0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
32
Okunma
Ben şimdi kendi içimde dolaşan o yarım karanlığa eğiliyorum.
Bir menekşenin solarken çıkardığı sessizliği dinliyorum uzun uzun.
Her çiçek ölürken annesiz kalırmış biraz,
tıpkı kokusunu unutan o kayıp çocuk gibi.
Gecenin içinden geçen o ince sızı
yine adımı yanlış hatırlıyor bugün.
Sanki başka birinin hayatında
fazladan açılmış bir parantez gibiyim.
Kapatılmamış, bir köşede unutulmuş,
içine yalnızca gök gürültüsü birikmiş.
Bu şehir beni geceleri tanımıyor;
sokak lambaları gölgemi yere döküp döküp sönüyor,
kaldırımlar ayak izlerimi hatırlamamak için hafızalarını kaybediyor.
Belki de herkes kendi küskünlüğünün
baş harfi kadar yer kaplıyordur bu hayatta.
Sensizliğin bıraktığı o mor tortuya dokununca
içimde küçük bir çıtırtı duyarım.
Sanki kırılan bir oyuncak değil de
benden kalan bir umut parçasıymış.
Ben umutları mendile sarıp saklardım eskiden,
şimdi mendillerim bile benden kaçıyor.
İnsan, kendi içindeki çocuğun elini
bir gün mutlaka bırakırmış.
Ben bıraktığım o küçük çocuğun
nerede üşüdüğünü hâlâ bilmiyorum.
Ama geceleri, kapı eşiklerinde
üşüyen biri var içimde.
Belki de o çocuk,
belki de ben.
Her kırkikindi çöktüğünde
gökyüzü bana bir yas dili uzatır.
Mavi bir ağıt, mor bir sessizlik,
yarım kalmış bir cümle verir elime.
Ben o cümlenin altına hep kendi gölgemi yazarım.
Gölge dediğin büyür sanırdım,
meğer büyük olan insanın üzerindeki yalnızlıkmış.
Yorgunluk benden mi geçti hayata,
yoksa hayat mı içimde yoruldu,
bilmiyorum.
Sorularım gecenin omzunda ağırlaşıyor.
Cevaplarım susuyor.
Ve ben,
unuttum sandığım her yara gibi
yeniden yürümeye başlıyorum içime.
Ayaklarımın altında menekşe lekesi,
içimde kül payı,
yüzümde tamamlanmamış bir vedanın o mor lekesi.