Dımdım Kalesi
Tufandan kalmış bir rüzgâr
Yürüyor Tarihin boğulan vaktine Acılar, ihanetler idam sehpalarında. Zaman denilen bir girdapta boy verdi Umuda döllenen tohum Ölümsüzlük toprağın rahminde Bir cenin, Bir çocuk, bir ergen ve bir savaşçı Vurdular ince uzun bir çizgide Neslimin yazgısına bir bir. Bıçağın sırtında dağların koynunda Bir şafak vakti ay ışığı damlarken Kimseler yoktu, sen yoktun biz yoktuk Üç damla kan Üç damla ölüm Korkunun rengi yüzlerde mor. Kanatlandı Dört kollu bir ahtapot Kürdistan dağlarında Tanrı’nın kırbacı gölgesinde Başsız bedenler sur diplerinde. Bir şal Boğuyor ağır ağır elleriyle Çığlığı kesilmiş bir oğlu Boğuyor ağır ağır Darağaçlarında… Unuttuk o türküyü Unuttuk, cellatların keskin kılıçlarını Şah Abbas’ı, Saddam’ı ve Osman’ı Acem şalı yağlı bir urgan. Bir evren; dört parça Her parça bin zerre Dört dünya Lehimi sökülmüş dört ocak dört ana ve dört evlat Unuttuk Unuttuk o türküyü Unuttun o türküyü sen Pehlivan Çağırmıyor mu, seni doğuran o toprak. Şeyh Mehemet ve Pehlivan Esrarlı gücün dilsiz neferleri Geçmişin vurgunu bir çağdan Uzandılar Dımdım Kalesi’nden Devraldı nöbeti Pehlivan Emirxan’ın yolunda Bu minval üzere Yeniden yazılacak bir destan Çift başlı kartalın kanatlarında Bir dengbêjin dilinde Yeniden yükselecek Dımdım’ın sırrı Kürdistan dağlarında... |