Edip Canseverilahi kapina geldim Kusurum elime aldim al hatirin kizginligim olsun diger yanin Neyzen bilmezdim ney oldum Okurum estagfirullah Edip canseverle benim derdim nedir Dediki yastigim tastandir enim Içimden cemreler indi dereye benim ne çıkar anlamasaniz evet beni anlamıyorsaniz yani ne çıkar siz beni hiçbir şey ! sokagin geçtiği o kadın kokusu anlarında yıkanmış, mayhoş ve taranmış duygularıyla dönüşür içimde az bir menekşe, bir sarmaşık menekşe, hadi neyse, mor deriz sarmaşıklara mor deriz, mor bilinir çünkü, bir yandan güneşler kurur bizimle her yandan güneşler kurur, sanki yaz günüdür bir adam kayboluyordur bir taşra sıkıntısıyla deriz ki, "şuram ağrıyor" bir de, "başım dönüyor", "yanıyor avuçlarım" belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş, yaşıyorcasına uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık nedir mi ellerimiz-korkunçtur bir elin bir köşesinde insan olmalarıyla- korkunçtur insan olmalarıyla kıyısında bir yüreğin kıyısında gibi yangından, çok karanlıktan geçilmez caddelerinden ve korkunç anlamsız gözlerinde ha dünya ha bir park bekçisinin korkunçtur insan olmaları, bir ceset, suda bir şapka gibi sallanaraktan bitmeyen bir selam gibi, hastayken, inceyken, yalnızlıklarda aranan korkunçtur-bunu anlıyoruz-bir yüzün en çoğul beyazında korkunctur insan olmaları güz yortalarında, eriyen türbe ışıklarında ve korkunçtur eriyip kaybolmaların bir köşesinde insane olmalarıyla korkunçtur korkunç! diyerek: ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum ayrıca neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi tüketen kim. hani görmeden daha, sezmeden herşeyin bittiği yerim ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz inceliği ansızın bir ürperişte: bitti mi herşey bitti mi yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi bir rüzgar, duyulup binlercesi birden bir rüzgar birakıp giden beni bir kenara, bir uzağı, yada bir boşluğu bırakır gibi ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba. ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam kaç kere yalnız hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında okunmaz kitaplarda, uzaksı giyişlerde çocuksuz avlularda anlamsız kahvelerde, bir yolun çok avcunda, asılmış koyun butlarında ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam hiç kere yalnız hiç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan olmalarımla kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada anılar bulacaksam- anılar mi dediniz ? ne sesli bir vuruşma odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar rakılar, gene rakılar, kırıklar sonsuz yaralar bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler zorlanmış bir gülüşten-iğrenip birden-kusmalar, bulantılar bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar ölüler bulacaksam-ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa vurmalar ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu konuda ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık birşey insanın sonsuzunda bu kadarcık bir şey-iyi ya, peki, şimdi kim var sırada sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla ne güzel ellerimizle.. başlayın, hadi başlasanıza örneğin bir kahve falı ? az müzik ? diyorum biraz iskambil!.. ama hiç seslenmeyelim-seslenmeyelim-içimizden oynayalım ayrıca - dört kişiyiz! - hayır on!. - bin kişiyiz! - bana kalırsa.. ne kadarcık bir fark var bizimle bütün insanlar arasında öyleyse başlayalım: koz kupa! ah şu sinek onlusu bire bir unutulmaya çayınız soğuyacak! çayınız