DEMİR KAPI KÖR DUVARLAR
Tarih otuz araIık bin dokuz yüz seksen sekiz
mevsimlerden kara kış hayatımın sanki başladığı an dilim dostu zikretmekte yüreğimde heyecan şimdi; hanemde bayram havası var vuslat bulutlar ardında saklı. açılmıştı bu kez önümde... umutsuzluğun paslı kapısı ağır ağır girince bedenim kasvetli beton kafese derin bir ohhh çektim o an kaldım nefes nefese. Daha sağlam basmaktaydı yere ayaklarım gözlerimde görülmeye değer ıslak nemli ışıltılar ve ben, ellerimin arasında hissediyordum sıcaklığını ve kokusunu ekmeğin uzunca bir aradan sonra tekrar onun için değilmiydi ki bunca koşuşturmaca ve telaş gece gündüz demeden baş açık yalın ayak neyse feleğin çarkı döndü bu kez bizleride içine alarak. İçimde sevinç,hafif tebessüm elimde atanma yazısı kara günler bitti diyordum artık hey gidi günler hey, kalmadı yarınımın ne olacak kaygısı ayaklarım kazanmıştı zaferi yollarda aşındıramayacaktı papuclarımı boş ellede dönmeyecektim ya yuvaya bir avuç şeker ve göz yaşıyla ilk kez evde kucakladım ağlayarak çocuklarımı. Attığım ikinci imzaydı bu itirazı olan varmı diye şahitlere sorulmadan Allah’ın bana bahşettiği nimet yılın son gününe rastladı gördünmü bak gönül Ahmet ile tuttuğum o ilk nöbet. Ana malta yüz adım,adım adım sayılır duvarlar kalın perde yusufiye diyorlar burada adına tesbih tesbih ya sabır çekilir. Zaman geçmiyor durmuş saatler yerinde çakılı umutlar ekiliyordu voltalarda duman duman cigaraya sarılı yirmi dört saatte rutin işler sekiz saatte bir sayım bir sürgü sesinde yıkılır düşler ya şebeke kapısında nöbette ya da B/bloktayım. Oysa geçiyordu yıllarım ard arda farkında olmadan kokusu sinmşti üstüme rutubetli basık damın yüzler aynı işler aynı hal aynı tığ işlemekten elleri, nasır tutmuştu adamın her ilmekte bin kez ölür bin kez dirilir burada umutlar yarınlardan haber verir yarınlara kanat çırpar kırlangıç ve martılar. Siyah renk hakimdir burada karanın her tonunu görmek mümkün çiçekler filiz vermez koklanır hasret,koklanır hüzün bura ökseye tutulmuş canlar yatağı bura aslanın kediye boğdurulduğu yer vebal ve günahların dolu sığınağı bura insanın diri diri toprağa gömüldüğü yer. Koridorun ilk başı subyanların tepeden tırnağa bilmeden batağa gömülen çocukların akranları oyun oynarken sokaklarda masumiyetleri yüzlerinden okunur, okunur çocukların sığmaz içi içine insanın kapı önünde herkes pür dikkat kesilir sancılı geçer görüş günleri ağlamaklı bir çift gözün heyecandan tir tir titriyordu elleri Kimi anadan ayrı kimi yardan kimi ciğer paresinden kimi candan kimi öfkesine mağlup kader kurbanı kimi kimsesizliği yaşarda ondan dedim ya dert küpüdür ona sorarsan eğer hele bir dokunda gör bin ahhh işitirsin katran gibi bir yudum çay dibinde nice serap nice düşler görürsün. Mahkeme günleri ayrı hengame ortalıkta gerginlik bir endişe hakimin dudakları arasında, gider gider gelir insan hüküm ya sevinç ya hüzne gebe geceler; sanki yedi boğumlu akrep dar kurulur orta yerine odanın her nefeste bir yafta asılır boynuna yirmisinde cinayetten hüküm