11
Yorum
40
Beğeni
5,0
Puan
457
Okunma

Zeynebim, adını dağlar bilirdi eskiden,
Rüzgâr esti mi kokun yayılırdı ovaya.
Şimdi ne rüzgâr kalmış, ne de senin sesin,
Bir ben kalmışım, taş kesilmiş bu dünyaya.
Güneş her doğduğunda bir umut taşırdım içimde,
“Belki döner Zeynebim,” derdim, çocuk gibi safça.
Ama yollar hep susar oldu,
Her sabah, bir cenaze gibi çöktü içime.
Zeynebim...
Sen gideli toprağın rengi soldu,
Su bile susuz akıyor çeşmeden.
Her akşam kapını çalan yel,
Artık benimle ağlıyor gizliden.
Bir beyaz yazma bırakmıştın başucumda,
Kenarında mavi boncuk, nazar değmesin diye.
O yazmayı göğsüme bastırırım bazen,
Sanki senin ellerin dokunuyor diye.
Dağların ardında kaldı gülüşün,
Bir yankı gibi dolaşır kulağımda hâlâ.
“Zeynebim...” derim usulca,
Kuşlar bile susar o an, utanır ağlayamaya.
Komşular der ki: “Unut artık, ölenle ölünmez.”
Ama bilmezler ki Zeynebim,
Ben zaten yarım kaldım o gün,
Bir yanım seninle toprağa gömüldü sessizce.
Bir akşam vakti, gökyüzü kızılken,
Duydum sesini rüzgârın içinden:
“Üzülme, ben buradayım, her yıldızda bir parçam var,” dedin.
Başımı kaldırdım göğe,
Bir yıldız kaydı…
Biliyorum, sendin o.
Zeynebim…
Ne adını silebildim duvarlardan,
Ne sesini unuttum dualardan.
Artık kimseye anlatmam derdimi,
Çünkü her kelime sensiz eksik, her nefes yarım.
Bir gün, bir sabah,
Belki şu dağların ardında kavuşuruz yeniden.
O vakit ağlamam artık,
Sadece ellerini tutarım sessizce,
Ve derim ki:
“Zeynebim… ben geldim,
gecikmiş bir veda gibi.”
5.0
100% (16)