mı dediniz ? ne tuhaf biraz anlıyorum - üç karo! - pas diyorum! - susalım baylar, dört kupa! ah şu sinek onlusu! koz kupa! çayınız mı dediniz ? susalım! susalım-niye susalım-anılar mı dediniz ? ne sesli bir vuruşma! ya sonra ? bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra gene mi, başladınız mı ? peki şimdi kim var sırada sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla ne güzel ağzımızla.. yok canım, ben var ya, istiyorum sırada olmayı istiyorum-sahi mi- ama isterseniz siz olun siz olun, biz olalım kim olacak ? -hep böyle oyalansanıza yani "şu sinek onlusu, susalım baylar, koz kupa." gibi oyalansanıza biraz oyalansanıza. bir oyun başka olamaz oyundan gibi bir söz başka olamaz sözden gibi bir şey başka olamaz şeyden gibi tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa ne gelir elimizden insan olmaktan başka ne gelir elimizden insan olmaktan başka ne çıkar siz bizi anlamasanız da evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da. hiçbir şey ! kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek korkuyorum bir yaşlı kadın en erkek boyutunda kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta ölüm mü- yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu hiç bilmiyoruz diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı böylece, niye olmasın, işte bir orman daha sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla tam öyle gibi.. demeyin: eh, biraz yorulsak da demeyin, sakın haa, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz bilmiyoruz ya diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla ben mutsuz kişiyim, size yüzümü getirdim bu anlamda nasıl seğirttim işte, kızmayın işte, dün o hekim dedi ki dönünce birden yüzüme, yüzümün bu en yitik çağına dedi ki: siz niye yoksunuz acaba bilmem ki – doğrusu bilmiyorum – niye yokmuşum ben sahi ben niye yokmuşum – öyle ya – elbette sordum ona dedim ki – ne desem beğenirsiniz – iri bir top çekiyor gibi bilardo masasından dedim ki, falan filan.. örneğin ölüversem şu daralmış yüreği kullanaraktan ölüversem şuracıkta bakınca herkes orama burama derler mi bir ağızdan: bu ölen de kim hey tanrım! ölen de kim, yani kim yaşamış kendi adına. yani kim yaşamış kendi adına vardır ya, hani hep görürsünüz, berber dükkânlarında tam önünde kapının, beyazla kırmızı bir şey döner döner de döner öyle; hani bir simge, bir şey hani ne başlar ne biter hani ne vardır ne yoktur tanrısal bir harekettir din adamlarınca bana sorarsanız büsbütün hareketsizlik çıldırtır insanı, zorlanmaya görsün insan bakmaya hem sonra şaşarım buna, niye olmalı insansak bu akıntıda herkes gibi bir şey niye olmalı bakınca işte şurdan şuraya masalar, masada yazı makinaları derim ki, niye olmalı bu yenilgin elleri, düzensiz, ak kâğıtları sürüngen parmakları çağrısız yüzleriyle önce ve ıssız hayata bir şey demeyen bu garip adamları bu cami önlerini, bu mühür kazıcılarını mühürlere yazılmış loş, kuytu, serin yıllarca unutulmayan o kadın adlarını ve duvar diplerini, kararmış, dik yakaları bilmem ki niye yani masalar işte, masada yazı makinaları istemem, niye olmalı evleri, evlerde kalmaların umutsuz şarkıları devingen çocukları, kırılgan bardakları, kirli – mor balkonları bakımsız avluları avlular.. ve uzun ve esmer domino oyuncuları sonra gene upuzun kahveye çıkmaları öyle hep çıkmaları, güneşli, düz sokaklardan bitmeyen bir zamandan devşirmek yaşlılığı kadınsa – nasıl artık – seğirtken bir ürperişle yeniden bir erkekle.. ama hiç ummadığı öyle ya ummadığı, çünkü korkmakla bundan nemli bir vücut gibi