köşede örtüsünü iyice yukarı çekmiş ve gözlerini yummuş... ölü gibi yatıyor bütün gün, eve misafir kabul etmiyor...-niye geldiniz?- der gibi bizi kovuyor resmen...işte o gün o koltukta Ali ile Yusuf'un resmini çekmiştim...elimizde kalan ve bizi avutan tek teselli hatıramız...
on iki buçuk seneyi geçti...Ali on beşine girdi...Yusuf'un bakışlarını bugün bile sıcak taşıyorum avuçlarımda...sesi hâlâ yankı yapıyor bazen kulaklarımda..her an çıkıp gelecekmiş gibi yakın bazen..bazen de arkasını dönüp gidecekmiş gibi yorgun ve tedirgin...bazen bir gece yarısı rüyamın içine habersiz dalıp; ona vaktiyle emanet etmiş olduğum ellerimi ve yüreğimi geri vermeye yelteniyor..bazen toprağa dayayıp sırtını, açıkta kalan ve üşüyen yanımı sessizce örtüyor...
"bir dahaki 'gelecek güne' kadar" dedin ya piro; valla ne yalan söylim korktum bu cümleden...daha doğrusu bir dahaki sefere hangi felaketimle hangi depremimle gelirim kapınıza, saçlarınızı (kel değilsinizdir umarım:) hangi yangınımla tutuştururum diye kendimden de korktum...
yahu insaf be!..üç gündür kendimi toparlayamıyorum...hani sana da az kızmadım değil...Ata Demirer'in de dediği gibi: "senden ötürü!..senden ötürü!"...hepsi senin yüzünden...illaki konuşturacaksın beni...
yok valla ben çok yoruldum...hayrına beni tatile falan gönderin..kendimi toparlim...yazık günahtır yahu!:))
üçüncü gün olmuş can, bir tebessüm etmeyeli...kendi kendimi ağlatmasını çok iyi bildiğim gibi, güldürmesini de beceriyorum galiba...ya da bana öyle geliyor bilmiyorum...
çok teşekkür ediyorum...herkese çok selam söyle "gule kafanızı daha çok şişirir, bu ne ki" de...
bugün Aynur'dan dinleyelim...-Lawiké Metiné - nin ağıdını beraber söyleyelim...
ah Fade! haklısın gülüm, birgün toprak olup gideceğiz...hep diyorum zaten "ölüm gelecekse, bir gökgürültüsüyle gelmeli" diye...ama Yusuf'un önce hastalık haberi, sonra da ölümü sadece bir gökgürültüsüyle gelmekle yetinmedi; depremleri, yangınları, ayazları; dört mevsimin bütün felaketleriyle başımıza yığılarak geldi...verdiğimiz hiçbir kayıp, hiçbir ölüm unutulmayacak elbet...hele ki böylesi acılar...açılan çukurlar...boşluklar hiçbir zaman doldurulmayacak...niyetim seni ağlatmak değildi canım...senin de üzülmeni istemem...hatta bunları yazarken aklıma sen de geldin, -şimdi Fade gelir bunları okur üzülür- dedim..dedim ama yine de kendimi tutamadım gülüm...sen de candan öte cansın benim için bunu sakın unutma!...seni çok seviyorum bitanem ve hasretle kucaklayıp öpüyorum...kendine çok iyi bakasın gülüm...
