ÇAKIL TAŞLARININ GECESİ
** Gece.
garson, bana önce temiz bir kağıt ver, üzerini doldurabilmek için de yeterince vakit ve biraz sarhoşluk, yanında unutkanlık olsun getirebilirsen eğer sevdiğimin sesini de getir sonra uzaklaş ve git /sen şarap içersin, ama ben rakı söyledim bu gece, yoksun diye/ sesini beklerken, ilk satıra seni çok seviyorum diye yazmak geçti içimden hani vakit bulamayıp söyleyemediğim, gözlerine bakmaktan, sevişmekten oysa toprak ve hamur kokulu ellerini koklarken, sararak avuçlarımın içine taze açmış çiçek ve fırından yeni çıkmış ekmek gibi yüreğimden taşıyordun seni nasıl sevdiğimi sana anlatamıyordum ama içimden yelesi saçına benzer kısrak gibi akıyordun. /sesin gelinceye kadar bunlar yeter, merak etme yedim bir şeyler/ ve sonra bir yel olup uzun koşularda, saçlarını savurarak deniz kenarlarında çocuksu hayaller çizebilmek ıssız ada hasreti gibi, iki palmiyenin arasında saklasan da cismini gölgelere, uzak vapurların dümen suyunda sadece ikimiz isimsiz filikalar gibi kimsesiz, attığımız her kulaçta nasıl uzaklaşıyoruz bilsen bir kıran var orta yerde anlayamadığımız ama ya benim umutlarım bozuyor ya da sen söyleyebilsen. /bembeyaz mı olmuşum, biraz üşüdüm ve ay vuruyor yüzüme ondandır/ işte ne oluyorsa düşlerin uykuya daldığı gecede, bu çakıl taşlarından oluyor her biri ayaklarımdan beynime doğru, tarifsiz ve ölümcül sancılar olup akıyor tufanın dalgaları altında nefessiz ve yer yarıkları içinde çaresiz kalmış gibi ölümün attığı imzayı izliyorum, tahliye işlemi başlarken bütün kayıtlarımdan çağırsam gelmez güneşin doğduğu yönden ama arkada kalan gözlerimin haberi yok ki nasıl kapanacağından. /çok yoruldum, uykum gelmedi ama, nedense bir uyuşukluk var üstümde/ sonrası bütün karanlıkların şimdiki zaman hali, seninle kalıyor yıldızlarım ama alın yazımın değişmezliği gibi, yanımdan hiç ayrılmıyor korkularım bir kır çiçeğinin yağmurlarının kuruduğu saatlerdir boynunun büküldüğü yani canımın içi ilk gün baharlarına kış düşer ve don vurur ya tomurcukları her şeyden uzak ısınmaya çalışıyorum ama önlenemiyor işte her kürekte içimin biraz daha buz tutması. /ben kalkıp gitsem canımın içi, korkmazsın değil mi tek başına yürümekten/ *** Gecenin sonu. Ellerinin saçımda dolaştığını hissediyor ve gözlerimi açıyorum, gözlerini görüyorum, gülümsüyorsun. Ben de gülümsüyorum. Masamızın üstünde sadece beyaz bir kağıt var, başka hiçbir şey yok. Soruyorum bakışlarımla. Garson temizledi az önce diyorsun. Hesap…, ben ödedim tamam diyorsun. Haydi kalkalım o zaman. Ama dur bir dakika… Cebimden sabit kalemimi çıkarıyorum ve masadaki beyaz kağıdın üzerine ‘seni çok seviyorum canımın içi’ diye yazıyorum. Özenle katlıyor ve sana veriyorum. Alıp göğsüne bastırıyorsun. Kalkıyoruz, koluma giriyorsun… Hava bugünkü gibi. Ayakkabılarımızı çıkarıp elimize alıyor ve ‘başını omzuma en güzel yaslayan kadınla’ beraber adımlarımızı birbirimize uydurmaya ve yol üstüne serpiştirilmiş çakıl taşlarına basmamaya çalışarak yürüyoruz…….. ** ** ** * Bu gecenin öncesi. Merdivenlerden nasıl indiğimi bilmiyorum. Kendimi caddeye zor attım. Durup derin-derin nefes almaya çalıştım, beceremedim,… Göğsüm cıvataları pas tutmuş bir cenderenin pençesi altında ezildikçe eziliyor gibiydi. Sırtımı duvara dayamasam o an oraya yıkılacaktım. Caddenin kalabalığı iş çıkışı giysileri içinde daha da artmış, geniş vitrinler ise bir ışık selinin renkli girdabında boğulmaya doğru çılgın çizgiler gibi akmaya başlamıştı. Adım adım ilerleyen bakımlı araba trafiği bu ışıklardan beğendiklerini, cilalı kaportalarına ödünç alıyorlardı, birkaç metre ilerde bırakmak üzere. Başımı yukarı kaldırdım. Birbirlerine omuz vermiş gibi dururlarken içlerinin fesat duygularını ayaklarındaki daha şık ve daha pahalı ayakkabılar gibi ileri uzatan koket görünümlü binalara baktım. İçimdeki sıkıntıyı bırakacak bir pencere bulamadım. Oysa senin için en sevdiğin çiçeklerden küçük bir buket yaptırıp, gülerek gelecek ve kapını öyle çalacaktım. Bunca zamanın dost, güvenilir ve sürekli umut aşılayan yüzü, bundan sonrasına elinden bir şey gelmeyen bir kara haber olarak, takvim yaprağından koparacağım gün bile bırakmayan ulak gibi tepeden tırnağa bir kara cümleye dönüşüvermişti. Duymadım bile ardımdan ‘Sen sıkı adamsın, açık denizlerin bile bir sınırının olduğunu bilmeden rotanı maviliklere çevirmeyecek kadar.’ diye seslendiğini. Bütün tıbbi cihazlarının ve ecza kokularının arasında bıraktım ve sildim attım sesini. Merdivenlerden nasıl indiğimi bilmiyorum. Şimdi o kır lokantasının en köşe masasındayım. Seninle daha önce bir gün mutlaka gidelim dediğimiz ve belki de bir gün bir kaçamak olup geldiğimiz ya da bundan sonra asla gelemeyeceğimiz. Ağaçları yapraksız, dalları budanmış ve hatta kökünden acımasız kurutulmuş yeşilsizliği ile o kır lokantasındayım kimsesiz. Garson yaklaşıyor sessizce ve soruyor ne istediğimi. - ‘bana önce temiz bir kağıt ver’ diyorum… Cevat Çeştepe Gecenin öncesi de, gece ve gecenin sonu da geniş zaman. Düş her zaman. |
herşeyi misliyle yaşatan