Bilmiyorum...
Bugün resimlerine baktım uzun uzun
Sanki sönmekte olan bir ateşe rüzgârın değmesi gibi içimde o eski ve her zaman yeni olan sana duyduğum sevgi parladı, alev aldı bir anda. Rüzgâr gibi değdi gözlerin. Sen rüzgarsın sevgilim ben ise sönmekte olan bir ateş. Beni hâlâ diri tutan sensin. Bir gün öyle böyle ben söneceğim, külleneceğim ama sen esmeye devam edeceksin. O gün geldiğinde sönmüş ateşimi yakmaya çalışma boşa, bitmişimdir. Küllerimi al dağlara götür, sakla bir ağacın dibinde ve sen esmeye, sönmek üzere olan birşeyleri ayakta tutmaya devam et. Ta ki bir gün kendini artık taşıyamayacak kadar yorulup düşene kadar yanıma. Rüzgâr ve ateş, koyun koyuna... Öldüğüm gün, bu iyi bir haber olarak ulaşsın sana. Çünkü ömrüm sınırlıydı, dünyada seni doğa gereği bir kaç on yıl sevebilirdim ancak. Ama öldüğümde sonsuza kadar seveceğim seni. Şöyle düşün; benim her hücrem, sana tapar gibi seni seviyor ve öldüğümde bütün atomlarım, bütün hücrelerim evrenin dört bir yanına dağılacak. Bu da şu demektir sevdiğim; Seni evrenin her yanında seven bir ben var ve sevgilim, sonsuza kadar. Ve üzüntüm odur ki; kimse seni benim sevdiğim gibi sevmeyecek. Tüylü tırtıllar gibiyim ben aslında. Kış geldiğinde, karlar düşüp buz tuttuğunda, ilk önce organları, kalbi ve son olarak kanı donup, adeta ölen o tüylü tırtıllar gibi. İlk bahar gelip, güneş gösterince kendini, damla damla erir bütün buzullar ve o tüylü tırtılın donan kanı, duran kalbi yeniden akmaya ve atmaya başlar. Mucizevi birşeydir bu ve sapına kadar gerçek. Bu gerçek hikayeden bana da bir pay düşüyor; O tüylü tırtıl gibi bende adeta ölüyorum, kanım donuyor, kalbim duruyor sensizliğin ağırlığı kara kış gibi çöktüğünde üzerime. Ama ilk bahar gibi doğunca biri güneş biri ay olan gözlerin ve dünyalar tatlısı gülüşün zihnimde, çözülüyorum, kanım hiç olmadığı kadar sıcak akmaya, kalbim hiç olmadığı gibi neşeyle çarpmaya başlıyor. Seni düşünmek, hatırlamak kurtarıyor her defasında beni ölümün elinden. Bazen öyle korkunç kara kuyularda buluyorum kendimi, bazen öyle derin okyanuslarda çırpınırken, bunları düşünmek bile mide bulandırıcı inan. Sen hayatsın, ben seni sevdikçe yaşayabiliyorum. Ama eninde sonunda tüylü tırtılda ölür, ölüm değişimdir. Tırtıl, ipekten yaptığı kozasında artık bir kelebeğe dönüşmüştür ve artık uçabiliyordur. Ve bende öleceğim, kimbilir kim neye dönüşeceğim? Her neye dönüşürsem dönüşeyim, bilmelisin ki yine seni seveceğim. Ama tüylü tırtıl nereden biliyordu öleceğinide, ölmeye yakınken kozasını örmeye başlamıştı? Nerden biliyordu da kozanın içine girince kelebeğe dönüşeceğini? Kimbilir nerden... Doğanın bağrında öyle gizler, öyle hakikatler saklı ki, akılalmaz desek cuk oturur. Çocukken bulutların üzerinde oturmayı, hoplayıp zıplayıp eğlenmeyi, yumuşacık pamuk gibi bir yatakta uyur gibi onların üzerinde uyumayı, göğün mavisine dokunmayı, güneşi herkesten önce selamlamayı tahayyül eder dururdum. Çocukken çok hayâl kurardım. Hayal kurmak bana öyle eğlenceli gelirdi ki anlatamam. Bugün ise 24 yaşındayım. Ve bulutlar tıpkı çocukluğumdaki gibi orada, gökte asılılar. Yine eskisi gibi tertemiz, bembeyazlar. Gökyüzü ve güneş. Onlarda orada, engin ve berrak gökyüzü mavisiyle bana bakıyor, güneş yine çocukluğumdaki gibi gözlerimi alıyor. Ama şimdi göğe baktığımda bulutlar sadece bulut, gökyüzü sadece gök, güneş sadece ateşten bir gezegenden ibaret, ötesi yok... Bulutlar pamuk değil, dokunsan dağılacak bir sis, bir hava, boşluk. Gökyüzüne zıplasamda hoplasamda dokunamam biliyorum artık ve güneş artık çocukluğumda ki gibi şefkatli bir anne değil. Tekrardan çocuk olmak