giyen adamın. Yirmisinde gencecik bir beden yıllar yılı intikam ile sulandı kin insanın bakmaya bile kıyamadığı göz şuursuzca çekilen tetik yetim kalan iki yavru, ve ocağa düşer köz bir diğeri ellisinde Celal öz kızını boğarak öldürmekten hükümlü istermi bir baba evladının kötülüğünü ama yazgı bu yazılmış en karasından kader örmüş ağlarını ilmek ilmek bir daha asla, hiç açılamayacakcasından Halil İbrahim anne katili bir çocuk, körpecik bir kuzu daha on yedi yaşından aşağı kırılasıca hain eller,defalarca saplamıştı annesine bıçağı ya Cemal, eşinden ayrı uzakta çocukların hem ana, hem baba rolü onun cinnet kol gezerken eşikte Kara bulutlar çökmüştü çoktan gedikteki evine satırla başlayıp satırla biten, acı sonun ardından gelen dört ölüm canından can gider Cemal’in giden cansa yine onun. Dedim ya burası ayrı bir dünya güneş doğsa bile taaa tepelerden girse keder dolu daracık odaya dökülür o an bir hasretlik türküsü dillerden yayılır dalga dalga beton ovaya anadan ayrı babadan ayrı birde yardan ayrı düştüm hepsinden acı oyyy hepsinden acı. Tam beş yıl geçmişti aradan acısıyla tatlısıyla bin sekiz yüz yirmi beş gün gam çökende gönüllere dağ gibi yüce af’ın dilden dile dolaştığı gün ve umutla beklenir bir nefeslik hece AF! Bir fısıltı yayılır beton ovaya duydunuzmu? af geliyormuş af! haberlerde alt yazı geçti arka arkaya bir sevinç yumağı düşer beton damın üstüne halaylar tutulur saf saf Heyecanlı bir bekleyiştir bu son dönemeç ha çıktı ha çıkacak derken af ölesiye tutulur nefesler bir emirle indirilir dosyalar tozlu raflardan oracıkta mahkemeler kurulur hali uyan varsa,şanssa kurtulur. Çok geçmeden geri döner gidenler göçmen kuş misali kardaş yuvaya bir dahamı asla tövbe diyenler bölük bölük dizilirler ana maltaya. Fırtına sonrası sessizlik hüküm sürer mapus hanenin kör duvarlarında her karesinde ne hükümler verilip ne kalemler kırılır iki damla yaş süzülür gözlerden düşer satır aralarına. Mapus yatmak kolay değil ha bilesin bir güne bin yıl alınır ömründen zaman dokuz başlı ejderha her başında bir cellat oturur kılıç düşmez elinden en güzel yıllarını insanın koparır bir bir sevdiklerinden. Çekirdekten yetme derler ya hani mapusluk onlar için olmazsa olmazların içinde canı yansada gönlü razı göz kırpmaz hep bir nam hep bir isim peşinde,desinler. Yürüyüşleri ele verir onları ağır abi edasıyla salına salına kartal kanadı gibi kollarını yana salarak bakışları,bir kalbi durduracak kadar sert kaşlarını çatarak hele bir dilleri var ki akıllara zarar ayrı bir lehçe ayrı bir lügat o alemi bilenler bilir dil susar,silahlar konuşur ve sona erer ilk baharında hayat. Saymakla bitmez daha niceleri var kader kurbanı,arkadaş kurbanı uyuşturucu kurbanı ve yakıştırma adıyla damatlar her birinin geliş sebebi ayrı kesiştikleri tek yer koğuş sırdaşı olan iki katlı ranzalar artık bir yer görünür, birde gök dağ ve deniz mazide kalan sade bir anı bırak öfkeyi kini,sevgisiz atan kalbi sök dost görünüpte düşüren düşmanı tanı. Siyah renk hakimdir burada karanın her tonunu görmek