Adsız
Yağmur yağıyor, benim öteki gözüm nerede?
Her şeyin yarısını görüyorum. Hayatın yarısını, Tanrı’nın yarısını. Yüzümün yarısını. İki adamın omuzlarında uzunca bir tahta kutu. Nice diyarlar geçip bir ikindi üstü geldiler apartman kapısına. Ben isterdim bahçeli bir evin kapısına gelsinler. Pencerelerine hanımeli dolanmış bir evin kapısına. Güzel adamlardı, hiç konuşmadılar. Sonra ıslıklarla gittiler. Kutunuz kaldı dedim. O senin dediler. Bir çamaşır mandalına sen git bak dedim. Çünkü mandallar korkusuzdurlar ve hep başkaları için bir şeyler yaparlar. Ben de herkesin yaptığı şeyi yapıyorum. Mandalı aşağı atıyorum. Oysa o korkunç rüzgarlarda bile, Kavurucu sıcaklarda bile Benim her şeyimi sımsıkı tutmuştu. Kutu; tahteşşuur. (Böyle diyerek onun bilindik ama korkunç varlığından kaçıyorum.) Kapağın altında taklacı güvercinler, ateş halkasından atlayan arslanlar, zil takıp oynayan ayılar ve anne diyen kediler var. Boğazına kadar acayipliğe batmış bu dünyada Hala kendilerinin acayip olduklarını sanıyorlar. Annemin kana bulanmış mor entarisi var. ‘Üzerime kan bulaştırdın’ diye öfkelenip Kalbimi kestiği ve yine üzerine kan bulaştırdığı mor entarisi. Ve babamın son kez yüzüme gülerken titreyen dudaklarından düşen bıyık teli orada. Taklacı güvercinler hala en acayip şeyi kendilerinin yaptığını sanıyorlar. Ben siyah poşette taşınmalıyım. Arka sokaklardan, arka kapılardan Gizlice sokulmalıyım haneye. Bütün ışıkları söndürülmeli odanın. Kara perdeler çekilmeli. Kimse beni görmemeli. Ben gözleri öpmeyi seviyorum Öptüğüm bütün gözler kör oluyor. Ben siyah ketenden bir torbada -fermuarı ve düğmeleri olmayan bir torbada- Arka kapılardan çıkartılıp gecenin üçünde Daha baykuş tarla faresini hazmetmemişken Dağ eteklerinde, tek bir hanenin bile ışığı yanmıyorken Elektrik direği resmi mesaisini yeni bitirmişken Adı daha konulmamış bir kara renkteki gecede Annemin yolladığı incir reçeli Otobüs bagajında bir memleketin ıssız obasından geçiyorken Ama reçelin içindeki incirler gibi Olmadan ölmüş, zorla tatlandırılmış Tatlı, ölü ve buruşuk Unutmuş ve şaşkın Ben siyah bir torbanın içinde. Akarsulardan ve tarım arazilerinden Meralardan ve çocuk parklarından uzak Yalçın bir kayanın içine On yedi metre derinliğinde bir çukura Kireçlenmiş bir çukura Saklanmalıyım. Çünkü ben hep dirildim sığ mezarlardan Benim kızım sarı kasımpatı getirir iş çıkışı O daha bilmiyor kasımpatı hüsran Ben ona unuttuğum güzel şeyleri öğretmiştim çünkü Aslında ben anne de değildim Bakır bir elektrik teliydim. Tanrı’nın indirdiği. Kendinden toprağa Ben sadece iletkendim. Merdivenler gibi. Merdivenler gibi Üzeri aşınıp parlamış, altı örümcek ağı ve unutulmuş öteberi dolu. Herkesi götürürken hiçbir yere gidemesin diye Kıyılarına demir trabzan takılmış merdivenler gibi Mektup zarfları gibi. Mektup zarfları gibi, ağzına kadar başkasının sözleriyle dolu Kendi konuşmasın diye ağzı tutkallanmış. Mektup sineye bastırılır. Öpülür. Saklanır mübarek bir emanet gibi. Zarfın ağzı yırtılır. İçi boşaltılır. Serin bir rüzgar dolar içine uzun zaman sonra. Ağzını açıp içini döken herkes gibi. Zarflar hiç konuşamaz. Ağızları yırtıktır. Yay boş çekilmiş la sesinde. Durmadan la sesinde. Sabahın ilk ışıklarında damların üzerinde Gün batarken dağların üzerinde Annemin mor entarisinin üzerinde Bir beslenme çantasındaki kirli peçetenin üzerinde Zikirli sakalların üzerinde Kirli saçların üzerinde. Üşüyen bir saatin üzerinde La sesi Herkes ağlasın diye. Herkes duruyorken gidenler var diye Arka sokaklardan, siyah torbalar içinde Gidenler var diye. Babamın divandaki kalıntısının üzerine televizyonun dantel örtüsünü serdim. Solistin türküsü nefes alsın Babam tozlanmasın diye. Yok olan şeyler de tozlanır çünkü. O uyudu, iki yana düştü elleri. Annemin oklavasıyla dokundum avuç içine. Sonra oklavanın ucuna baktım Hiç merhamet bulaşığı yoktu. Babamın ellerinin üzerine minder koydum. Ben işe yaramayan ama umudumu kesmediğim şeyleri Minder altına gizleyen bir çocuktum. Beni tutamaz kimse. Çünkü ben zamanın bizzat kendisiyim. Altın kordonla bileğine doladığın saatin içindeyim. Sen sana ait olduğumu sanırsın. Oysa ben sendeyken bile giderim. Saat benim yatağımdır. Örtüsü dahi kırışmamış. Tanrı’nın camisi gibi. Orası O’nun tayin edilmiş evidir ama O orada değildir. Sen beni tutamazsın. Bir hikaye duydum Ellerim cebimde, bir seher vaktinde, Daha süpürülmemiş bir sokaktan geçiyordum. Daha kimse kimseyi olmayan güzelliklerle kandırmamıştı. Saçlar tepeden öylesine toplanmış, kirli sepetleri dolu ve çöp kutuları. Fareler ortalıkta. Karanlık yani gerçek renginde dünya Bir hikaye duydum. Tanrı, şeytanın ipiyle kendini asmış sedir ağacına. -Kendi ipini kirletmedi.- Çok çırpınmış. Ayakkabısı düşmüş ayağından. Ayakkabısı Nuh’un gemisi. Bizi kurtardı, kendi ahiretini yaktı. Tanrı yalınayak öldü. Sonra cennete gitti. Cümleten Allahsız kaldık. Bir sigara yakacaktım, gülümseyerek. Tanrı konuştu. Yeni yapılmış bir binanın bodrumundan geldi sesi. Sesini sessizliğinden tanıdım. “Sence ben ölür müyüm?” dedi. “Her şey seni anlamak içindi.” İnsanlar geçti buradan. Yerlerde kanlı ayak izleri. Ne yana kaçtıklarını ve tufan bittiğinde Nasıl geri döneceklerini bulabilmek için Birbirlerini -içlerindeki en güçsüzleri- kestiler. Benim öteki gözüm nerede düştü? Yağmur yağıyor, benim öteki gözüm nerede düştü! “Siyah torbanın içinde.” |
Kalemin doğurduğu eşsiz bir yazarsın sen. İyi ki varsın. Muhabbetle kucakladım.