düşürüp yalnızlığı ki sevinsin diyerek çardaklı kahvelerde yaş masalar üstünde onların anlamadığı derim ki, niye olmalı niye olmalı bilmem şöyle bir yol kenarında yerini sektirmeden ölümsüz bir şey gibi sevimsiz dilenci suratları ve akşamüstlerini, kıvrılan dudakları değişmez bakışları bir hüzün gibi değil, doğrusu değil hüzünden daha fazla, ölümsüz duyguları derim ki, niye olmalı şu oynak bacakları, yıkanmış köpekleriyle yan yana kadife ayakları bir sarı yol üzerinde neşesiz kadınlarla hep aynı çizgiyi peyleyen o yorgun çocukları herkes gibi bir şey niye olmalı varken kendini bulmak, bulmalı hem nasıl bulmalı ki, çılgınca uzaklaşan sizlere gelmek için, geçerek bir ot kokusundan atlayıp bir çiti birden, okşayıp bir kediyi ah nasıl istediğim, sizlere gelmeli belki sizlere, sizlere gelmeli bitirmiş gibi bir şiiri öyle ki, kalmadan artık yapacak bir şey kalmadan üstelik – bilmiyorum ya – biliyormuş gibi en azından ben sizin hangi ülkenizde olduğumu o zaman o zaman şimdi ne zaman, iyi bilerek gelirim de sizlere, alınınca odaya şöyle bir köşeye oturuncaya kadarki o sıkıntıyı geçerek başlarım konuşmaya derim ki, öksürmüyorum, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi tıraş olmuştum ayrıca bu gömlek yepyenidir, bakmayın ucuzdur, kötüdür, dayanılmaz kokusuna ya sonra kaç kere şaştım o tuhaf çarşılarda aynalar, danteller, cins baharatlar satılan orada bilseniz kaç kere duydum bir kızın neyi duyduğunu bahçesiz bahçelerde, ağaçsız ağaç altlarında günlerce uyunduğunu ya nasıl istedim ki, “çok iyi”, “ah ne güzel” dediklerini kırlarda, ot yiyen bir tavşanda süresiz olmak gibi ve nasıl yitirdim ben kendimi durmadım, geldim işte, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi tıraş olmuştum ayrıca gömlekten söz açınca aklıma geldi ben omuzlarımı sevmem, o geldi birden aklıma bir sürü kemiktir onlar, salt kemik, takır da takır boyuna sevmiyorum ayaklarımı da yok koyacak bir yer, bulamıyorum, gözlerim var iyi ki çünkü ben mutsuz kişi, durmadan onları kullanıyorum gözleri, göz bildiğim her şeyi yazık ki bir fırtınayla her zaman kirleniyorlar bir şehrin içinden geçen nehirler gibi sürüyüp götürüyorlar olanca pislikleri kaskatı bir intiharı, yok yerden bir cinayeti bir sevişmeyi.. o benim yapayalnız gözlerime fırlatıyorlar hıh!. işte bunlar da kendi gözleri kızarmış aklarıyla kendi gözleri her gün bir o kadar görmeyle kayboluyorlar ve dalgın bir bakışta yansıtıp yüreklerini kayboluyorlar bir bir öyle ki – ben diyelim – yeniden bulmak için onları yeniden bulmak için çırpınıp duruyorum dört duvarında kendimin. o zaman gelsin omuzlarım, gelsin ellerim ayaklarım da öyle bir üst kat manzarasıyla, bir vurgu gibi takır da takır, takır da takır boyuna yürüyüp gidiyorum onlarla parklara gidiyorum üst üste niyetler çekmeye ihtiyar kumruların ağzından kocaman kamyonlara düzenle sıralanan kutulardan birini çekiyor gibi en altından alışıyorum buna da, bu fırtınaya da bir ellik, bir avuçluk, bir anlık bu avuntuya çünkü bu hep böyle oluyor her zaman. derken bir “hey!” çıkıyor çok kısık bir sesle ağzımdan hey, sana söylüyorum, park bekçisi, serseri! bir parça şarabım var altından yaş desen kırkı bulmuş, ölümümden bir parça yani bak kısa yoldan bir toplam nasıl da çizgilendim, büsbütün aklaştı saçlarım ve yorgun bir duman gibi savrulup çay ocaklarından düzlere vursam düzlerden dağlara vursam dağlardan önce bir kendime doğru: kimsesiz, ince, sokulgan sonra hep her şeye doğru, o denli hızlanaraktan ve cansız, ve soluk kilise resimleri gibi acılı, bungun, geçerim dalgınlığınızdan