mümkün çiçekler filiz vermez koklanır hasret koklanır hüzün bura ökseye tutulmuş canlar yatağı bura aslanın kediye boğdurulduğu yer vebal ve günahların dolu sığınağı bura insanın diri diri toprağa gömüldüğü yer. Ardından bizlerde derin yaralar açan FİRAR... kahrolası kara yıl yedi mart bin dokuz yüz doksan yedi yedi ocağa kor düştü hazırdan yedi can zayi Abidin Bayraktar,almış olduğu cezanın ardından emekliye ayrıIdı Mehmet Ergül, emeklisine dört ay kala memuriyetten men edildi Nail Yılmaz, dokuz yılllık memuriyetin ardından şimdi serbest çalışıyor Zekeriya Atlı, dokuz yıllık memuriyetin ardından temizlik şirketinde işçi olarak çalışıyor Ömer Doğru, dokuz yıllık memuriyetin ardından işsiz,gün bulup gün kazananlardan biri Selahattin Avan, emeklisine bir yıl kala daha fazIa strese dayanamayıp kalp krizinden vefaat etti . Şimdi; gün çile çekme günü yaman,sahnenin baş köşesinde o sefalet, sofrada bulunan kuru ekmek, kuru soğan gördükçe onları burkulurdu içimiz demir kapı kör duvarlar ardında kah ağlayıp kah gülerdi kimimiz kırarmıydık,kırmazmıydık olmadan farkında. Sonra yaprak dökümü misali sürgün uzaklara taaa uzaklara hasret ve hüzün çökerdi her gün karın geçit vermediği diyarlara Batman’a,Kars’a Muş ile Van’a yeni bir heyecan yeni bir telaş sarmıştı bizi ölen ve gidenlerin yerine otuz yedi arkadaş tastamam başkasının üzerine mi kurulacaktı acaba bize ödül olarak verilen makam ve on arkadaş baş memur olarak seçildi aramızdan. Hüsranla noktalanmıştı daha başlamadan bu sevinç fazlada dert etmemiştim kendime böylesi daha hayırlıymış demek ki diyordum ara ara kendime derken dünyanın bir ucundan teselli etmeye ruhumu bir can bir dost çıka geldi at kuyruğu saçlarıyla,benzi soluk çekik gözlü birisi ne dili dilime ne dini dinime uygun bir yüreği var ki sımsıcak vicdan yükü altında ezilmiş biçare bitap düşmüştü ve yorgun. Bu gelen Singapurlu denizci Moe Myint’ti Mersin açıklarında kazara münakaşa sonucu arkadaşının başına vurarak ölümüne sebebiyet vermişti gönül isterdi ki başka şartlar altında tanışmayı lakin kısmet bu güneymiş on dokuz ay’ı abi kardeş et ile tırnak gibi geçirdik on dokuz ay’ı o kadar alışmıştık birbirimize onda gördüm dostluğu riyasız sanki ezelden,hele gülüşü, kahkahayla gülüşü gitmiyor hayalimden düşümden. Ayrı düştüğümüz tek şey yemek kültürüydü biz etliye türlüye kaşık çalarken o ise haşarata böceğe yani uçan kaçan her şeye derken beklenen oldu kötü haber tez ulaştı yeniden Moe myint’in Yunanistan’a sevki on dokuz ay sonra nihayet yeni çıkmıştı elçilikten vakit ayrılık vaktiydi üzülmekten gayrı bir şey gelmez oldu elimizden on altı yirmi üç nöbetiydi görüştüğümüz son gece zaman an ve an duvar örüyordu aramıza aşılması imkansız ve bendeki kekeleyerek dökülen hece güle güle git dostum güle güle diyerek ağlıyordum. Bu ayrılık bir parçamı alıp götürmüştü sanki ne ayaklarımda derman bırakmıştı gidişi, ne kollarımda takat feleğin sillesiydi inen o gün, cismimde patlayan tokat kaybolmak istiyordum gayrı bir zaman diliminde ansızın ne sarıp