ŞEMSİYELİ KÜÇÜK KIZ ÇOCUĞU...
Sürekli insanlara ters giden, her şeye muhalefet eden, çevresindeki insanları huzursuz etmeye kendini adamış gibi bir hali tavrı vardı.
Huzursuz bacak sendromu diye bir hastalık var. Bu kişi de adeta "huzursuz insan sendromuna" yakalanmış gibiydi. Hem kendisini hem çevresindekileri sarıp sarmalayan bir huzursuzluğun içinde koca bir ömrü yiyip bitirmişti. Ağustos böceği gibi gülüp oynamıştı. Bir kenara attığı birikimi yoktu. Akarken doldurmamış, tüm kazandığını çevresinde ki asalak insanlarla yiyip bitirmişti. Sevilen sayılan bir insan olmadığı halde etrafında her zaman birileri olurdu. Beraber gezerler tozarlar, keyiflerine bakarlardı. İnsanlar zamanla etrafından bir bir yok olmaya başladığında ve parasının suyunu çektiğini anladığında; artık çok geçti. Evliliği süresince sergilediği sorumsuzluğu ve eşine çektirdiği sıkıntılar nedeniyle iki sene gibi bir süre içinde evlilikleri sona ermişti. Daha doğrusu eşini aldatmış evini yine evli bir kadın için terk etmişti. Yaşlandığını hissediyordu. Ve yalnızlığın getirmiş olduğu zorluklar yüzünden kara kara düşünmeye başlamıştı. Bir oda ve mutfaktan oluşan evi tam bir çöp ev gibiydi. Komşular kokudan rahatsız olmaya başlamışlar ve hatta bir kaç kez büyük tartışmalar yaşanmıştı. Hiç bir arkadaşı olmadığı gibi komşularıyla da "papaz" olmuştu. Son zamanlarda sık sık karısını ve kızını düşünmeye başlamıştı. Karısı ve kızını özlemeye başladığı için mi ? Yoksa onlara ihtiyacı olduğundan mı? Bu çok ta önem taşımıyordu. Her zaman olduğu gibi sadece kendisini düşünüyordu. Yaşlandığında bu çöp evde tek başına ölmek düşüncesi uykularını kaçırıyordu. Artık düzenli bir hayatı olmalıydı. Karısını aramaya karar verdiğinde hiç bir suçluluk hissine kapılmadı. Üstelik tatlı hayaller kurmaya bile cüret edebildi... Karısı evlenmemişti kızıyla birlikte yaşıyorlardı. Karısıyla aynı köyden oldukları için nerede ve nasıl yaşam sürdüklerinden az çok haberi vardı. Kızı okumuş bir meslek sahibi olmuş, karısı ise terzilik mesleğine devam ediyordu. Ekmek parasının peşinde koşturup duran fedakar bir anne olan eski eşi Semra; duyumlarına göre hâla kendisinin eve dönmesini bekliyordu. Kendilerine kutu gibi bir ev almışlar anne ve kızın huzurlu bir hayatları vardı. Huysuz adam eşinin kendisini hâla sevdiğini ve senelerce kendisine dönmesini beklediğini çok iyi bildiğinden olsa gerek burnu havalarda gelecek hayalleri kurmaya başlamıştı bile. Aradan yirmi sene geçmiş, bu seneler boyunca topu topu üç sefer görüşmüşlerdi. En son gördüğünde kızı beş yaşlarındaydı. Eline telefonu aldı numarayı tuşladı. Senelerdir aramadığı halde numarası ezberindeydi. Eşinin cevap vermesini beklerken çok heyecanlanmış eli ayağı titremeye başlamıştı. "Alo" diyen sesi tanıyamadı ama kızının olma ihtimalini düşünerek. "Alo kızım! "Kimsiniz beyefendi? "Ben baban, Hülya sen misin? Sessizlik... "Kızım nasılsın? Annen yanında mı? "Yanımda...Baba! Ben iki gün sonra evleniyorum!.. Sessizlik... "Hayırlı olsun kızım...Aynı evde misiniz? " Evet...Bu akşam gelebilir misin? "Annen ve ben tekrar evlenebiliriz. Sen evlenince annen yalnız kalmasın diye düşünüyorum. "Çok iyi olur. Annem yıllardır seni bekledi. Annemin sana çok ihtiyacı var. Yarın gelir misin? "Annen yanında mı? " Evet...Gelecek misin? "Telefonu ver konuşalım. "Annem konuşamıyor. "Neden? "Annem üç senedir felçli olarak yatağa bağımlı yaşıyor. Yarın mutlaka gelmelisin. Sessizlik... ---Şeyy!..Kızım benim bazı sağlık sorunlarım var. Ben annene bakamam. Kendime bile bakmaktan acizim... Sessizlik... Dııııtttt!..Dıt..dıt..dıt... Sessizlik... Hülya annesine gülümseyerek baktı. Acı acı gülümseyen kızının uzattığı telefonu aldı. Öylece donup kalmıştı. Senelerdir yolunu gözlediği adam hasta olduğunu duyunca telefonu çat diye kapatmıştı. Şaşkın gözlerle bakakaldı. Ellindeki telefonu yavaşça kanepenin üzerine bıraktı. ---Anneciğim ne olur üzülme. İşte kendi kulaklarınla duydun. Bu adam seni hak etmiyor. Artık sevmekten de beklemekten de vazgeç ne olur... ---Tamam kızım; duydum. Kahve yapacağım sen de ister misin? ----İsterim anneciğim. Ama sen otur ben yaparım. Bugün