belediye otobüsünün camına başını dayayınca annesini özleyen olağanüstü çocuklara
masmavi bir deniz ve bir peygamber vardı Yunanla aramda
önümde hafızası tıklım tıkış bir sahil kafakağıdımı almamıştım evden kaçarken yanıma karnım açtı ve tuzlu sular akıyordu üzerine beddualar okunmuş musluklardan tekin değildi sokaklar üç kişiden biri polis biri hain biri ajandı ne çok yasak vardı kütüphanelerde minberlerde kâbus gibi çökmüştü halkın üstüne eylül apoletli paşalar ve ne idüğü belirsiz Çernobil... devlet yıkıp devlet kuruyordu kuytularda insanlar takatim yoktu anlamaya su satıyordum ağzı kurumuş ağustosta o vakitler ege denizini doldurup zarfa babama yollamıştım güzel cümleler aşırmıştım Seyyid Kutup’tan Sezai üzgündü Zarifoğlu ayrılmıştı aramızdan saçları kıvırcık bir kız vardı bir de adı gamze Minik Serçe’nin konserine gidiyordu ve Galatasaryla akrabaydı bense fazla taşraydım omzumu döven saçlarımla bakamıyordum gözlerine Mustafa Denizli’yi biliyordum ama habersizdim Çeşme Antik Hava Tiyatrosundan bir gün haber geldi memleketten zarfta annemin münbit gözyaşları sokaklar tekin olmasa da gurbet betermiş ve insanlar pencerelerine naylon çekerek korunuyorlarmış Saddam’ın gazından geceleri Ahmet Kaya şarkılarıyla barikat kurup Ahmed Arif’in prangasıyla tutunuyordum hayata kötü sigaralar içiyordum ve korkuyordum yeni patronumdan Godoto’u bekliyordu birileri benimse acelem vardı kurtulmak için yalnızlıktan herkesin elinde kola şişesi ayağında şort vardı bense koyu kederler demliyordum gönlümün semaverinde ayağımda soluk bir pantolon utanıyordum çünkü komşu dükkanlarda çalışan güzel kızlardan... Mezopotamya kaynıyordu ve İzmir’in umurunda değildi çok zoruma gidiyordu çünkü bilmiyordum haritada yurdumun yerini elbise yıkamayı bir gece dolanırken gecenin bağrında üç kişiydik durdurdular ve devriye devriye baktılar yüzümüze polisler "nerelisıniz gençler?!" dedi en çirkin olanı "Ankara!"dedi Ahmet "Çorum!"dedi doğan "Batman!"dedim "Gel bakalım şöyle sen, ne işin var bunlarla?!" diye aldılar malum torosa "Beraber çalışıyoruz aaabi!" dediyse de dinletemedi Ahmet Usta üç gün soruştudular üç gün aç kaldım üç gün ağladım on dört yaşımda Çeşme’de kale altı karakolunda çok hırpaladılar çok küfrettiler sebepsiz hiç biri işlemedi suskunluğuma... çıkar çıkmaz nezaretten dönmeye karar verdim adım dahil herşeyim unutulsun diye geride bıraktım Yunanistanı biraz da Ruslarla bir olup çıkarsınlardı o yakut koyların tadını kirlilerimi albümümü ve "kolay ingilizce öğrenme" setimi... bağışlasın kaytan bıyıklı pazarlamacı ödeyemedim son iki taksidi zaten hiç öğretemiyordu ingilizceyi aksak türküler ıslıkkayıp atladım kara trene salavat getirmeyi öğrettim yol boyunca kompartimandaki yaşlı kadına kucağımda Dostoyevski öğrendi de yaşlı kadın bir türlü anlayamadı söyleyemiyordu çünkü müsait değildi dili taşıyamıyordu hançeresi çöl ezgisini meydanlara gidiyorum meydanlara yolculuk nereye diye soranlara meydanlara gidiyorum ki joplar kurşunlar süreyim yaralarıma beni kimse anlamıyordu elbette iğdiş edilmiş imgelere abanmıştı o yıllarda şairler ve kanlı öykülerle uğulduyordu meydanlar... sokağımızın başı tutulmuştu her zamanki gibi bir türlü anlatamadım derdimi sırtımdaki çanta kırmızı gömleğim ve beyaz ayakkabım yeterliydi suçlanmama ağız dolusu küfredip kıydılar sevincime ben bırakmıştım meğer Dicle’nin kıvrımlarına o yasak bildirileri üç gün aç bıraktılar özel harekatta üç gün dövdüler yeniden eski yerlerimden üç gün küfrettiler yaralı yerlerime nihayet çantamın dibinde bulunca delinmiş tren biletini bıraktılar cemaatsiz sabah namazanın gölgesine annem sadece sarıldı üç gün konuşmadı üç gün söylendi jopun işlemediği yüreğime dağıtmadığım bildiriler hatrına... biliyorsun işte anne bir kez olsun "çıkar ulan kimliğini" denmeden dövülmeden aşağılanıp tartaklanmadan paletlerle ezilmeden kurşunlanmadan geçemiyoruz öz yurdumuzdan anne sana aşk olsun bak olur olmaz dolduruyorsun gözlerimi yine rahat uyu! iyiyim. vallahi bak iyiyim. salatanın suyuna ekmek bile banıyorum daha ne olsun... |
geçmez anne elleriyle yapılmış salatanın suyuna banılmış lokma.
Selam ile...