Zaman herşeyin ilacı derler,acın tazeliğini yititrir,gözyaşın diner,yüreğin derinliklerinde hatıraları gömersin derler,yalan derler be Meral'im.Bizim acımız hiçte kolay gömülmüyor biryerlere.Herşey dün gibi,hala yüreğimiz ağlıyor gizli gizli.Biz sadece sahte gülümsemelerle saklıyoruz kederimizi,hala zamana inatlaşıyoruz,unuttuk demiyoruz,unutamıyoruz,unutmakta istemiyoruz. Sen şahit oldun bu acılara,ben uzaktan sadece dualarımla şifa dileyebildim Yusuf'umuza.O gitti,kader mi bu,hiç hakketmediği bir acıyla Hakkın rahmetine kavuştu.Nur içinde yatsın,o kanatsız bir melek ti, canımmmm çok duygulandım yazını okuyunca,çok ağladım ama elimizden hiç bir şey gelmez ,sen üzme kendini,,,,biz hepimizde birgün bu yollun yolcusuyuz,er yada geç,bu dünya da tek gerçek bu,gerisi yalan......öpüyorum,canım benim
fotoğraftan arta kalanlara baktım gule,yusuf'a..'şimdilik bu kadar konuşayım,sessizliğimizle başbaşa kalalım' demiştin..dünden bu yana sessizliğimde pepug kuşları gezindi durdu.. şimdi sen ysuf'u bin türlü kıyımların içinden onu adeta edebileştirip ölümsüzleştiriyorsun ya, içsel duygu-acılarını kaleminde de tarihselleştirirken bir gerçeğe yakın tutuyorsun hepimizi.. smirna'da bilge bir adam vardı,sokak ressamıydı kendisi..çokça yazmış,çokça bahsetmişimdir kendisinden,bilirsin..geçen yıl ciddi sağlık sorunlarıyla uğraşıyordu fakat yine de onu sokaklardan bir gün bile alamamıştı kanserli hücreleri.. son konuştuğumuzda direncini kaybetmek üzere olduğunu söylemişti.. onu dünya gözüyle on dakika görebilmiştim..kollarımda öylece uçup gitmişti..her sabah sokağın tam ortasında küçük taburasine oturur gelen geçeni resmederdi.. kimseden maddi bir karşılık beklemez,bir kaç dakika sohbet etmeyi tercih ederdi..şimdi o saokakta bilge ressam yok..insanların dediğine göre sokak esnafı haftalarca sessizce pazarlamışlar ürünlerini..simitçi,açık büfe garsonları sessiz kalmış..kemancı uğramamış bir süre..müzik marketi vitrine siyah beyaz bir film çekmiş.. uzun bir süre o sokağa gidebilmek için direnmiştim..ne zaman gitmeye kalkışsam dizlerimde tarifsiz acılar..sokakla kendisini,sokakla düşlerini,sokakla ütopyasını birleştirmiştim çünkü.. o,farkedilemeyen özgürlüktü..resim sanatını estetize ederken,politik eylemsellikten asla geri durmamıştı...onun olmadığı bir sokak,kollarına pranga vurulmuş mahkum gibiydi.. sanatın,özgürlüğün,kardeşleşmenin sokakta,bahçede,kırlarda olduğunu inanır, kapalılığın bütün bunların mezarı olduğunu söylerdi.. sokağın kaldırımına sesszice bir kaç şiir,fotoğraf ve karanfiller bıraktığımızda,anımsıyorum da müzik marketten dışarıya peşpeşe halk türküleri çalıyordu..bilge ressam fizyolojik olarak yoktu belki fakat o,dünyanın tüm dışlanmışların,ötekileştirilmişlerin umudunda her zaman onurlu bir sıra neferi olarak yaşanacak.. bildiklerimiz hafızamızda,yaşadıklarımız ise anılarımızın en unutulmaz köşesinde sevgili gule..
-bizim imece kolektifin çokça selamı var sana- bir dahaki 'gelecek güne' kadar sen de çok iyi bak kendine gözüm..
Devrim treni yavaşça yanaşıyordu perona sokak yeni bir güne uyanırken koşaradım telaşlıydı yüreğimiz herşey doğaçlamaydı setin gerisinde saksıda sardunya, yazgısına başkaldıran figürandık sürek avında belli belirsiz kan rengiydik yitirdiklerimizle çoğalıyorduk tohumlarda
"bir dahaki 'gelecek güne' kadar" dedin ya piro; valla ne yalan söylim korktum bu cümleden...daha doğrusu bir dahaki sefere hangi felaketimle hangi depremimle gelirim kapınıza, saçlarınızı (kel değilsinizdir umarım:) hangi yangınımla tutuştururum diye kendimden de korktum...
yahu insaf be!..üç gündür kendimi toparlayamıyorum...hani sana da az kızmadım değil...Ata Demirer'in de dediği gibi: "senden ötürü!..senden ötürü!"...hepsi senin yüzünden...illaki konuşturacaksın beni...
yok valla ben çok yoruldum...hayrına beni tatile falan gönderin..kendimi toparlim...yazık günahtır yahu!:))
üçüncü gün olmuş can, bir tebessüm etmeyeli...kendi kendimi ağlatmasını çok iyi bildiğim gibi, güldürmesini de beceriyorum galiba...ya da bana öyle geliyor bilmiyorum...
