Hasretine Geldim
Günlerdir dolaşırım şu heybetli dağlarda,
Başı hayli dumanlı, yaslı, dertli dağlarda. Özlemişim yıllardır geçmediğim yolları, Dört bir yanı kaplamış; yavşan, kekik dalları. İçimde bir sevinç var, yüreğimde merhamet, Yürüyorum böylece ben Allah’a emanet. Hasretimden depreşti kalbimdeki heyecan, Cıvıldaşıyor kuşlar, dört yanımda aşiyan. Yavaş geçsin zamanım doya doya gezeyim, Bu eşsiz manzarayı boydan boya gezeyim. İlerledim bir müddet, ulaştım tam tepeye, Benzettim Toroslar’ı pırlanta bir küpeye. Bin bir çeşit nebat var hayat dolu ormanda, Huzur da var ortamda, dertlilere derman da... Dallarından sarkmışlar hep yaban erikleri, Bekletmeyeyim artık şu bizim Yörükleri. Yüzüme su çarpayım, Sarı Taşlı Çeşme’den, Çadırlara varayım, gün batıya düşmeden. Hangi yere bakayım, hangi sudan içeyim? Her karışı hatıra, bakıp nasıl geçeyim? Yürüyorum otlakta, papatyalar kokuyor, Ne Büyük Bir Sanatkâr, böyle güzel dokuyor. Bakıyorum güneye, gelincikler kızılı, Bin bir renkli çiçekler sıra sıra dizili. Hepsi birden tutturdu yanık, hazin bir türkü, Söylenen o türküyle zenginleşti bu öykü. "Çiğdemli yazıları, körpeydi kuzuları, Allah anlıma yazmış bu kara yazıları.” Bitmeyin zamanlarım, bitmeyin nolur bugün. Belki ömrüm yetişmez, hayat son bulur bugün. Şu ihtiyar ağaçla bir hasbihal edeyim, Sonrasında nereye isterseniz gideyim. Henüz beş yaşlarımda tanışmıştım onunla, O zamanlar gözlerimle konuşmuştum onunla. Üveyikler yurt tutmuş, yuva yapmış dalına, Kovuğunda arılar, petek örmüş balına. Nergisler el ettiler şu karşıki yamaçtan, Kıskanıyorlar beni beş yüz yıllık ağaçtan. Aradım koyaklarda çocukluk yıllarımı, Aradım özlemimle o yokluk yıllarımı. Koruluktan geçerken gülümsedi ardıçlar, Seslendi uzaklardan, su içtiğim sarnıçlar. Özlemişler belli ki yıllar geçti aradan, Otuz altı yıl sonra geçiyordum buradan. Dediler ki hep birden; "beyazlamış saçların, İhmal ettin bizleri katmerlendi suçların. İnsan sevdiklerini, bırakır da gider mi? Gölgemizde eğlenip vefasızlık eder mi?” Öne eğdim başımı, yutkundum bir kaç kere, Öylece kalakaldım soluksuzca bir süre. “Başım öne eğdiren sanmayın ki utancım, Dinleyin anlatayım, dinsin benim bu sancım. Işık yoktu, yol yoktu, mecbur kaldım gitmeye, Mecbur kaldım sizleri böylece terk etmeye. Taş duvarlı, sıvasız, toprak damlı evleri, Anılarla bıraktım, içi gamlı evleri. Işıltılı bir hayat çağırmıştı ‘gel’ diye, Gözlerimi boyayıp sundular bir hediye.” Bir yudum suya hasret beklediğim akşamlar, Hayalleri uç uca eklediğim akşamlar. Artık, bundan sonrası benim için milattı. Şehre göçmekten gayrı her şey teferruattı. Ulaşmak için çıktım, yürüdüm geceleri, Anlatmakla bitmez ki daha var niceleri. Cazip gelen ne varsa yığmışlardı şehire, İstesem de imkânsız, tercih yoktu tehire. Kopardılar köyümden, hepsi de bir plandı, Şehirler hep “gerçekti”, köyler külli “yalandı.” Çıkalım bu girdaptan, dönelim mevzumuza Daha çok yer gezelim, verip omuz omuza? En son gördüğüm zaman şu dere coşuyordu. Derenin kenarında bir adam koşuyordu. O adamın üstünde bembeyaz bir elbise, Yaklaşınca gördüm ki babam imiş meğerse. Ah babam, sen ömrünü bu dağlarda tükettin, Yine Allah bilir ya, sen cenneti hak ettin. Tüm babalar, analar babam gibi yaşadı. Neticede, evlatlar köyü şehre taşıdı. Zaman geçti anladım yanlış imiş olanlar Harabeye döndürdü şehirleri talanlar. Ne komşuluk ne dostluk, aramayın yok oldu. O değerler tükendi, onlar öldü, çok oldu. Sevgiyi helak etmiş, parasal pazarlıklar. Doldurmuş caddeleri, çok katlı mezarlıklar. Köyleri bitirdikçe kısıtlandı üretim, Yaylalar öksüz kaldı, yazılarsa hep yetim. Tarlalar tohum bekler, ağlıyor Anadolu, Evlatlar gurbet elde, sılalar ana dolu Tükenmiyor arzular, çağırır dağlar beni, Ah benim özlemlerim, kavurur, dağlar beni. |