ŞEHR-İ HAZAN
Zehr-i zembereğin acısıydı gözlerin
İnsanı esir eden, derinden. Ayazdan düşen, kırağıydı saçların. Rüzgârda hiç yorulmadan savrulan… O ne tellerdi ah! Belik belik… Dokunamadım, dondum iliklerime kadar… Saplanıp kaldım şehre, yaşam yol bulana kadar… Bir hoyrat rüzgâr, asi bir yeldi yüzünde kahkahalar. En son hangi gülümseyişten sonra yok olmuştu sahi tüm bunlar? Bir hülyanın albenisine sunulan tuzaktı bedenin. Kendi kapanlarını kader çarkına kurdurtan... Kendi gayretine mazhar olamadan savrulan bir özlemdi, sevdan. Bir re sesinde çakılıp kaldı, yanı başım da bir ömür. Geçemedi fa ya sallandı kıyısında gölgemin Heba olanlara mı yansın, baki kalanlara mı? Anlamadan baktı, sağından soluna İlişmedi bir şey bakarken koluna... Kırıldı gün dönümünde billurdan cam, yayıldı zamana. Hassas… Öylece… Kırılgan… Ah zaman! Bir hazandır iliklere dolan… Son bahar sabahının ayaz düşen yanından Yükseliveren çiğin muhabbet nağmeleriydi Savrulan… Hazan kokuyordu burası, gerçekten hazan… Kupkuru sarı yapraklar savruluyordu İşte şimdi oradan, buradan… Koynunda hazan, gövdesinde sonbahar Ayaklarında düşen sarı yapraklar. Kendilerine hüzünleri taşıyacak bir kuytu arar… Bakmaz artık kopup da gidene Sakindir kafası… Hiç olmadığı kadar… Dolaşır şehrin ayazında ellerinde bir sonbahar. Bulaşır zamana, siner geceye. Yürür zamanın koynuna, gün tepeden doğana kadar… Yavaşça yok olur geceden kalanlar. Bir şehrin üzerinden, yeniden gün doğar… Hazan savrulur ceplerinden, vakit olur sonbahar… maide özgüç 26 Ağustos 2013 |