Bileğimden yazıyorum
Yürürken, cebimde saklıyorum,
ay ışığında yıkadığım ellerimi… Şıngır şıngır sesi, elinde güneş kursu hititli geliyor karşıdan, “Moruk ne haber?” diyorum. Dörtbin yıllık gülümsemeyle geçiyor yanımdan. Arkama bakıyorum, sokak sakin… Yürüyorum, geceyi iterek, bir kadın bekliyor köşede, bok kokan hayata rağmen orada, ön dişi eksik, “Üflememi ister misin?” diyor. “Pardon?” “Anla işte, çok iyi emerim, çikolata tüpünü emer gibi…” Teşekkür ediyor, köşeyi dönüyorum. Dolmayan boşluk taşıyorum yüreğimde, insanların, beş dakika mutlu olabildiği bir yer var mı? Para ödemeden, bir merhaba karşılığında… Düşlerini gömdüğün yeri unuttun mu? Ya da seni gömen düşlerin mi? Ölüm, gelmeden bir saat önce haber verseydi, veda değil, son bir kadın için kullanırdım şansımı. Yürüyorum, gül misali çıplak ayaklarım… Denize değil, mezara sok ayaklarını, serinlemek neymiş görürsün… Kumsal görünüyor uzaktan, ay ışığında süt veriyor Akdeniz, emzir beni Artemis, bereketli onsekiz memenden biriyle… Zamanın, saat görünümlü putlarına tapıyorlar, hepsinde bir ya da birkaç tane var, kutsal gibi taşıyorlar, duvara asıyorlar, yatağın hemen yanına, başuçlarına koyuyorlar, şehir meydanına dikiyorlar taştan olanları, aşamadığı tek şey insanın, zamanı… Yürüyorum, kumsalın karnına, ellerim yabancı, yüzüme yıllardır orada değiller sanki, benim değilmiydi ellerim? Kiraladığımız elbise mi bedenler? Ya da kullan at mı? Aynadaki yüzüme bakıyorum, “Kimsin sen?” diyorum. “Yalancı mısın? Kumarbaz mı? Aşık mı? Kim koydu seni oraya? Ya da beni buraya? Bir merhaba bile yok mu?” Sırtında amfora taşıyan insanlar çıkıyor denizden, uzanıyorum kumsala, Ne gece! Birkaç aşık öpüşüyor ötede, yengeçler kıkırdıyor, beyaz balina geçiyor açıktan, yuvarlanan dalgalar, bir avuç meltem çıkarıyor dipten… Merhaba! Evrene, güneşlere, aylara, gecelere, sabahlara, adı henüz konmamış, bilmediğim, bütün herşeye, buradaki geceden koca bir merhaba! Kelimeler kısa kalırken manaya, birde ölçüye, tezgaha mı sokayım onları? Elimle değil, bileğimden yazıyorum şiiri… |