sarmalayanım olsun istemem yaralarımı, ne arayıpta soranım kaf dağının ardına vurdum kendimi yaralı kanadında yaraları kanayan bir zümrüdü anka’nın. Bilmediğim hal almıştı bedenim sevinçmiydi,kedermiydi bilinmez ruhumdaki kaynayan gece gündüz demeden meğer bir ilham volkanıymış ard,arda patlayan ve kalemimden dökülen ilk dizeler hakkı arıyorum ile başlayan sonra sığınacak asude bir liman bulmuştu ruhum fırtınadan dalgalardan uzakta ve demirledim gönlümü sefai deryasının engin sularında bir ney nefesinde gün doğumu hayrullminennevm diye yükselirken saba makamında ezanlar şiirde buldum kendimi Şiir ruhumun felahı olmuştu şiir aldığım her nefes şiir ekmeğim aşım ocağımdaki köz içimdeki öz maddeye mana veren söz ve şiir olmuştu benim her şeyim Avcının av beklediği gibiydim pusuda elimde kağıt kalem kah sayfalarca yazıyordum kimi zaman kah bir tek kelimenin başında nöbet tutuyordum günlerce bıkıp usanmadan çeliğin ateşte sıyrıldığı gibi kavından şiirle sıyrılıyordu ruhum bedenden aşk ile şu üç günlük meşakatli dünyadan Varmıydım yokmuydum bilinmez bir muammaydı halim ne güneşin şavkı vurur yüzüme ne de ay doğardı karanlık gecelerime bir sayha bir çığlık yırtsa sessiz geceyi açsa gök kapılarını gayrı önüme tane tane seçerim her heceyi imbiklerden geçiririm süzerek aşkına yandığındır denen büyük cümleyi döküyordum satır satır kaleme kalemdende dilime Tarih 29 temmuz 1999 zaman,gecenin bir yarısı gök yüzünü sis bürümüş yıldızlar hayal meyal sanki göz kırpıyor bir tek kandil yanıyor üstümüzde karanlık gecelerime nurdan ve ben; diz çökmüşüm divanında dilimde tekbir, yüzümde hüzün kaynıyor yüreğimdeki volkan. Şiir değiştirmişti büsbütün beni en kalabalık ortamlarda bile yalnızlığı yaşarken ben yazarken doğuyor buluyordum kendimi hiç tatmadığım sevdaları yaşamadığım halleri yaşıyordum şiirle esiri olmuştum şiirin hapsediyordum kendimi beyaz sayfalara yazılmış kavuşulması imkansız aşkların en güzeline aşkların en yücesine. Sonra tekrar gömülüyordum karanlığa demir kapı kör duvarlar ardına istemiye istemiye zoraki mecburiyetten bir avuç mideyi doldurmaktı telaşım yaradan böyle takdir etmişti ezelden muhtaç olarak yaratılmıştık çünkü biz özümüz bir damla su ile et giydirilmiş kemikten. Fakat ardı arkası kesilmiyordu arzularımın ya üç odalı evde hayal ederdim kendimi balkonda yudumlarken acı kahvemi ya sekiz metrelik novella adlı ağaç teknede, balık tutarken mavi sularda ama gözüm hep dağlardaydı dağlarda şirin yari ararken ferhat’a hasret kalmış dağlarda. Bir ara sanki sur’a üfürülüp kıyamet kopmuşçasına yankılanır koğuşlardan gelen ses memur bey memur bey işçi koğuşu memur bey bırakırdım elimden kağıdı kalemi avaz avazbağıranda kim? hasan’mıydı yoksa Ali’mi ya cigarası tükenmişti garibin dumansızlık başına vurmuş belki yarım kalmış olmalı gemisi isteyeceği benden bir boy ceviz kaplamayla bir tüp bally’i vermekti en iyisi. Değermiydi be? bu kadar bağırıp çağırmaya umutla bina ettiğim hayallerimi pembe düşlerimi yıkmaya değermiydi? yıkılmıştı onca hayal onca düş mevsim ne