mumları ne zaman yakacağız?
bu şehrin ışıkları, suların üzerinde oynaşıyor
yalın yürek bir kadın senin gibi ve bir köşe bulsak üç kadeh demlenecek boğazıma vurur her bir kadehin dibi birkaç sözden ibaret ne varsa görülen hor yarı şeffaf laflamamızda sorgu sual yok gecenin ayazında varıp gidemediğimiz o meşhur edirne bayırında sabahlamak zor elim ayağım buz kesilmiş, halbuki kıssam çok muktesit zamansa önümde su gibi akıp gidiyor… martı çığlıklarını boğar vapur sirenleri yüzünü haydarpaşa garına vereceksin bağından kovulmuşlar gibi bir şeylerden vazgeçerken terk ederken toprağını yalınayak karış karış burgazın cüssesinde açtığım yaralar derin her zaman yaptığım gibi eli boş dönmek akşamdan kalma o soysuz karanlığa mana arayış sanki daralan dört duvarın uyutmuyor hayatıma kastı olan bir ilkbahar çiçeği nedendir beyazlığı hiçbir vakit kir tutmuyor yol yordam bilmez, belli belirsiz geleceği kim bilir burnundan soluduğun her an o kahve tadında kahveye çalan gözlerin çinli bir savaşçının okunda kıvılcım çakan bulduğun her boşluğa karaladığın sözlerin… esasen geçmişi defnettikçe yaşıyorum tuhaftır, ne zaman laflayacağız suna her fısıldayışımda yarı firari küskünlüğüne şaşıyorum ben ıslığındaki rüzgara sövüyorum, o bana ne içersem burnumdan geliyor vücudumu kaplayan bir kahır, irice simsiyah bir kahırdır alamadığım kendim bir duvar, vakitsiz ketum ve sağır sen ateş kusan bir volkan gibi hırçın yarı mahcup sedasız gecenin kokusu ağır ve marmara akşamının melteminde söyleniyor deniz ve yine içimizi kemiren ayrılık korkusu ağır ve yine hislerimde kıvranacağım kimsesiz tenhalığında loş sokaklar geceye mahsus ve uğultusunda bir benim kalan mahsur kimi zaman takatim olmaz konuşacak yağmuru yemiş toprakta ekin tarlası sakallarım acısı suratında tomurcuk, diken ve yalan olur birkaç ukala bira şişesi balayı yaşasak o ‘parlament’ adını verdiğimiz müsellim yolunda sen beni arayıp sordukça keyfim yerinde tuhaftır, mumları ne zaman yakacağız suna? raşit nadir, |