Mahşerin dört atlısı
hayat yolunun bükülüp,
kambur olduğu tümsekte duruyorum solumda yükselen nida, genzimi tuz gibi yakıyor kendi hayat eksenimde sonsuzluğa göç hevesiyle yaprakların savrulduğu dal gibi sallanıyorum melankolik bir duygunun çiğle buluşmasındayım parmak uçlarıma raptiye ile tutuşturulan acı dudağımın kıyısına boylu boyunca mezar eşiyor dilimden hangi söz yuvarlansa, kanayan yaranın irin boşluğuna düşüyor… benimle aynı göğün altında yürümeyin artık kurşunların sıkıldığı gökten rahmet inmez gözlerim yıldız olup bir daha yağmayacak güzel bir kızın saçlarına sahra çölünde kum fırtınası vurdu yüreğime bu yüzden aşkı yetmiş kere taşlayıp, acıları göğsümde tavaf ettim… beni mahşerin dört atlısına bırakın kurşuna dizili hayallerimle kılıçtan geçsin bedenim göğün direkleri göğsümde gıcırdıyor İsrafil’in üflediği sûr’u en az iki kez duydum ümitlerim alt/üst olan kainatın enkazında savaşların ölüm doğurduğu çocukların minik bedenlerinde saklı ruhum isyanım küçük bir kefene sığar mı kabir sığdırır mı içine tüm acılarımı toprak paklar mı dünyadan miras kalan günahları beni mahşerin dört atlısına bırakın ki kana susamış cellat insanlık, biraz daha kan görsün… Stockholm 12.03.2018 Yerel saat: 22:10 sıralarında... |