bahardı ne de kış öfkeden mi kızarmıştım acep ya dallarını yele verip sallıyor salkım salkım akasya. Borç batağında boğulurken ben bir yandan taaa ötede cancağızımın dertleri uyandırır uyuyanı en derin uykulardan tutmaya görsün şu illet iniltileri öldürür insanı aman ha aman alt kattada babam, ak ciğer kanseriyle savaşta aldığı kemoterapi ilaçları ne takat ne derman ne bir tek saç teli bırakmamıştı başta. Gayrı omuzlarımdaki yük ağır öyle ağırdı... muratcan koşsana telefonun var diye kısım kapıdan lütfi çağırdı ayaklarım gidip gitmemekte teredüt içinde endişeyi yaşarken ahizenin öbür ucundaki ses nerde kaldın be oğlum yetiş baban çok ağır baban ölüyor diye bağırdı. Telefon düşmüştü elimden dizlerimin bağı çözüldü konuşmak istiyordum ama konuşamıyordum kelimeler boğazıma düğümlendi ardından,gitme dedeciğim gitme biz ne ederiz sensiz diye yükselirken feryat figan duyduğum ses çocuklarımın sesiydi ağlamaklı titrek yürekleri dağlayan bir köşede halam,üzgün yıkılmış biçare için için sessiz sessiz ağlayan. Sükut etmişti gelenler aldığım bir tek nefes dualar yükselirken arş’a helal olsun hakkımız diyordu herkes koca çınar devrildi bir başına yapa yalnız işte salda giden o babam garip gelmişti hayata garip dönüyordu meçhule sessiz sedasız... Takdiri ilahi bu emir yüceler yücesinden hüküm onun mülk onun Otuz dokuz yıl önceydi onbir aralık 1962 akşamı babamla gözlerimi açtığım hayata 30 mart 2001 sabahı veda ediyordum çisil çisil yağan yağmur altında ayrılık zor yokluğu acı olsada Babamın ölümüyle tatmıştım ilk kimsesizliğin ve çaresizliğin ne olduğunu onun yokluğunda anladım büyük olmanın ve babalığın ne kadar zor olduğunu Baba evin direğiydi, baba aileyi kuşatan el baba sevgi ve şevkatin ocağıydı babam babaydı hepsinden evel Daha dün gibi hatırımda babamın BMW motorunun arkasında her akşam iş dönüşü ağabeyimle birlikte dolaştığımız İskenderun turları balıkçı barınağının iskelesinden su üstünde kaydırdığımız taşlar martıları çığlıkları kayaları döven dalgalara el ayamızla vurduğumuz şamar ve babamın bizi sarıp okşayan sımsıcak sarmaşık gibi kolları hatırımda Hele bir koçum bir canım deyişi vardı ki; duymalıydınız dostlar ciğerinin kokusu sarardı etrafımızı hoş rayihalarla çiçeklerin kıskandığını hissederdim o an bülbüllerin sustuğunu iki kez ağladığını görmüştüm babamın yalancı kahkahalarla gülerek İnci tanesi dökülüyordu sanki yüzünden sevinçten mutluluktan diyerek haykırıyodu ağlamıyorum,ağlanacak ne var ki bunda saklayamadığı gözlerinden sağanaklar boşanıyor ırmaklar nehirler taşıyordu. Hani bunlar oğul balı oğul oğlum derdin ya baba hani oyun oynarken torunların düşecekler diye elini yumruk edip koyardın ya böğrüne hani her akşam kurk misali toplardın bizi basardın ya yüreğine şimdi yattığın yerden doğrulupta ah keşke ahhh keşke bir kalkabilsen baba bir kalkabilsen darmadağın oldu ocağın savruldu dört bir yana oğulların, oğul balların baba oğul balların El öpüp bayramlaşmayalı tam sekiz bayram geçmişti koskoca sekiz bayram babasız senden ayrı uzakta