ferman-ı aşkgölgende sanığım tüm deliller seni sevdiğimi gösteriyor hazırlan taş özlem suların akıntısı duvar aşk üzerine ispatlanmış bir suçla geliyorum ... zamana ayak uydurduğum kadar kırılarak paramparça bir saklıyla sevdim gün doğumlarında çıplak ayak toprağa basan gözleri parlak çocukların yüreğinden izledim seni perdesi daha açılmamış ve uykunun kabrinde usul dururken zaman yeni yeni eflatundan sarıya dönen şafaklarda açılan balıkçılarda seyrettim suretindeki acıları öyle kanadım ki kokuna hasret ıssızlığında kendime çatarak gördüğüm yalnızlıkları dövdüm ağlayarak suskun korkular üzerime serilince tütünlü öksürükleri sardım yokluğuna tuhaf duruyorum seni sevdiğim şarkıların hecelerinde nasıl bir suskunluk yaratıyorsun duyumsadığım notaların iklimine asılıyorum yağmurların elleriyle kar bastırdığında saçakların olmadan önceki halinde buzlanmış sensizlikle üşüyorum tuhaf duruyorum anlatamadığım sende her dilime dokunan şekilsiz harfler kayıp gidiyor gözlerinin hayali göğünde tutamıyorum şizofren zamanı ardıma düşen mülteci geçmişe dönüyorum küfürlü sanatsal pişmanlıklarla anlatamıyorum özüme çarpıp düşen sağanak aşkını ve çömelip toprağın çıplak etinde yanan izlerine sımsıkı dokunuyorum çok uzak sınırlar çizilmiş ayrılığın farklı ülkelerinde farklı lisanlar duyumsadım farklı aşklar büyüyen meydanlarda gezdim içime kaçan düşlerimde süpürdüm kül bulutlarını anlamlı gelen her gün çoğalmasında geceye doğru ayıkladım seni ahşap hayallerin fişlenmiş kaçağı yüreğim aklımın zıvanadan çıkan bütün yorgunluklarını fotoğrafın kainatına düştüğün an unutuyorum gözlerine giyinmiş toprağın kuru yaprakları avuçlaması ne güzel ki güz doğduğunda kasımın eklemlerinde yağıyor hüzün bastıra bastıra küf artığı zamana kışın puslu gecelerine dayanıyor yokluğun kelimeler tanımaktır sende en çokta şiirlerin cıgarasında yanarken hafif bir duman altı havasızlığı ve mutlu tasvirler çizdiğim yanağı karalamalı hayaller uykusuzluk bulaşan vaktin pranga acılığında yavaşça korkmak olmadığın kentten baksana sustuğum kadar konuşuyorum konuştuğum kadar anlaşılmaz oluyorum kaçmak istediğim saatin takıntılarından kendimi vurduğum limanda denize dökülüyor yolcusuz trenler havada koşan çelik yığınları martı kanatlarına iniyor süresiz kapatılmış aşklarda bir tek sana demir alan gemiler vuruyor yüreğimi aklımın dağlarına kadar ulaşan suları yararak ucu mektuplar ağlayan özlemler getiriyor sana kelimeler tanımaktır gözlerinde en çokta sustuğun anda konuşurken toprak rengi kapısı derviş bir düşün seyyah mutluluğudur seni sevmek umut eken yolculuğun filizlenen güzelliğidir en azından çocuk kalmak çocuk gibi görmek hayatı karıncanın yükünü dert edinmek ihtiyar bir suskunlukla dertleşmek seni sevmek durup dururken ağlamak özleme karşı inadına tutunmak ay ışığı yarasına dövülmek kalabalık yalnızlıkta sövülmek titrediğim en büyük pişmanlıklar tarafından yüreğimin kıyısına seyir defteri yazan bir kaptanın düşlerinde sevmek seni hep aynı peron önünde gelmeyeni beklemek acımak onca acıyla uyuşmuş bir anda dışarıda sessizliğin kokusunu duyumsamak özlemek seni sevmek hemde ölü bir dünyayı yaşatırcasına bazen kurumuş gülün ve ölü bir kelebeğin kitap arasındaki o açıklanamayan sonu oluyorum halbuki toprağın karnında olmalı gül dağılıp parça parça çiçeklere konmalı kelebek hep aynı düşünemiyorum kimseyle karanlık saklıyorum ışıklı kristal hücremde bağıramıyorum ki bağırsam adını haykıracak nefesim olduğum gibi kalıyorum bazen bazen yıkılıyorum her insan gibi kendime ve ansızın bir rüzgar çalıyor pencere pervazımı perdeyi havalandırıp gözlerime bırakıyor suretindeki anlamı donup kalıyorum avucuma doluyor romatizmal sancılar zatürre başlıyor yüreğimin kavgasında ve korunuyorum senle ispatı açık bütün yorgunluklardan duvara düşüyor suretinin anlamı içimde şarkılar söyleyen çingene kadın ve gülüşümde kemanla dans ediyor ruhlar bir palyaçonun maske ardında sakladığı gibi işte gerçek ve gerçeğin kibiri hayatın aşk tutulmasında doğrudan acısını çeke çeke gerçek ve gerçeğin zifiri yanı anımsadığım gibisin sen birazdan istiridyenin içinden çıkıp geleceksin hep aynı bakıyor gözlerin bütün dünyayı sararak kirpik ucundaki sağanaklara yağıyorsun kara kıtaya hep aynı kokuyor tenin hiçbir çiçeğin özünde olmayan uçurum yanıyla bir palyaçonun maske ardında sakladığı gibi işte sen oradasın gerçek ve gerçeğin onurlu kadını ... kentin buğulu gözlerinde sarılmak yüzündeki gülen çocuklara...! |