öyleyse de bana, nasıl anlamam tükenmiş sevgilerce mektuplarda bulunan o “her şey” kelimesi gibi anlamı bitmek olan nasıl anlamam ben kendimi işte hey park bekçisi serseri bir parça şarabım var altından çeksem diyorum kafayı, sen bari açma çeneni açma ya, istiyorum, azıcık anlayıver beni bilsen ki o enayi, hani cam tacirinin karısı – hani ben memurdum yanlarında – gelecektir birazdan. öff!. şimdiden ne sıkıntı ha giyinmiş, sürünmüş, takınmıştır şirretliğini geçecektir karşıma, bir beni süzecektir, bir elimdeki şişeyi ama ne denir sanki, bilmez mi işte o da her şeyi nasıl teptim, bilmez mi oysa kaç kere yüz verdi, üstüme saldı gözlerini baktı ki iş yok bende, üstelik aldırmıyorum bir akşam yemeğinde, dostlarıyla beraber eliyle dürterekten yanındaki erkeği beni göstererekten: ha ha ha, hi hi hi.. gerçi sarhoştu biraz, bana ne onun sarhoşluğundan sonra bilmem ki nasıl, öyle canlıydı ki elleri durmadım, çıktım sokağa, sokaksa ne güzeldi o cansız, o soluk kilise resimleri gibi bir tanrı duruyordu, az ötelerde mutluydum, niye mi? çünkü be yaratmıştım o tanrıyı, o şeyi ah yaşasam diyorum, o günü bir daha yaşasam ve hüzün... isterik bir kadın gibi üstüne çekse beni ben sanki unuttum da yaşamakta olan her şeyi acıyı, sevinci, aşkı, o her zamanki her şeyi derim ki vakit olmayacak, olmayacak pek şimdi hanlarda, ve pirinç karyolalarda, ve deliksiz uykularda gibi tadarken bir ekmeği hep, kurarken bir cep saatini tam öyle gibi, çok alıngan birinin doyumsuz yalnızlığında o karanlık sözlerin daha bir kesinleştiği gibi vakit pek olmayacak şimdi bir bir gezindim de ben bütün mezarlıkları zakkumları gördüm ve erguvanları ölüler gördüm ölüler, bir avuç kemikle o sonsuz onlar ki ne yaparlar, hiç bilmem – ben sevmem omuzlarımı ayaklarımı da takır da takır, takır da takır omuzlarımı ayaklarımı ayaklarımı, omuzlarımı içimde yürürler doldurup uykularımı dışımda yürürler, ki benden değiller gibi kaskatı ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını yaşarken olmadığını, sonra hiç olmadığını ve nasıl isterim ki, açınca bağrımı birden der gibi, diyerekten: ey lazar çık dışarı! çık dışarı, çık dışarı! oysa ne mezarlar konuşur, ne lazar çıkar dışarı ne de bir ses olur ağzımda: kaygılı, titrek göstermek için sizlere yaşıyor diye insanı ne sanki bir böcek gibi olduğum yerde kurumak süpürün kabuklarımı! ne öyle balıklar gibi vurmak kıyıya döndürmek için sulara bir balık boyu yaşamı ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını yaşarken olmadığını, belki hiç olmadığını ya sonra nasıl işte, kuşkuyla soraraktan insan, insan, insan! ben miyim, başkaları mı ben miyim başkaları mı – yani bin köşeli, bin kıyılı bir kavrayışla istesek bir şey değil istesek daha fazla takır da takır, takır da takır omuzlarıyla ayaklarıyla nedir mi insan? – ya nedir sahi, biraz anlatsanıza!. hadi anlatsanıza! - elbette anlatırız, niye anlatmayalım - insan mı dedik, ne dedik? haa, tamam, bize kalırsa.. - evet size kalırsa - hiç canım, biraz oyalansanıza ne çıkar siz bizi anlamasanız da evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da. hiçbir şey! işte çok beyaz yataklarda çok beyaz öğlen uykuları bir suçun olmazlığı, bir elin çalmazlığı kapınızda bir deniz – ta dibinden – süresiz duyduğunuz kutsal ama din değil, bir tutku kafanızda dersiniz: bir konser sonu, geçmekte yaz ikindilerinden bir pencere sapsarı; ya sizden, ya müziğin renginden dersiniz hiç çekinmeden dersiniz: niye kullanmayayım ben bu duygusal zamanı örneğin bir balkonu, oradan balkona ekleyerekten bir dağ başını sonra