İki Dost...
Mezarcı ve ceset yıkayıcı iki dostun sohbeti;
-Dostum, anlatır mısın bana, ceset yıkarken neler hissettiğini? -İlk başta sanki kendimi garip , tuhaf bir rüyada gibi hissediyordum. İlk yıkadığım ölü, 6 yaşlarında bir erkek çocuğuydu. Ağlayarak, titreyerek yıkadım onu. Aradan kaç sene geçti, hâlâ unutamadım. Çok tuhaftı dostum, küçücük bedeniyle ağır bir yorgunluk vardı üzerinde, ölüm yorgunluğu. Yaşam için daha çocuktu, yorgun olamazdı, capcanlı çevikti. Ölüm’ü düşündüm. Uzun uzun düşündüm. Seyre daldım çocuğun yüzünden bütün bedenine yayılan soğukluğa. Bu mesleğe başlamadan önce ölümü sadece bir haber olarak bilirdim. Şu öldü, Allah rahmet eylesin. Bu kadar. Onun ne olduğunu hiç düşünmemiştim, düşünmeyi hiç akıl edememiştim. 30 yıldır ölüleri yıkıyorum ama şimdi ise, bu hayattan çekip giden onca ruhun soğukluğu ile, hayatımda ki insanlara da aynı gözle bakıyorum. Birgün ölecekler ve yıkayacağım onları. Hayatlarını düşüneceğim, acılarını, hayallerini , sevinçlerini. Üzülmek mi? 30 yıl bu mesleği yaptıktan sonra artık üzülme , şaşırma ve heyecanlanma özelliğini kaybediyor insan. Sadece aynı o ölü gibi dona kalmış bir vaziyette, ne ağlayan nede bir şey hisseden bir hâlde, sadece işimi yaparak, bir gün aynı yere yatıp bir başkası tarafından yıkanılacağım güne kadar, zamanımı geçiriyorum. Ölüler, karnımı doyuruyor. Onlar sayesinde para kazanıyorum. Ama ne mi düşünüyor, hissediyorum? Sanki o ölüleri yediğimi hissediyor ve bu işten kazandığım parayla yediğim yemeği, o ölünün hayatıymış gibi düşünüp , büyük bir kasıntı ve mide bulantısıyla kusmak için tuvalete koşuyorum. Bu başıma çok geldi. Ama elimde olmadan, kendiliğinden. Akşama kadar ölü yıkayıp, akşam eve gelince yemek yiyip yatıyor, uyuyor ve sabah yeniden ölü yıkamaya gidiyorum. Hayatım ölü geçiyor! Etrafımda ki dirilere karşı hiçbir şey hissetmiyorum. Ya sen, mezarcı dostum, sen anlat biraz da.. -Senin kadar olmasada, bizler de ölülerle haşır neşir sayılırız. Önceleri, ölüyü gömerken aklıma musallat olan bir düşünce, bir paranoyak düşünce, beni tesiri altına alıyordu. Sanki uçurumun kenarındaymışım, ölü, kendini uçurumdan aşağı atıyor, tutamıyorum ne yapsamda. Düşüp düşmediğinden emin olmak için uçurumun kenarına eğiliyorum, tam o anda beni yakamdan tutup çekiyor kendine ve ikimiz birden uçurumdan aşağı yuvarlanıyoruz. Ölü , yere çakılıyor, ben ise tam yere çakılacakken birden bire tesir geçiyor, musallat düşünce gidiyor, irkiliyorum, ürkmüş bir vaziyette kendimi elimde küreğimle buluyorum. Terler içinde kalmışım, yanımda kazmayı tutan kişi, ne oldu, bir şey mi oldu? diye soruyor. İçimden ; Daha ne olsun!-derken, dışımdan; Yok bir şey-diyorum. Ama zamanla, sende olduğu gibi bende de geçti böyle durumlar. Artık ölüyle elele atlamayı öğrendim o uçurumdan. Nasıl olsa yere çakılmayacağım. Tabi bu, belli bir süreye kadar. Zamanı gelince o uçurum benden aşağı atlayacak, bana çakılacak, öleceğim. Bazen ölüyü gömmek için getirdiklerinde, tabutun altında yatan kişinin ben olmadığımdan emin olmak için, tabutu açıp, kefeni çözesim gelir. Dostum, biz bu dünyaya niye geldik ha? Ölüler ve diriler diyarının arasında ki konsolosluğun görevlileri miyiz biz? Yarımız ölüm, yarımız yaşam. Bütün bu şeylerden sonra, bende senin gibi bu yaşıma kadar hiç evlenmedim, sevgilim dahi olmadı. Dünyevi bütün arzulardan, isteklerden, hayallerden vazgeçtik biz.Yüreğim kaldıramaz o kadarını, anlıyorsun demek istediğimi değil mi? -Anlamaz mıyım... |