işten çok geç geldin yorgunsundur. ----Evet kızım çok yorgunum. Ama bedenim değil ruhum yorgun... İnsan umutları bir bir yok olduğunda yaşayan ölüden bir farkı kalmıyordu. Semra ağladığını kızının görmesini istemiyordu. Ani bir hareketle kalkıp mutfağa geçti. Aslında planlanmış bir durum değildi. Her sey doğaçlama gelişmişti. Hülya gözyaşları içinde annesinin arkasından bakarken mırıldandı: "Üzgünüm anne bunu yapmalıydım. O adamı sevmekten ve beklemekten vazgeçmek zorundasın. Semra kahve yaparken yine hayallere dalıp gitmişti. Hayata tutunmak için umutlarını kaybetmemesi gerekiyordu. Ağladığının farkında bile değildi. Tatlı bir gülümseme vardı dudaklarında. Çok sevdiği bir söz geldi aklına. "Yaşayanlar için umut her zaman vardır. Umutsuzluk, ölüler içindir. THEOKRİTOS" Evet yaşadığına göre umutlanabilirdi. Umudunu yitirmediğine göre de yaşama dört elle sarılmaya devam etmesi gerekiyordu. Hayal kurmaktan asla vazgeçemezdi. Nefesi kesilirdi; hayal kurmak nefes almak gibiydi. Hayal kuramazsa mutlu olamazdı. Mutlu olmaya çok ihtiyacı vardı. Yarın kapı çalacak ve sevdiği adam gelecekti. Elinde en sevdiği çiçeklerden bir demet olacaktı. Bembeyaz papatyalar... biraz zorla kendini hayal et küçük bir kedi yavrusunu mesela ayağının ucuyla itele tekmele kuyruğuna teneke bağla salıver sokaklara faraza ve dinle ruhunu az bir dinle şimdi yine hayal et yumuşacık tüylerini okşa yavaş yavaş ellerinin altında titresin mutluluktan dört köşe mırıl mrıl mırıldasın kartopu gibi bembeyaz kedicik kedi dilince teşekkür etsin kendince ve onun sevincini yüreğin ta içinde hissetsin bir de böyle dinle kalbini az bir dinle hangisi iyi geldi sana iyilik mi galip geldi yoksa kötülük mü iyi geldi ruhuna gökkuşağını izle yağmurdan sonra bir gülü kokla mesela gül yaprağının üzerinde şebnemleri hisset tenine dokun bir bebeğin ve mutlu ol mutlu olmak mı insanın mayasına em yoksa gam keder mi bize iyi gelen hadi söyle ters arkadaş işte ters inadı bırak kardeşim karıncadan bile al bir ders bilmez mi ruhumuzun mimarı cümle mahlukatın yaradanı hangisi doğru hangisi eğri hangisi düz hangisi ters bırak benliği kem sözü kibiri yaradılışına hepsi zıt inan gel dön kendine yine sensin derman yine kendi derdine ey insan sen de dahil tüm kainat hem ruh hem de ten mutlak bir gün ölecek ve bir bir hesap verecek çok geç olmadan hadi gayret durma kıyam et önce küçük sonra büyük mutlak kopacak duydukları bir hayli üzmüştü aslında küçük kızı yanaklarında ki çiller ıslanmıştı ağlarken kırmızı kırmızı kirazlar al yanaklı elmalar eşki erikler çilekler yiyemiyecekti bu sene kuraklık varmış ağlamıştı ne olduğunu bilmese de kuraklık nasıl bir canavarsa artık korkmuştu ne yapacaklardı şimdi kara kara düşünüp üzülmüştü ya köylerini hiç terk etmesse bu canavar nasıl büyürdü kara dutlar çeri domatesler salkım salkım üzümler yiyemezse ama şimdi umut doluydu yüreği yağmur duasına çıkılacak demişti muhtar amcası adı gibi emindi yağmur yağacak ve canavar suda boğulacaktı ninesi öyle demişti ve devam etmişti bak yavrum bizleri yaradan çok cömerttir Rahman’dır Rahim’dir bizim onca günahımıza rağmen yine de verir hep verir biz sıkarız avucumuzda kıyamayız vermeye o acır bize merhamet eder yine verir bunca cimriliğimize onca kinimize arsızlığımıza rağmen akıttığımız kanlara kıydığımız onca canlara rağmen yine verir al şemsiyeni yanına gir koluma dedi sarı saçlı maviş gözlü küçük bir kız elinde küçük bir şemsiye kocaman adamlar teyzeler dedeler ve hatta ninelerin arasında kalabalıkta görünmüyordu adeta kalbi küt küt atıyordu sevinçten ve şemsiyesiyle gelen tek o küçük kızdı umut yüreğini koskocaman bir bulut gibi kaplamıştı ne nefrete ne kine kötülük adına hiç bir şeye yer kalmamıştı öylesine doluydu umutla yüreği inerlerken dağlardan yaylaya sağanak sağanak başladı yağmur adeta bardaktan boşanırcasına yağ yağ yağmur teknede hamur ver Allah’ım ve sulu sulu yağmur küçük kızın sesi çınladı yaylada ovada gökyüzüne kaldırıp başını gülümsedi minicik ağzıyla kocaman yağmur suları yuttu doyasıya kimbilir belki de o gün ve her zaman ağlıyor bulutlar tüm küçük kızların hatırına |
lakin başlık şiire uymamış