balkonla dağı ansızın bitiştiren öyle bir kuş sürüsü tek kuşa benzeyerekten bir aşağı bir yukarı niye kullanmayayım ben bu duygusal zamanı niye kullanmayayım öylesi bir ustalıkla bularaktan bir yüzü, okşayaraktan saçları derim ki tam sırası, yakaraktan bir cıgara üfleyip tutaraktan bir sürü akçıl dumanı ve nasıl bir fiyakayla elleri cebe sokmalı bilirim, böylece vakit olmalı bilirim, böylece vakit olmalı bir caddeyi kullanmalı az çok, bir göğü, bir kadeh siyah şarabı denedim, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı yerler var, boyunca sokaklar, geçince çok duvarları o duvarlar ki hep öyle: akasya, erzurum, askerlik fotoğrafları ya kâğıtlar – ne de çok – çok gözlü bir deniz hayvanı kâğıtlar.. nerde bir alaska var, nerde bir alaska yok, işte onları nerde bir afrika’yı afrika.. ve akılda tutulan yerleşik insan kokuları diyorum kullanmalı o durmuş saatleri, baş başa evrensiz kalmaları şehvetli çarşıları; çarşılar.. yağ, balık, gül yazıları kocaman evleri sanki, bir kocaman anahtarları bulanık bir göz gibi – tam öyle gibi – çok kaygan odaları odalarda yan yana, erinçli, hür yatmaları diyorum kullanmalı “nereye? – bilmem ki..” işte o adamları eskimiş kanları az çok, bir filmin koptuğu yeri, resimsi bakışları peygamber soylarını, o uysal ateşleri, hurma şaraplarını ve kutsal kitapları öyle ya, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı bu ölümsüz kalmaları yani bir sonsuza varmayı boyuna – biz ikimiz seninle ama sen kimsin işte? bunu hiç sormamalı bunu hiç sormamalı; bitmesin, sürsün diye böylece, azıcık vakit olmalı korkunç, biz buna sonbahar diyoruz, oysa bir böceğin vızıltısı bir yaşlı çocuktan azalan sesi dünyanın – bir böceğin vızıltısı pis lokantalarda çekilmez akşamüstleri – bir böceğin vızıltısı bilmem. kimi duymak istiyorum ben? sizi mi? – bir böceğin vızıltısı ah şimdi o taş evin sıcağında – sanki bir anmak istediğim öyle uzak ki, nasıl nasıl bir hüznün başkaldırışı – bile değil – bir böceğin vızıltısı herkes ne çabuk göçüyor. azıcık korkuyorum. dün biri gitti olanlar oluyor işte – ne yaparsın – bir böceğin vızıltısı akşamları uykum kaçıyor. kaçsın – yaşlı teyzem diyor ki diyor ki – vallahi anlamıyorum – bir böceğin vızıltısı bir de hep unutuyorum – anlamadığımı – özürler diliyorum durmadan ohoo!. teyzem mi? uyumuş oluyor çoktan – şu kantolar ülkesinde canım eski bir üsküdar’da, bir gül kokusu ağırlığında dolaşıyor belki hay allah! nereden çıktı şimdi? bu saatte kim olabilir ki yani ben kimseyi tanımıyorum ki – kendimi bile – ah şu böceğin vızıltısı bir gün kırmızı gözlü birinin gülbahar oynayışında beraberdik her neyse, amcamın namuslu günleri neden bana kız resimli çakısını vermedi acaba, bir türlü öğrenemedim istemem düşünmeyi bile – yahu ben demin sokaktaydım, şimdi nerdeyim, meyhanede miyim konyak mı içiyorum? niye mi sevmiyorum mısır ehramlarını, osmanlı tarihini bu hangi şarkıcı – sıkıyor beni – kolyenizi sevdim nermin hanım! bu kaçak tütünü niye mi içiyorum? bilmem ki.. hani bir sorguya çekseler beni çeksinler, ne suçum var sanki, suçsuzum ben vallahi billahi azıcık dalmışımdır – ha şunu anlasaydınız – bütün suç dalgınlığımda polis mi? tutsak mıyım? ne adamsınız siz! götürün bari ilgisizliğimi bu konyak niye çok pahalı, ben bu orospuyla yattım diye mi, ayıp çok ayıp! hem birazdan gene yatacağız, öyle değil mi sevgilim siz şu hesabı getirin hele, ben böyle kalçalar görmedim ne zamandan beri gülmeyin canım! şu hayvan suratlı adam bize bakıyor da ondan, kızıyorum bu turunç likörünü kim içiyor sabah sabah? demeyin, sahi