Eylül GüneşiI. Mevlevi sedasıyla hür dünyaya haykırsa, Deprem olsa heceler, taş kalplerde fay kırsa! Semazen döngüsünde Zümrüdüanka tüyü, Yirmi yıldır beklenen efsunlanmış teleğim, Bir kez değse elime bozulsa kara büyü; Yoksa ben seni asla anlatamam meleğim! Melek: Acılı anne, ülke: Irak, düş: Barış. Özgürlüğe susamış toprağında her karış! II. Dualar zincirinin halkasına eklenen, Arşa açılan eller ve sabırla beklenen: Çift kurban adağında Hakk’tan dilenen bebek, Her biri asır olan yedi yıl sonra doğdu. Anne pembe bir güldü, oğul beyaz kelebek. Bebek, anne-babayı büyük sevince boğdu! İlk gün kurban kesildi, dağıtıldı hediye, Bahtı da kendi gibi çok güzel olsun diye. Muskalarla karışık yedi nazar boncuğu, Kem göz değmesin diye dizildi beşiğine. Kurşun bile döküldü belki korur çocuğu... Besmele çekti baba geldikçe eşiğine. Nur yüzlü dedesinden duaları okundu. Annenin gül dudağı kelebeğe dokundu. Kutlu bebek büyüdü, geldi yedi yaşına. Bir maçta fileleri havalandıran şutu, Gördüğü günden sonra belâ oldu başına, Rüyalarına giren: Sihirli camlı kutu! O fileler aklına öylesine soktu ki... Çocuk çok istese de, paraları yoktu ki! Üzgün çocuktu artık isteği yasaklanan. ’Başka çare yok! ’ diyen anne öne atıldı, Bütün serveti olan, sekiz yıldır saklanan; Birkaç altını ile, tek kuzusu satıldı! Çocuğun rüyaları sonunda gerçek oldu: İki odalı eve renkli bir dünya doldu. Anne-oğul beraber karşısına kuruldu, Çocuk haksız değildi, ne büyülü ekrandı! Anne diziyi sevdi, oğlu maça vuruldu. Biricik oğlu sanki tahta çıkmış sultandı. Bir tartışma başladı konu: Yeni nesildi. Haberler okunurken anne dikkat kesildi: Birleşmiş Milletler’in, eğitim ve bilime, Bakan kültür kurumu: ’ İki bin yedi yılı: Mevlana Yılı! ’ dedi. ’ Demek artık dilime, Düşen isyanı duydu; senelerce tek kılı, Kıpırdanmayan dünya harekete geçiyor: Sevgi, barış, kardeşlik, hoşgörüyü seçiyor! ’ III. Anne: ’ Koş oğlum! dedi, deden tez gelsin beri; Kendisi gelip duysun, izlesin bu haberi.’ Dedesine giderken kader ağını ördü, Çocuk yol kenarından kaldırıma atlarken. Baba biraz uzaktan kendi gözüyle gördü: Bomba yüklü araba birden bire patlarken! Onlarca beden sanki havada birer kuştu, Toz dumanın içinde dağılarak uçuştu! Çılgın gibi koşarken baba olay yerine, Kaç kez ayağa kalktı, kaç kez yere yıkıldı! Hançer gibi bir acı yüreğinden derine, İnerken anlamadı kimden kime sıkıldı, Uçuşan mermiler hep masumlara üşüştü, Üç kurşunla vurulan baba da yere düştü! Oğlu geciken anne patlamayı duymuştu, Dedeye koştu hemen, çocuk yoktu meydanda. Anne, içinden gelen endişeye uymuştu, Hastaneye ulaştı en kısa bir zamanda. Eşiyle karşılaştı, ağır yaralanmıştı, Sessiz ecel kapısı çoktan aralanmıştı! Şüphenin kızıl koru yüreğinde erirken, ’ Oğlumuz...’ diyen anne, kalbini yangın alan... ’ Görmedim! ’ dedi beyi son nefesi verirken, On beş yıllık eşine, ilk kez söylenen yalan! Anne ummana düştü dünya artık neyine, Ağıtlar çift yakıldı, bir oğul bir bey’ine! IV. Felek bir yazı yazmış, mahşere dek silmiyor, Mesken tutmuş körduman başından eksilmiyor! Hüzün saltanat kurdu daha sonraki günler. Kalbine çift’e hasret yerleşti yavaş yavaş. Savaşın yasasıydı ölümler ve sürgünler. Ocakları söndüren yirmi yıl süren savaş, Elinin tersi ile nimetleri itmişti. Dedenin asil soyu yeryüzünde bitmişti! Yaslı gelinden başka