belekteyken oğul balın Kürşat şimdi bir demet kır çiçeği elinde. beklişyor gün doğmadan sabırsız buz gibi alaca şafakta Hayat değirmeninde öğütüyordu beni zaman zerre zerre,miskal miskal eşiklere turab olsamda ahhh deli gönül savrulsam öbek öbek harman harman bir çırayla bir çıngıyla yakılsam alev alev duman duman gök yüzüne uzansam Yıl,hüzün yılıydı benim için dayanmıştı kara gün kapkara heybetiyle kapıya elde yok avuçta yok dert dersen katmer katmer bire bin ekleniyordu sayıya İlk huzur denen hal terki diyar eyledi ardından soframdan yüz çevirdi et kapılar kapandı birer birer yüzüme ölümün eşiğinde bu gün duruyordum nihayet ölüm bir kurtuluşmuydu bilinmez lakin aslın başlangıcı olduğu belli Zor ve badireli günler gelip çattı çöreklendi yılan gibi kapıma önde ben ardımda çocuklarım yokluktan minicik yavrular kıvranırken kıvrım kıvrım Allahım kurtar bizi diye el açıp dua ediyordu, gözü yaşlı çocuklarım Bir baba için en zor anlardan biriydi bu an çocukların gözünde küçülmek bir lokmaya kul olmuşuz biz yaşamak denirse buna eğer evladır bin kez ölmek ölüp ölüp dirilmek. dünü arar olduk her geçen gün yarından kesildi umudum kanım çekildi damarlarımdan yüzüm sessizliğine büründü ölümün. Elimde tutuyordum sıkıca son veda mektubumu elveda çocuklar affedin babanızı böyle ayrılmak istemezdim sizlerden sizleri çok seviyorum,ama başka çarem yok ne olur anlayın yazılıydı benim felaketim çocuklarımın kurtuluşu olacakmıydı bilinmez bildiğim tek şey ölüme randevu vermiştim üst üste iki kez Moe Myint tarafından kurtarıIdım iIk binbir güçIük iIe yanmaktan diğerinde korkutmuştu öIüm beni hırçın denizIerde boğuImaktan fakat gidip geImekteydim öIüm ve yaşam arasında yoruIdum bitap düştüm bağIandığım pamuk ipIiğine tutunmaktan. Beyhude doIandığım günIerde AIIah’ın bir Iütfuydu o yüzüme güIen taIih sevgi ve muhabbetin kaynağı garipIerin sığındığı koy gönderiImiş küçücük bir beden kirIi eIIerimi tutuyordu şimdi sımsıkı tertemiz öpüIesi eIIerinden nereden eserse essin rüzgar sürükIüyordu beni bir gazeI gibi oradan oraya zamanı geImişti bir bedene tutunmanın iIk edepten başIamıştı anIatmaya bir bir yoIIarını kat etmenin cefadan sefaya uIaşmanın GözIerinin içi güIüyordu diIinden döküIen her keIamda o anIattıkça ben eriyordum ben eridikçe damIa damIa kirIerimden günahIarımdan arınıyordum. Durduğum kapı meğer Alevsiz ocakmış anladım gönül ateşiyle pişiyor burada hamlar bir büyüğün elinde aşk ile olmalı hamur canımdan can isteyin canım yoluna fedadır canlar yüreğim eIimde sundum kendimi ahhh birde koparabiIsem kahroIası benIiğin içinden bir garip beni aIsam ayakIarımın aItın çiğneyebiIsem vecd haIinde haykırarak haIIacı Mansur gibi eneI hak eneI hak diyebiIsem Hani onu söyIeyecek diI bende hani göğüs gerecek beden kırkdört yıIIık sefiI ömre şu üç günIük dünya yetti arttıda zaten farkındaydım hayatımdaki bunca değişikliğin kurtulmuştum çıkmazdaki sapa yollardan baktıkça duvardaki puslu aynaya sanki yıllar değil, asırlar geçmişti aradan Yalnızlık dersen bitti, sona erdi nihayet önde