MECUSİ VE KAVLAĞANBir öfkeyle gelirsin salkım saçak. Başkalarına gidersin Babil sırlı camda. Henüz düşkün melekler yaratılmadan, sihri, Aşka yüklersin katar ciniyle. Oturup hasbihal edersin havlince. Külünklere gerilmiş en kutsal kitaba, Yeminler edersin. Dersin ki; -Ulağım sağır, kulağım çivili ölümlere. Gölgelerde birikirsin, adın güneş. Ehil bir candır kapında bu kırçıllı kavlağan. Uzat yemişlerini ve alıçları dağlardan. Gözlerime Allah diye açan, Kızıl serpuşlu çiçek miydin sen? Yok, çilesini bilir misin, Ol yokuşunda, yan visalini gözlerde. Eğilince toprağı, yükselirken arşı titreten sabrı… Günahını serseler şimdi. Taşlasalar meydanda seni, Naz makamında, Secde bulunmaz miracına. Havas bilmez gibi öfkeye düşersin. Kibrin, ardıç köküyle deler aşk kayasını. Elinde bir iplik mavzeri, Darağaçları kurduğun mevsimlere, Ayaz olur düşersin. Bu da bir deridir işte, yüzsen yüz bin kere Enel hak diyip durur. Senin elindeki kırbaç, vursa dilimin şavkına, Ay olup doğar nurum. Azazil mi oldu siyahi noktaların? Bu öfkenin vadesi de dolar bir gün, Taştığın yerden sıkılır boğazın. Adın güneş diye, Mecusi olmadık ya. Tapınası bir yoldu yakılası kalbin. Eğilirken dirseklerim değmedi diye dize, Tadili erkana uymadı mı kulluğum. Üzüm kuruyup kurtçuklar doğunca, Dersin ki; -Kulağım sağır, dilimde veremli bir söz. O zaman bir talak vakti gelir ayrılığa Öfken diner Bu kemikleri eriten köz Yakar kibrini nefsinle beraber. Ahmet Serdar OĞUZ |