çok teşekkür ediyorum...herkese çok selam söyle "gule kafanızı daha çok şişirir, bu ne ki" de...
bugün Aynur'dan dinleyelim...-Lawiké Metiné - nin ağıdını beraber söyleyelim...
ah Fade! haklısın gülüm, birgün toprak olup gideceğiz...hep diyorum zaten "ölüm gelecekse, bir gökgürültüsüyle gelmeli" diye...ama Yusuf'un önce hastalık haberi, sonra da ölümü sadece bir gökgürültüsüyle gelmekle yetinmedi; depremleri, yangınları, ayazları; dört mevsimin bütün felaketleriyle başımıza yığılarak geldi...verdiğimiz hiçbir kayıp, hiçbir ölüm unutulmayacak elbet...hele ki böylesi acılar...açılan çukurlar...boşluklar hiçbir zaman doldurulmayacak...niyetim seni ağlatmak değildi canım...senin de üzülmeni istemem...hatta bunları yazarken aklıma sen de geldin, -şimdi Fade gelir bunları okur üzülür- dedim..dedim ama yine de kendimi tutamadım gülüm...sen de candan öte cansın benim için bunu sakın unutma!...seni çok seviyorum bitanem ve hasretle kucaklayıp öpüyorum...kendine çok iyi bakasın gülüm...
Zaman herşeyin ilacı derler,acın tazeliğini yititrir,gözyaşın diner,yüreğin derinliklerinde hatıraları gömersin derler,yalan derler be Meral'im.Bizim acımız hiçte kolay gömülmüyor biryerlere.Herşey dün gibi,hala yüreğimiz ağlıyor gizli gizli.Biz sadece sahte gülümsemelerle saklıyoruz kederimizi,hala zamana inatlaşıyoruz,unuttuk demiyoruz,unutamıyoruz,unutmakta istemiyoruz. Sen şahit oldun bu acılara,ben uzaktan sadece dualarımla şifa dileyebildim Yusuf'umuza.O gitti,kader mi bu,hiç hakketmediği bir acıyla Hakkın rahmetine kavuştu.Nur içinde yatsın,o kanatsız bir melek ti, canımmmm çok duygulandım yazını okuyunca,çok ağladım ama elimizden hiç bir şey gelmez ,sen üzme kendini,,,,biz hepimizde birgün bu yollun yolcusuyuz,er yada geç,bu dünya da tek gerçek bu,gerisi yalan......öpüyorum,canım benim
fotoğraftan arta kalanlara baktım gule,yusuf'a..'şimdilik bu kadar konuşayım,sessizliğimizle başbaşa kalalım' demiştin..dünden bu yana sessizliğimde pepug kuşları gezindi durdu.. şimdi sen ysuf'u bin türlü kıyımların içinden onu adeta edebileştirip ölümsüzleştiriyorsun ya, içsel duygu-acılarını kaleminde de tarihselleştirirken bir gerçeğe yakın tutuyorsun hepimizi.. smirna'da bilge bir adam vardı,sokak ressamıydı kendisi..çokça yazmış,çokça bahsetmişimdir kendisinden,bilirsin..geçen yıl ciddi sağlık sorunlarıyla uğraşıyordu fakat yine de onu sokaklardan bir gün bile alamamıştı kanserli hücreleri.. son konuştuğumuzda direncini kaybetmek üzere olduğunu söylemişti.. onu dünya gözüyle on dakika görebilmiştim..kollarımda öylece uçup gitmişti..her sabah sokağın tam ortasında küçük taburasine oturur gelen geçeni resmederdi.. kimseden maddi bir karşılık beklemez,bir kaç dakika sohbet etmeyi tercih ederdi..şimdi o saokakta bilge ressam yok..insanların dediğine göre sokak esnafı haftalarca sessizce pazarlamışlar ürünlerini..simitçi,açık büfe garsonları sessiz kalmış..kemancı uğramamış bir süre..müzik marketi vitrine siyah beyaz bir film çekmiş.. uzun bir süre o sokağa gidebilmek için direnmiştim..ne zaman gitmeye kalkışsam dizlerimde tarifsiz acılar..sokakla kendisini,sokakla düşlerini,sokakla ütopyasını birleştirmiştim çünkü.. o,farkedilemeyen özgürlüktü..resim sanatını estetize ederken,politik eylemsellikten asla geri durmamıştı...onun olmadığı bir sokak,kollarına pranga vurulmuş mahkum gibiydi.. sanatın,özgürlüğün,kardeşleşmenin sokakta,bahçede,kırlarda olduğunu inanır, kapalılığın bütün bunların mezarı olduğunu söylerdi.. sokağın kaldırımına sesszice bir kaç şiir,fotoğraf ve karanfiller bıraktığımızda,anımsıyorum da müzik marketten dışarıya peşpeşe halk türküleri çalıyordu..bilge ressam fizyolojik olarak yoktu belki fakat o,dünyanın tüm dışlanmışların,ötekileştirilmişlerin umudunda her zaman onurlu bir sıra neferi olarak yaşanacak.. bildiklerimiz hafızamızda,yaşadıklarımız ise anılarımızın en unutulmaz köşesinde sevgili gule..