o,tüm sevecenliğiyle Sefa kılavuz rehber,ardı sıra giden ben koşar adım yaya kutlu yola girmiştik şafak sökerken onunla beraber Adım başı çile adım başı özlem nice dilsizler gelmişti burada Aşk ile dile bir kuş uçumu mesafesiydi alınan yol onunla mana buldu alem Şu kurak uçsuz bucaksız çöl uzanır sevgiliye şimdi, göz yaşıyla uzanır bir çift günahkar kol hadi tut elimi ey sevgili eşiğindeyim ulu kapının savursanda beni yeller misali sen ki makamı İbrahimi kucaklayan yar yönüm sen,mihrabım sen sen kara örtülü nurlu mekanım sendin ilk kıblem beytül makdiz,beytül haramım Madde aleminden, mana alemineydi hicretim ve ben gönlü yaralı garip yaratılmış en şerefli varlık böyle bir garip Adem’im yaşadığım anlardan kesitlerdi, beyaz kağıda yazılan kara kalemle satır satır sayfa sayfa kah gülüp eğleniyordum kimi zaman kah göz yaşlarına boğuluyordum bürünürken hüzünlü hale kaderim olan yalnızlık ve ben. Bedenim mesken tutmuşken dünyayı ruhum kat etmekteydi gökleri oradan seyre daldım şu bilinmez alemi, yalandan ibaret kahır dolu dünyayı Dünya mavi ile yeşilin gergef olup,umudun nakış nakış işlendiği koskoca bir yalan bunca yalanın ortasında bir başınadır insan ne çalacak kapım kaldı ne uzanacağım bir tek el şimdi yalnızlığım sade dost dost bildiklerm birer birer oldu el Dizeleri ıslatırken susuzluktan kurumuş çatlayan dudaklarımı aşkın esen yeline Henüz yeni yelken açıyor, aşk’a hasret kalmış divane sarsın bomboş kucaklarımı Aşk,dilin bir nefeslik hecesi aşk,buzulları alev alev yakan kor aşk,zamansız la mekan ne gündüzü belli ne de gecesi aşk,aşktı ötelerin ötesi Böyle bir sevda böyle bir tutkuydu bendeki tarifi imkansız boğulurcasına çekiyordum içime her nefeste onu ara ara yüklendiğinde kelimeler dağ misali üstüme gül kokulu yar yanında bulurdum kendimi Toprağa bezenmiş haldeydi bedenim her ahıma bir türkü yakılırdı dillerde her türküde bin alem dolaşırdı bu garip yüreği yaralı,kanayan gönüllerde. Ardından uzun uzadıya uzanırdı yollar yılan misali kıvrılarak kıvrım kıvrım omuzumda siyah asılı valiz içinde dizili umutlarım kah Antep’in yollarını aşındırırdı ayaklarım kah sultanlar diyarı Konyanın asfaltlarını Saplarken güneş beynime ateşten oklarını ter boşalırdı yüzümden boncuk boncuk tenimin en ücra yerine ulaşırdı mola yerimdi her kapını eşiği dokunurken parmaklarım çelik kapının tokmağına ziline bin dua dökülürdü dilimden ansızın onun izniyle açılırdı elbetteki kapılar onun izniyle açılırdı, ben gibi garibin birine İlk ben Murat diye başlardım söze kekeleyerek arada bir sonra klasik tanışma faslı derken koyulaşırdı muhabbet çayın buğusuna karışırdı kimi zaman kahvenin kokusu köpük köpük bir kaç mısra ötede şiir bekliyor sırasını heyecanlı yüzleri bize dönük... Murat Cetin |
İlk ben Murat diye başlardım söze
Kekeleyerek arada bir
Sonra klasik tanışma faslı
Derken koyulaşırdı muhabbet
Çayı buğusuna karışırdı kimi zaman
Kahvenin kokusu köpük köpük
Bir kaç mısra ötede şiir
Bekliyor sırasını heyecanlı
Yüzleri bize dönük...
çoook güzel ama uzun olmuş kutlarım şairi