ben gene mi yalnızlıyorum gene mi, ah niye ağlayamıyorum bu güneşli istanbul vakti hani ben böyle istiyorum da, bırakın böyle olsun, öyle mi. olsun. herkes ne güzel kıyılarda ne güzel ayaklarına bakıyor bir gökyüzü dinleniyor içimizde, bir huysuz at, bir soru, derken bastırıyor o böceğin vızıltısı gittikçe bastırıyor, iyi bastırıyor şimdi, örneğin ben o vızıltısıyla uyanıyorum sabahları ne gelirse yapıyorum elimden – duymamak için – sanki bir dilim ekmeği bir yıl kadar uzatıyorum sanki bir istasyona vuruyorum ilkin, şöyle bir ilk çağa vurur gibi. iyi mi? ya da bir tren geçiyor da az ötemden, ben o trenin doğu yolcuları bir süre değişik, bir süre anlamamış, giderek tam eskisi gibi kendime bakıyorum dedim ya, ne gelirse yapıyorum elimden – unutmak için – ah şu böceğin vızıltısı bastırıyor durmadan. bense yalnızlığa daha bir yalnızlık koyuyorum, hepsi bu yani bir böcekte yaşıyorum – dersem inanın – onu deviniyorum hep, bilmem ki.. bilmem ki.. üstelik sevmiyorum da, neyi sevmiyorum, yalnızlığı, öyle mi kim bilir belki de, bütün gün sesleniyorum çünkü – nereden örneğin bir sonbahar sözcüğünden, bir dilbilgisi yanlışından, bir satır başından belki. belki de... bir doğu kentinden, bir ölü gömme töreninden, sesli bir manastırdan az çok, bin adet bir ak güvercinden kendimden, yanlış ve eksik olan bir yerden; bir nymphe masalından sanki: korkuyla sinen, şehvetle yiten, ses olan doygunsuzluğuma, benimle eşitlenen her şeyden, ama her şeyden; değil bir eşkıya çatışmasından yalnız, kuru bir dereden, dural bir kargadan, ölümün yepyeni bir sözlüğünden yepyeni bir sözlüğünden. ölümün. o yılgın silahlardan. yani bir şiir parçasından belki. bir sokak kargaşasından cinsel bir çekişmeden arta kalan bir yerden: bitkisel gözlerinden, katılmış içlerinden, o kansız evrelerinden, sürekli hüzünlerinden bilmem ki neden. işte bir çocuk durgunluğu gibi. ama tam öyle gibi. önce bir sorguya takılı: uyumlu, ürkek, bitimsiz derinleşen ve içsel bir bulantıdan. ve çirkin bir gülüşten. ve güçsüz bir atılımla belirsiz bir av hayvanının döllerinden gelince birden gelen; nedensiz bir üşüntüden, kıyısız bir denizden, ışıksız bir lambadan, az konuşkan, iletken onların dillerinden, onların kuşkusundan, onların her şeyinden, dışardan hiç bilinmeyen sinsi pis çentiklerden. sanki bir tortu gibi. arınmaz kirler gibi, gelişen artan, kendini biriktiren nedense biriktiren. sonra hep dışa vuran. birden. öyle bir pas lekesi. gibi. kararsız sözlerinden, dengesiz aşklarından, tanrısız ellerinden yenilgin. ve karşıt bir yörüngeden: dualarda eriyen, kuytularda direnen, içkilerde küçülen atılgan bir duruşla o sonrasız, edilgen böyle hep seslenirim ben. duyan kim? ama ben seslenirim – nereden nereden? – baktıkça üreyen, saydıkça çoğalan, vardıkça yetişilmeyen seslenirim kendimden: öyle soy, öyle güzel, öyle çekici vardır ya, sirenler gibi işte: “size ben öğreteceğim dünyanın gizlerini!” gel gör ki anlatamam, vardıramam sözlerimi. bildiniz, hep o böceğin vızıltısı durmadan bastırıyor. kötü bastırıyor şimdi. örneğin ben o vızıltıyla bakıyorum yanıma yöreme bakınca bir baş dönmesi – o kadar hızlı ki her şey – bir kalın testere bir gökyüzünü kesiyor tam ortasından bir katılık bir katılığa yapışıyor. bir çark dönüyor iç mavileriyle. şu, bu.. bir çocuk ip atlıyor. biri bir tel çekiyor karşıya. bir mağaza vitrini gürültüyle duruyor anlatılamaz ha babam yazıyor biri. bir haham tevrat’ı dört dönüyor – yahu bu sokaklar da kim yapmayın, meyhanedeyim ben, çok kadehten bir kadehim yok benim o kadar hızlıyım ki başım dönüyor – bari şu vızıltı olmasa iyi ya, belki de yalnız değilim – değilim de – durmuşum bir yalnızlıkta durmuşum, bunu anlıyorum, duyurmak istiyorum üstelik istiyorum – duyurmak – düşmeden bir kayıtsızlığa yani ben böyle istiyorum, bırakın böyle olsun diyorum – pek uzaktan – sevgilim, boş geçirmeyelim mi geceyi ben o senin omuzlarını düşündüm, bundandır, şimdi gözlerim beyaz benim gözlerim beyaz – hem nasıl – bilmiyorum, ya seninkisi ne dersin, hayır mı, boş geçirmeyelim mi geceyi kapasak mı pencereyi acaba geçiyor – anneniz mi – eskimiş yün kazaklarla babanız – daha erken – gelmeyen babanızla gelecek! – annenizdir – çoğalan gözleriyle kapıda gelmiyor – babanızdır – bulunmuş eşyalar arasında ağlıyor – annenizdir – yok canım, biraz oyalansanıza! gibi oyalansanıza girerekten mutfağa, soraraktan o kalaylı taslara çünkü o baş dönmesi ya orda, ya yukarda tavan arasında güveler, hep güveler, bir delik, bir delik daha biraz oyalansanıza! bir oyun başka olamaz oyundan gibi bir söz başka olamaz bir sözden gibi bir şey başka olamaz bir şeyden gibi tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa ne gelir elimizden insan olmaktan başka ne gelir elimizden insan olmaktan başka. ne çıkar siz bizi anlamasanız da evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da. Gögüslerin metis ve bereketli süt ve meyan ihtişamı ürpertiyor düşündükçe Bem beyaz geceleri basi hafifçe düşüyorlar ellerimin arasina ve sen sonsuzca emmektesin parmagini simdi raki olmasa içindeki kagitlar yazar zaten beni yada disinda bi ruh hgali satan satana ya sen olmasaydin bizde olumsuz olarak kalirdik bu tuhaf aksamlarda irkelenen ilkesi nedir onun raki olmasaydi??? Sen olabilirmiydin Damarlarimda 3/2 karisik su Gözlerin metis ve yuvarlak tüm gecelerimi aklamaktasin Zaman bluz altında sanırım ince dantel yuvalarin bakıyor eğrilerinden kumaş gibi yumuşak kapsar ellerimi çabucak açmam gerek çabucak kamaşan gözlerimin önünde terkedip yuvasini uçacak kuslarin ipuçları dudaklarınin sertleşmesinde dil zelzele gerdanin şarkısi göğüslerinin Gözlerin büyük üzüm demetleri, Yakıp gözlerimi kanatir kirpiklerimi, Gözlerin sıcak ve nemli ekmek Vahşetin ellerimi yakmakta ve zebil bebeklerin mor dudaklarında bereketli gögüslerin kandiller ardina gizlenmis gögüslerin bombalamakta öte beri ilahi senin göğüslerin rüzgar benim ortağım tan yerine dek. Ve tutulması gülümsemenin Erken yürüyüşü sabahin Yollarda nane kokusu Yağmurda saçak uçlari bir bir ıslak Ne de çok gürültülü çoğalan göğüslerin avluda bir çamaşır ipinde Yazılıdır senin kınalı çağın Gökyüzünü çekiştirip iki ucundan Bir ilkyazın üstüne koyulu gögüslerin Çıldirtılmış bir kuş yuvasi gençligin Yastıkların oralarda biriken hatıraların Yorulur pembe korkularından Ya yüreğin kaç yana akar heybelerinden Gökyüzünü sorar desenlerinden Ne de çok gürültülü çoğalan gülüşlerin Büyüyen bir su senin ardindan Evin tenha köselerinden akari kız Kamaşır ve yansır odalarda Sandıkların zenginliğinde lavanta kokulu bir ince yagiz Ne de çok gürültülü çoğalan göğüslerin gül kokusu hatiralarimin amansiz, acimasiz gittikçe daha keskin daha yogun dayanilmaz birsey oluyorsun, biliyorsun hirçin hirçin, pembe pembe öfkeli öfkeli gül gül kokusu nefes nefese. yüzü sararmis, titriyor dudaklari sakaklari ter içinde tam alninin altinda masmavi iki ates iki su iki deniz bazan iki damla yaz yagmuru mermerini emerek dalgalarinin siirler söylüyor denizlerime ve senin böyle amansiz gül koktugun gibi yasamanin herbir yerinde. Yani Sen bizi sevmesende olur Ben severim herseyi senin yerine |