kimsesi kalmamıştı. Nasıl yanmasın dede; oğul tek, torun tekti. Ecel bir kez sarılmış, bir daha salmamıştı! Dede ölene değin iki şeyden çok çekti: Canevinin içinde küllenmez kızıl korun, Hele hayalden göze perdelendikçe torun! Izdırabı gözünde sel olup çağlamaktan, Dedenin gözyaşları ne azaldı ne dindi. Torun ve oğlu için devamlı ağlamaktan, Üç ayda gözlerine dumanlı perde indi! Ömür mevsimi artık bahara dönmez kıştı; Yer demirdi, gök kurşun arasında sıkıştı! Elbet her ülke gibi, Irak da bir anneydi, Melek yüzünü her gün gözyaşıyla yıkadı! Takvim sayfalarından düşen bu zaman neydi? Usulsüz mahkemede, ehliyetsiz bir kadı! ’ Adalet! ’ diyen sesin kesilmekti hissesi, Dedenin ağıdında Irak’ın kendi sesi: V. Geçmişim fidye ister gelecek her seneden, Her yılım öncekinden beter değilse neden? Islak kirpiklerimin billûrunda saklıdır, Gözlerimden süzülür Dicle ve deli Fırat. Mutluluğun perisi ülkemde yasaklıdır! Köprülerim tutulmuş her biri sanki sırat. Yıkılan mabetlerde kıblemin yönü harap, Alev gibi dökülür elime Şattülarap! Reva görülen zulüm sizce neyin gereği, Beş bin yıllık tarihin sil kalemden inkârı? Zulüm olmuş halkına hükümdarın ereği! Kendi yurdunda esir mazlumlar kimin kârı? Hışımlı bulut gibi başa gelen şer belâ, Kerkük semalarında, ağıt yakar Kerbela! Ayakları zincirli, elleri kelepçede. Kaç zalimin elinde çaresiz kaldın halkım? Sarin gazlı bombalar patlarken Halepçe’de! Panzehir salkımından esirgenen bir talkım. Nifakın sinsi eli dolaşır usul usul, ’ Sıra bende mi? ’ diye tedirgin kalır Musul. Kanatlanan her umut vurulur gökyüzünde, Hardal gazı kokuyor etraf toz-duman, yanık. Melek düşünde melek boğuluyor hüzünde. Hem suçludur hem güçlü mağdur rolünde sanık. Mizan isyanda bugün şer konmuş kefe ağır, Diller suskun, gözler kör, kulaklar duymaz sağır! Selahaddin Eyyubi! ... Sen bana O’nu çağır! VI. Bin iki yüz yedide Horasan’dan Hayfa’ya, Bir Güneş doğmuş derler, nur iniyor sayfaya! Babası Bahâeddin, Ulemanın Sultanı. Anne: Belh Emiri’nin kızı Mümine Hatun. Otuz Eylül gününün, bambaşka olur tanı, Kenarları nur ile sırmalanan bulutun, Müjdesini dünyanın sisli ufkuna asan, Hoşgörü Güneşi’nin doğduğu yer: Horasan. Geçtiği kutlu yerler: İlk durağı Nişabur. Kutsal topraklar için Bağdat’a yol alırken, Saygıyla geçit verir Fırat koynunda Habur! Hacı olur Kâ’be’de nur içinde kalırken, Mekke’den, Şam’a derken; Erzincan, Konya yolu, Mevlana’ya açılır, son durak Anadolu! Ey, ’ Hamdım, piştim, yandım.’ diyen! Kalplerde yerin, Ne Şems-i Tebrizî’nin simasında gördüğün, Mutlak kemâlin nuru kaybolur ne eserin. Şeb-i Arûs bir nevi gelin gecesi, düğün! Son vedanın hüznünde şeyh Sadreddin Konevî, Mirasındır Divan-ı Kebir ile Mesnevi... Mevlana! Hiçbir şeyi inkâr etmeyen biri, Zulmette kalanlara rehber, rahmani seda! Sevgiden söz etmeyi öğreten bir aşk piri. Akıl, ruh ve sevginin üçgenindeki feda. Hakk’a gönlünü verip benliğini kaldıran, Gönüllere sevgiyi, hoşgörüyü aldıran! ........ Şair, yeter yanmasın daha fazla şu bağır! Tomurcuğu açmadan gül solar gülşenimde. Eylülün son güneşi Mevlana’yı tez çağır! Yıllar var ki esirim ben kendi bedenimde. O’nu çağır! Göğsüme övüncün armasını, Vicdanlara hoşgörü barış haykırmasını, İpek gönül tülünün ibrişim sırmasını! ... |
Merhaba,
Manevi tadı pek yüksek ve doyurucu ! Yüreğine berek !
Kutlarım ,saygılar !