sevdanın sırrı
gece düşünce coğrafyasına
topladı dünün harabesinden kendini yamalı heybesini attı sırtına yaşanmamış günleri tıkarak ve yıkarak çeperindeki duvarı başı dik alnı ak gizlice koyuldu yola; sözlerini emanet gözlerini rehin bıraktı sabır taşı yastığına, ereği sevdanın sırrına ermek ve bulmaktı kırık kalplerin merhemini ayak izi olmayan patikalardan gitmekti adım adım elindeki beyaz bastonla. kendi şarkısını mırıldanarak akıyordu ırmak; yamacındaki söğüt alımlı bir kadın gibi perçemini dökmüş küçük dalgalara derin bir uykuda bekliyordu, aynı suda yıkandı çöktü yanına sessizce gövdesine dayadı sırtını, uzak bir şehirde yanan sigaranın dumanını çekti içine doya doya yüzüne taşıdı hiç tanımadığı birinin gözyaşlarını parmaklarıyla sildi damla damla paylaştı acısını… oltadan kurtulan balıkların kahkahalarını duydu, bir kozayı elleriyle soydu avuçlarına doğdu kelebek, dans ederek dönüp duruyordu ateş böcekleri başında ıslak saçlarında oynaşıyordu yakamozlar bir yıldız tarlasına dönüşüyordu adam bir yanan dağa, sanki hiç sönmeyecekti ateşi hiç kül bırakmayacaktı ardında… ve öpülmek için bekliyordu yosunlu taşın üzerindeki yalnız kurbağa. bir gece kuşu sormadan kondu göğsündeki aşiyana birden sürgün verdi filizlendi içindeki aşk tohumu… aranır mı yani sevdanın sırrı sevmesini bilene ne ki! toprağın yarasını su sarar sevenin kalbini yâr; bu da bilinmez mi! ö.n |