1
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
175
Okunma

Ayakların, kumun derin çizgilerinde
bir yüzyılın hasreti gibi çatlamış—
her bir çatlak bir çocuk ağlıyor içinde,
her bir topuk, bir evin külü.
Babamın ayakları değil yalnızca;
tüm tarihimiz, tüm umudumuz orada ezilmiş.
Gözlerim resmi kaydırırken
dudaklarımın arasından sessizlik dökülüyor:
ölümle kol kola yürümenin korkutulamayacağı bir yürek,
çoktan yarasını saklamış, kanı kurumuş.
Sana bakıyorum, Gazze’nin babası,
ellerin yok belki ama ellerin dili var—
ayakların, toprağın diliyle konuşuyor:
“Su verin,” diyor; “tohumlarım ölmesin.”
Çatlaklar toprak kadar susuz, susuzluk kadar ağır.
Kum, tenine yapışmış bir yas gibi,
geçmişin çığlığı gibi, henüz söylenmemiş şarkıların içinde.
Benim içimde bir sel var, kelimelerim taşmak üzere,
ama perişanlığın önünde hepsi yabancı.
Çünkü senin ağrın tasvire sığmaz,
senin göğsündeki ateş, dillerin söndürmeye çalıştığı türden değil.
Benim işim var ama iş daha sonra,
konuşacak zamanım yok, çünkü senin gözlerinin dili acil.
Siyonizm’i süpürecek gün için beklemek de sabrı zorluyor;
beklemek de bir tür savaştır, direnirken tükenen nefesle.
Bu hayatın şiiri, ayaklarının krokisini çizerek başlasın:
her adım bir veda, her duruş yeni bir direniş.
Kör bir gökyüzü altında, yıldızların taşkınlığını anımsatan bir umut var
sessiz, inatçı, çorak toprağa kök salmaya hazır.
Sen, ayaklarıyla dua eden adam,
tohumları avuçlarına alıp fısıldayan adam,
susuz kuyuya bir nazar gibi baktın, yine de dik durdun...
Bırak şehrin molozları şarkı söylesin,
bırak enkazın göğsünde yeni bir müzik çalsın—
çünkü küllerden de çiçek çıkar, eğer biri su isterse onlara.
Senin ayakların yükten çatlamış olabilir,
amma tohumlar hala rüyalarını saklar;
bir damla su, bir küçük hareket,
ve gövdesi çatlamış bir fidan yeniden yeşerir...
Benim içimdeki kelimeler, senin ayaklarının altında eğiliyor,
her biri bir mendil, her biri bir mektup.
Yazacak kelimem yokmuş gibi geliyor bazen,
ama suskunluğum kentin bağrında bir davul gibi atıyor—
çünkü senin sabrın, benim suskunluğumun muhafızı.
Ve ben söz yerine eylem isterim; şiir yerine el,
ama şiir de eldir: kelimelerle su taşıyan bir kovadır
ve ben şimdi o kovayı doldurup sana veriyorum...
Düşmanlarına karşı söylediğin o eski marşlar hâlâ yankılanıyor,
ama asıl marş, her sabah sabahın ilk ışığında uyanmak,
çocuklarına ekmek aramak, yaralarını sarmak, uykusuzluğa inat gülümsemek—
işte en ağır zafer budur.
Siyonizm’i süpürecek gün belki uzak,
ama her attığın adım, her ezilmiş topuk, o güne bir merdivendir.
Kum taşındıkça, adın tarihin derinliklerine kazınır...
Sana bir söz: tohumlar göverecek.
Bunun için dualarım, şiirlerim, ellerim hazır.
Senin ayakların dünyayı taşıdıysa eğer,
ben de bu kelimelerle o yükün bir parçasını alırım.
Gözyaşlarım sel olduysa eğer,
o sel Siyonizm’in yollarını aşındıracak bir nehir olsun.
Ve unutma—ölümle korkutulamazsın.
Çünkü senin yüreğin, ölümle kol kola yürüse bile,
içinde bir bahar saklar; saklı bir yangın,
tohumları çatlatacak, susuzluğu kıracak bir alev...
Kalk, baba, kumun üzerinde dursun ayakların,
çünkü her duruş, yeni bir başlangıçtır.
Benim yazacak kelimem yok demiştin ya—
al bu mısraları, senin için yazdım, namusun ve sabrın için;
her bir hecesi, kırılgan çelikten bir merdiven.
Siyonizm’i süpürecek gün geldiğinde
ayakların, kumdan bir çiçek gibi açacak;
ve o çiçek, zalimin ayak izlerini silip atacak...
Erol Kekeç/02.10.2025/Sancaktepe/İST
5.0
100% (1)