isterdim. Çünkü dünya bir çocuğun gözünde olduğu gibi değildir, çocuk, onun ne olmasını isterse dünya odur. Büyüdükçe, öğrendikçe herşeyin tadı kaçıyor aslında. Dünya zevksiz, eğlencesiz, sıradan ve benzi soluk birşeye dönüşüyor gözlerimizde. Oysa çocukken dünyayı biz yaratırdık. Hayatımda yaşadığım en güzel şey, bir seni sevmek, çektiğim tüm ıstıraplara rağmen, iki, bir zamanlar çocuk olmuş olmam. Ve ben artık hayal kuramıyorum, çünkü olayların o kahrolası iç yüzünü biliyorum, çünkü malesef öğrenerek, ister istemez büyüyerek ölüyorum, değişiyorum ve belki uçacak olan birşeye dönüşüyorum, uçacak olan birşey, kaçınılmaz kaderine, nihai sona ve akılalmaz bir sonsuzluğa... İnsan yaşlandıkça daha erken kalkmaya başlarmış. Öyleyse bu durumda ben neyim? Çünkü erken kalkmak şöyle dursun, ben uyuyamıyorum bile. Ve bu senelerdir böyle. Sanki devasa bir hikâye kitabı bu dünya. İçinde varolan canlı cansız herşeyin bir hikayesi var. Öyle ki onları okumak yalnızca gözlerle de olmuyor. Duymak bir okuma yöntemi, koklamak, görmek, tatmak, dokunmak ve hatta yürümek bile. Her adımda sanki bir sayfasını okuyorum dünyanın. Zihnim hiç durmayan, dinlenmeyen bir motor sanki. Şimdi anlıyorum. Benim hikayemse, bütün hikayeleri okumakmış meğer.. Peki niçin? Neye hazırlık bu? Literatür öylesine geniş ki, insanın ömrü yetsede dünyanın bütün hikayelerini okusa bile, hikaye bitmiyor. Çünkü bu cilt cilt sonsuzluğun hikayesi. Bu kez evrenin hikayesi başlıyor ve imkansız olduğunu bilsekte mesela evrenin hikayesini sonuna kadar okusak bile, hikayenin üçüncü cildi katlanarak önüne seriliyor. Yani bu kez de evrenden önceki şeyin akıl izan almaz hikayesi başlıyor ve bu böylece sürüp giderken, bizler de o hikayenin çoktan bir parçası haline geliyoruz. Nice insanlar geldi geçti bu kara çölden. Akıllı olanların zihninde ve dilinde şu kelimeler yankılandı durdu hep; Neden, nasıl ve amaç. Kimisi Epikürcü oldu çıktı, bu soruların cevabını bulamayacağını anladığı için, kimi soruları sormaya devam etti fitil gibi eriyip giderken . Epikürcüler sana gününü gün et derken sakın sanma ki umurlarında değil dünya. Onlarda öylesine dertlidir ki, yüreklerinde gizlidir aslında. Bu, bu şey, bu gerçek dedikleri şey eşi görülmemiş bir virüs gibidir . Düşüncen bir kez değdi mi ona, yandın arkadaş! Öyle birşey ki bu yıldırıma süper yıldırım gibi çarpar, ateşe, kendisinden çok daha sıcak birşey gibi dokunur, ateşi yakar! Evrenin en büyük okyanusu’nu bir kaşık suda boğar! Onlara bunu yapan gerçek, insana düşünün ne yapar... Haberler, cahillik dolu diziler ve programlar. Ne zaman denk gelsem acırım insanların hâline. Sadece kendi ülkemin insanlarına değil, bütün dünyanın insanına. Bilmiyorum derim, neredeyim derim, kendimi asıl gezegeninden dünyaya ceza diye sürülen bir varlığa benzetirim. Ceza öyle bir ceza ki, kırbaç yok, işkence yok, ölüm yok, daha kötüsü; milyonlarca aptalın arasında olmak. İstemeden de olsa onlarla yaşamak, onların acınası dertlerini, acınası savaşlarını, acınası ego, hırs, isteklerini, onların acınası tüm aptal hallerine maruz kalmak. Ve bir küfür tuttururum gün boyu beni böyle cezalandıran şeye! Ama bana teselli olanda hatırı sayılır bir kaç insan, kitap ve doğadır. Uzaylılar gelse, insanları kölesi yapacağından korkarlardı insanlar. Stephen Hawking ise şöyle dedi; "Bizi köle yapmaya ihtiyaçları yoktur ki teknolojileri öylesine gelişmiş varlıkların. " Aşağı yukarı böyle söyledi Hawking. Benim de bir savım var; İnsanlar, uzaylıların kendilerini köle yapacağından korkuyor ama bu korku boşunadır, çünkü insanlar zaten günümüzde köledirler. Uzaylılar gelse belki bizi