0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
16
Okunma
1
Bir yerden sonra insan,
oturduğu sandalyenin ağırlığını değil
kendisinin ne kadar az yer kapladığını fark ediyor,
o anda başlıyor asıl anlatı;
hiçbir şeyin tam söylenmediği,
her şeyin yanlış bir sessizlikle doğruymuş gibi durduğu yerden.
O gün de öyleydi,
sanki dünya bir cümleyi yarım bırakmış
ve devamını bana bırakmıştı,
ama kalemim yoktu,
dilim de fazlalık sayılıyordu artık.
Yan yana duran bedenler vardı,
birbirine değmeden alışmış,
konuşurken bile araya mesafe koyan,
kelimeleri sıraya dizmek yerine
aralarında küçük boşluklar açan insanlar;
her boşluk bir şey anlatıyordu,
ama kimse tercüme etmek istemiyordu.
Bir ara
gözlerim sabit bir yere takıldı,
o yerin ne olduğunu bilmiyorum,
bildiğim tek şey,
bakmayı bırakırsam dağılacak bir şey vardı orada,
o yüzden gözlerimi çiviledim,
sanki bakarak ayakta tutabilirmişim gibi.
Zaman
orada hep yanlış çalışıyordu;
ileri gitmiyor, geri dönmüyor,
sadece ağırlaşıyordu.
Dakikalar uzuyor,
uzadıkça içlerinden çocukluk çıkıyordu,
bir köşede saklanmış,
unutulmuş ama vazgeçmemiş bir çocukluk.
Bir kadının eli
bir şeyle meşguldü,
neyle olduğunu söylemeye gerek yok,
çünkü meşguliyetin kendisi daha önemliydi;
ellerin bir şeye tutunma ihtiyacı,
hayatta kalma refleksi gibi
kendini ele veriyordu zaten.
İçimde
adını koymadığım bir rahatsızlık dolaşıyordu,
üşümek değildi,
ısınmak da değil,
daha çok yanlış bir mevsimde uyanmış olmak gibi;
herkesin bildiği ama kimsenin takvimine yazmadığı
o arada kalmışlık.
Kapalı olan bir şey vardı,
tam kapanmamış ama açık da sayılmayan;
oradan gelen hava
bedeni değil,
anıların en korunaksız yerine çarpıyordu,
insan en çok oradan hasta oluyordu zaten.
Bir renk
aklıma takılıyordu durmadan,
adını söylemeye gerek yok,
çünkü o renk
hep aynı şeyi anlatır:
bir şeyin fazla geldiğini,
taştığını,
artık saklanamadığını.
Birini düşündüm,
uzun zamandır düşünmediğim birini,
hatırlamak değildi bu,
hatırlamanın provasını yapmak gibiydi;
yüzü net değildi,
ama yokluğu çok belirgindi,
yılların insanı nasıl sessizce değiştirdiğini
hiçbir aynanın yapamayacağı kadar iyi anlatıyordu.
Konuşmak istedik belki,
ya da konuşmuş gibi yaptık,
bazen insan
yalnızca ağız hareketleriyle de
bir şeyler yaşadığını sanabiliyor.
Bir anlatı vardı ortada,
ama anlatıcısı yoktu,
sadece taslak halinde duran bir düşünce,
hiç yazılmayacağı baştan belli.
Gitmeler
oraya yakışıyordu,
aceleye gerek yoktu,
kimse kimseyi tutmuyordu,
çünkü tutmak da bir çeşit iddia sonuçta,
biz iddiasızdık,
fazlasıyla.
Etraf
fazlalıklarla doluydu,
gerçek olmayan ama oradaymış gibi duran şeylerle;
insanın yokluğunu örtmek için icat edilmiş
küçük, ucuz, dayanıklı yalanlar.
Bakınca
hiçbirinin işe yaramadığı anlaşılıyordu.
Bir yerde
zamanın yüzü çizilmişti sanki,
o çizikten sızan şey
ilerlemek değil,
kanıtlanmaktı:
her şeyin kırılabilir olduğu,
özellikle de insanın.
O an
içimden bir ses yükseldi,
yüksek değildi,
talepkâr hiç değildi,
sadece şunu söyledi:
“Buraya kadar.”
Ve bir şey
adı konmadan
karşımda durdu,
korkutucu değildi,
hatta tanıdıktı;
bana bakarken
benimle ilgili her şeyi biliyormuş gibiydi,
çünkü gerçekten biliyordu.
Beni ben yapan ne varsa
hepsinin üzerinden geçmişti zaten,
öğretmişti,
sertleştirmişti,
inceltmişti,
büyütmüştü.
O yüzden
ona bakarken
itiraz edecek bir şey bulamadım.
Bugün
her şey çok hassastı,
sanki dünya
tek bir yanlış nefeste
dağılacak gibiydi,
ben de tam orada duruyordum;
daha önce durduğum
ama hep unuttuğum yerde.
Ne eksik
ne tamam,
sadece
yarım kalmış bir cümlenin
son kelimesi gibi.
2
Masada kalan şeyler var bu şiirde,
bırakılmış bir çatalın titreyişi gibi,
elmanın soyulmuşluğu kadar savunmasız.
Konuşmanın eşiğinde duran cümleler,
kapı aralığından sızan soğukla aynı yerden giriyor içeri;
kalbin üstüne denk geliyor,
hiç şaşmıyor.
Kırmızı saat yalnız zamanı göstermiyor,
kanıtlıyor onu.
Cam kırığı, plastik çiçek,
hepsi hayatta kalmanın ucuz ikameleri.
Bir dost yüzü düşüncesi
geç kalmış bir tren gibi
hiçbir yere varmadan geçiyor zihinden.
Ve ölüm
burada bir tehdit değil,
bir terbiye biçimi.
Büyütmüş, yetiştirmiş,
konuşmayı öğretmiş susarak.
Şiir, tam da dediğin yerde kalıyor:
kırılmadan hemen önce,
incecik bir akşamda,
söylenmiş ama tamamlanmamış bir cümle gibi.