-bizim imece kolektifin çokça selamı var sana- bir dahaki 'gelecek güne' kadar sen de çok iyi bak kendine gözüm..
Devrim treni yavaşça yanaşıyordu perona sokak yeni bir güne uyanırken koşaradım telaşlıydı yüreğimiz herşey doğaçlamaydı setin gerisinde saksıda sardunya, yazgısına başkaldıran figürandık sürek avında belli belirsiz kan rengiydik yitirdiklerimizle çoğalıyorduk tohumlarda
iki şiirdir cebinde harflerinle geliyorsun ya şiire,kodlanmış tüm duyguları da deşifre ediyorsun açıkçası)..ben buna gizlenilemeyen duygu diyorum..içsel kıyımların ortak hüznünü bilseydim,belki de sereserpe yazardım.. ilanının puntosunu büyütüyorum..sevgilerimle..
iki şiirdir cebinde harflerinle geliyorsun ya şiire,kodlanmış tüm duyguları da deşifre ediyorsun açıkçası)..ben buna gizlenilemeyen duygu diyorum..içsel kıyımların ortak hüznünü bilseydim,belki de sereserpe yazardım.. ilanının puntosunu büyütüyorum..sevgilerimle..
güneşten önce düşlerin tutuşuyor ya sonsuz sessizlikler örtüyorum üzerine-
sessizlik içten içe bir çığlık,içten içe vurgun deprem şiddetinde, yeri gelir kelimelerde isyan eder,yeter artık yakamı bırak der değil mi şair....ama size bol keseden şiirler yazdırdığına göre daha yazacak çoook mektuplarınız var....siz yazın yeterki biz okuruz severek.
isyanlarda bol keseden olunca iki yakan biraraya gelmeyecek gibi oluyorsun be şair..göl sessizliğindesindir ama çalkantılı nehirler gibi yeraltından çıkar kelimelerin..bir duyguya ulaşmak istersin parmakuçlarında doğrularak.. ellerin hiçbir yıldıza değmez(değdirmezler)..şeffaf camlara razı olursun,ki hiç değilse bir tarafı,uzağında olsa da görebilesin diye.. güzel dileklerin için çok teşekkürler sevay şairim..umutla,sevgiyle..
isyanlarda bol keseden olunca iki yakan biraraya gelmeyecek gibi oluyorsun be şair..göl sessizliğindesindir ama çalkantılı nehirler gibi yeraltından çıkar kelimelerin..bir duyguya ulaşmak istersin parmakuçlarında doğrularak.. ellerin hiçbir yıldıza değmez(değdirmezler)..şeffaf camlara razı olursun,ki hiç değilse bir tarafı,uzağında olsa da görebilesin diye.. güzel dileklerin için çok teşekkürler sevay şairim..umutla,sevgiyle..
Büyük bir şiirin oluşum sürecini çok yakından takip ettim. İyiki de etmişim. Şiirlerin her zaman akıcı ve her zaman dinamik. Her birinin ardında uğraşı ve emek var. Saygılarımla... kutlarım.
Kutup Işığı tarafından 2/22/2014 12:25:50 AM zamanında düzenlenmiştir.
şiir basınca kimi zaman,alır başını kaçmak istersin,valizini,sırtçantanı geçtik ceplerine bile sığdıramazsın dik yokuşları..uzun bir yanılgının eşiğindesindir belki de..şiirle duygunun oluşumundan sentezleşirsin sabaha dek..senin de emeğine teşekkürler ışık..sevgiler.
şiir basınca kimi zaman,alır başını kaçmak istersin,valizini,sırtçantanı geçtik ceplerine bile sığdıramazsın dik yokuşları..uzun bir yanılgının eşiğindesindir belki de..şiirle duygunun oluşumundan sentezleşirsin sabaha dek..senin de emeğine teşekkürler ışık..sevgiler.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.