bu kölelikten, kapitalizmden kurtarırlar... Bir zorundalık halinde olmaktır varolmak. Mutlaka birşey yapmak zorundasın. Büyümek, yemek, içmek, tuvalet, yürümek, seyahat etmek, çalışmak, uyumak, uyanmak, konuşmak, görmek, nefes almak, vermek, acı çekmek, neşelenmek, üremek, ürememek, vs vs, liste uzar gider. Birinden kaçınsan bir diğerinden kaçamıyorsun. Hatta kaçınırken bile bir zorundalık doğuyor, adı; Kaçınmak. Yaşamak zorundasın, hayır değilim dersen o zaman ölmek zorundasın. Varolmak, zorundalıktır. Ne iğrenç işkence ama! Akıllı bir insanı herşeyden daha çok deliye çeviren şey, dünyayı akılsız, hırslı, egoist, aç gözlü, bencil ve acımasız insanların sarmış olmasıdır. En büyük bilgi ve öğreti, sevgi ve şefkattir. Vicdandır, sağduyudur, empati yapabilmektir. Bunlardan biri olmaya görün, dünyanın tüm kitaplarını okusada insan, kara cahilin birine, hatta deyim yerindeyse korkunç bir canavara dönüşür. Ve dostlar, bugün dünya işte böyle insanlarla tıka basa doludur. Kulaklarımı uzatırım boşluğa Tıpkı kalbe uzatılan steteskop gibi Dinlemeye çalışırım boşluğu Hava ya sıcaktır ya soğuk Dışarıda ya bir gürültü ya sessizlik Dağlar heryerdedir gören göze Bulutlar, araçlar ve tüm varlıklar Ama ben kulaklarımı öyle Büyük bir ciddiyetle Dayayınca boşluğa Hayat durur Zaman durur Benim için herşey durur Aklımdan gelip geçen bütün o Köylüler, işçiler, kir, pas Kitaplar, sayılar, sesler Şehirliler, iğrençlikler Nasıl diyeyim Sevdiğim sevmediğim ne varsa Bir anda yok olur Ve ben boşluğu dinlerim Rüya gibi Sanki çok uzun Oysa çok kısa. Acele etmem Beklerim Anlamak için Sabrederim Ve başlar konuşmaya boşluk; "Sana bahşettiğim ömrü hatırla. Sana biçtiğim zamanı düşün. Geriye kalanını ömrünün, harcamış olduğun zamanın muhasebesini yap. Sen okumakla hiçbir yere varamayacaksın, ben burada bilgiye size attığım yem diyorum. Ben burada aşka, sizi kandırdığım oyun diyorum. Sizi bir kapsüle hapsettim. Size değen havayı hissedin, gözlerinize değen şeyi hissedin, bilincinize temas edeni hissedin. İsterseniz bana küfredin. Kat kat bir örtü ördüm. Karanlığın öncesiyle başlar, karanlık ikinci kat, ışık üçüncü, madde dördüncü kat. Ve siz, zavallılar! Beşinci kat. Siz ki trilyonlarca, siz ki ufacık. Bir siz değilsiniz ki beni arayan, sizden yukarı ve aşağı niceleri var daha. Cesur ol, ölü bil kendini, aptal olma ama. Gülüp geçin tüm umutlara, ideallere, inançlara. Hiçbir şey aramadığında, bedeninden sıyrıldığında, beş katlı daireden çıktığında, senden daha mesûdu olmayacak. Biçtiğim zamanı, bahşettiğim ömrü, bu sırra vakıf olmaya harca.. " Öyle bakar dururum, öyle bakar Kıpırtısısz, donuk, öyle soluk Dursam ne ayakta dururum Yatsam ne, nasıl uyurum Öyle bakar dururum, öyle bakar Mevsimler gelip geçer Gelip geçer Yaşım alır başını gider Herşey olup biter Ben, ben Öyle bakar dururum, öyle bakar Gözlerim aşina olur artık herşeye Ne renklere şaşırırım ne seslere Herşey aynı kalır herşey aynı Ben değişirim, ihtiyarlarım Öyle yağan bir yağmura tutulmak Öyle sırılsıklam ıslanmak Yaksın güneşin ateşi bedenimi Buz tutsun vücudum kar altında Ne çare! İşlemez İşlemez, hiçbirşeyin gücü yetmez Yetmez durdurmaya zamanı Yetmez bazı şeyleri başa almaya Hak senin, haksızlık senin Ama ben hiç Doğmak istemezdim. Şimdi geleceğin rüzgârları esiyor Şimdi bir önemi kalmadı onun Ben kendimi çocukken Bir ağacın dibine gömdüm. İskeletimde ki bugün ki müzik Yalnızca bir sitemdir Sahibi olmayan bir noktaya. Şimdi yalnızca rüzgâra dokunmak istiyorum, Gördüğüm halde, gerçek değil gibi Ben kendimi çok uzaktan seyrediyorum. Oysa o ben miyim? Bilmiyorum... |
Uzun bir hayali içine alarak.