tirşe en çok çalan renktir cumartesindebir yağmur fısıltında üşüyor tin uzuyor bütün cumartesiler sağır bir saksıda günbegün önce saklısını yitirdi zaman sonra maviyi... bugün bir düğme ile yer değiştirdim o benim içimde ağladı ben göğsümün iliğinde ne o beni duydu ne ben onu kahkaha atarak uyanır o gün renkler yedicenin altısı; ağırtılı bir ırmak adını unutuyorum her cumartesi ... buruşturulup atılan kağıtlarda karalanmış sözler dil kamburuna yenik düşüyor bazen buruştulup fırlatılmış kağıtlarda bir söz: kurşun; "kuş"tan üç harf fazla ama; kuş iki kanatlı; kurşun kanatsız lakin ikisi de uçuyor. göğ(s)ümdeki ku(r)şun izi sen misin ... ilkokulda açtığım kurşun kara ve kırmızı kalemler kalemtıraşın ağzında kırmızı kalem tozları bir ruj gibi öpüyor jiletini çılgın gibi açıldıkça açıldı kalemler açıldıkça küçüldü avuçlarımızda bazen bir tükenmez kaleminin başlığını geçirip bir el boyuna büyütülürdü bilinen ve en çok kullanılan bir eski eşya gökyüzü nice divanların dilinde iplikleştirilen ilmek ilmek mavisi ve camgöbeği en çok çalınan nice leyla’ların gözlerine derilen serilen füruğ ferruhzad derki: "kuş ölür,sen uçuşu hatırla." tirşe: mavi ve yeşilden en çok çalan renktir sevdiğim. uzayan cümlelerin dilimde son durağı beklemesi içimde yontulur bir taş aşekanın dalları ile her kelime özüne döner "kelm" "kelm" diye diye bugün öyle epriyerek uyandım yatağın dikenli telinden umut var mıdır dedim mecruhlu bir sevdaya ve güneşe penceremin önünde pandomime dönerken kısalan gölgeler hicran şişesini terk etmiş bir gemi her tarafta kıyısız bir cumartesi kırk yıl unutulmayacak bir gece bu fani cihanda kahvenin adı yok dudakların, ellerin bir sevişilmişliği yok hani harflerin alfâbede sonra uyandım aynaya bakmadan önümde küllükte boğulan izmaritler sonra ceketimi alıp çıktım taşınmış bir şehrin yabancı kokusu gerdanına düşüyordu yağmurun saçları yolu sıkılaştıran dar ağaçların arasından geçtik. ardımızdaki gölgeler asılıyordu durup izledim gençliğimi telgraf çiçeklerinin vakurluğunda gün; ânılar söylencesi arda kalan -ağıttan gemiler yaptık sulara- nereye saklanıyor insanlar ölüm hâlâ tanrıdan derken terk edilmiş bir duvar tek başına onca yıl ayakta kalırken yalnızlığı eğirttikçe seğirtiyor göz kuyularının elemgeçleri bir kirpiğinden bir kirpiğine saatlerce yüzdüm durup bekledim kirpiklerinde hiçbir çiçek açmadı cumartesi gibi ben henüz doğmamış bir kelebek gibi öptükçe öperdim boynundan bir ırmak boyuna ağlardı kuşlar giderdin aynadan üstelik bir şiirden düşmüş olmalı masayı dağıtan bu kalem kaç dağ kopardım boynundan öperken şimdi ondan mı bu kadar uzağımdasın ölüm sırasız gidiyordu en çabuk da papatyalar ölüyordu beyaz bir kurşun ile göğsümde yeni yaralar açtım beni yaralarımdan sev gitmiştin bir mektubu öpüp başıma bırakıp gözlerinden öpmüştüm bir hicrân öncesi cumartesi yazıyordu her yerde sen bir gün demiştin ben bir gül gidip geldiğinde ne çok yaşlanmıştım tirşe en çok çalan renktir cumartesinde maviden ve yeşilden ben cumartesi yokum bir boşlukta tuz kalleşliği işte denizin içimden akan nehire karşı hangi canertesi merhem bu bekleyiş |