ESSAH ŞEYLER
birlikte bakarken yorgun göçmen kuşların yolundan
kar’dan şapka gibi erimesine dağların gecelerini emanet ederdik sabahların tarihten alınmış ama tarihte kalmamış adresine sevdanın sokaklarında silinmeye yüz tutmuş duvarların yazılarına olurdu yolculuğumuz dalgınlığa unutmuşluğa kana kana sinmiş alın çizgilerimize denk doğum sancısı gibi budanmış güllerin künyesine bir kentin ve tek avuntusu günlerin -kucaklaşıldığında- ilk bırakanın bizim olmamasıydı ayrılığın azlığında da çokluğunda da belki düşlenilen satırında bir masal ülkesinin hayalleri bile uğramasa da geçerken yıldızları içinden ağlamak geçen! kahırlı bir gezegenin acının da sevincin de diğeri ahbabımızken lehimli sevdamıza destanlarımız yeterdi yeryüzünde düşler kurmaya duyulmayan çığlığında boşalan bulutun terine komşu düğünde çalan davul camide okunan sala geceyi ışıltan bir avuç yıldız gibi sokak lambalarının altında kazıyıp kuytuların karanlık yalnızlığında kapı altından süzülen duman gibi ellerimiz pas yanığı bozkır buğusu, meşin kokusu ellerimiz kayın ormanı olurdu ve yüreklerimizde suya, ateşe, toprağa, tohumun çiçeklenişi gibi yaşlı sakız ağacının yanında büyümeye tepizlenen yediveren pembe dudaklı sabiler otururdu esrimiş insan bedenlerinde öbeklenen küçük bir su birikintisi bile bir direnişçiyi anlatırdı kayışlı geçiş! laçka heyecan! sonra yaşarken görmek adına gönlümü şımartanım gülün kokusu kalırdı dalında, bazen hapşırtan bazen yüzümüzü okşayan acıların savurduğu asilik geçerdi içimden yamacı yaban bülbülü yükü pamuk ipliğinde bırakmazdım gözyaşlarımı bir çocuk gibi ağlasın kendime ceza verirdim hiçbir cellât’a borcum yokken bile - yağmur nereye yağarsa tarlasını oraya çekenler- yeni gölgelikler peşindeyken kurum tutmamış yüreğime resmini nakşederdim aşarken maksadını sözler bir sümüklü böceğin arkasında, sümük bırakması gibi cennetin zeminine açılan küçük deliklerine bile olsa sen lades derken, ben hep kısa çöp çekerdim şaklayan mazur fırtınalar köpüren muzip dalgalar birini karşılarken mahcup bakışlarını yere çevirip sesi çınlayan sürgün çocuklar, ve belki sırtlarını sıvazlayan tanrılar muhabbete müebbete tuzla şeker rengi sırça saraylar iskelesiz kıyıya çizilen çizgi kâğıt gemi enderun ayrı ve karşıt olmak gibi müftü yorumlar kadı uygular -vurun- acılar! acılar ki birbirini kemiren bu dünyanın insanlığının ortak rengi, ’bir daha mı geleceğiz bu dünyaya’ demenin derdi sırsız, sacayağı yarası yüreğime gelince sadece sevmeye yaramıyormuş anladım susmanın hangi yanda durmak olduğunu da gözümün karası şimdi esaslı şeyler var elimizde artık zil takılı tabutlar yapmıyorlar ’atını senatoya konsül olarak sokmaya çalışanları’ görünce insanoğluyla kızı ’imparatorların tanrıların oğulları olmadığını’ anladılar bir kara gökyüzü düşse de üstlerine örtüsüz ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır dediler... kenan can yoldaşlar 03.06.1992. Yeşil evler. Adana. |