0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
207
Okunma

OLUKPINAR’IN SESİZ ÇIĞLIĞI
EMİNE SEZGİN
OLUKPINAR’IN SESSİZ ÇIĞLIĞI
Emine’nin Romanı – Arka Kapak Manifestosu
Bu kitap, bir kadının tekerlekli sandalyede değil, kelimelerin om-zunda yürüdüğü bir hayatın hikâyesidir.
Emine’nin sesi, rampasız sokaklardan değil, satır satır döşenmiş bir direnişten yükseliyor.
Her paragraf bir çığlık, her kıssa bir yumruk.
Engelli bireyler için bir ışık, engel koyanlar için bir kılıç.
“Ben yürüyemedim ama yazdım. Yazdıkça yürüdüm. Bu kitap baston değil; bayrak.”
Bu roman, engelli olmanın değil, engellenmenin romanıdır.
Toplumun görmezden geldiği gerçeklere ayna tutar—ama bu ayna sıradan değil, büyüteçli.
Okuyucu bu kitabı okurken gülümser, ağlar, utanır, cesaretlenir.
Çünkü bu kitap, duygusal bir rampadır—herkesin çıkması gereken bir yol.
Emine’nin hikâyesi, sadece bir kadının değil, susturulmuş binlerce kişinin sesidir.
Bu kitap, “Engelli kadın yazar olur mu?” diyenlere kahkahayla verilmiş cevaptır.
Ve o kahkaha, meydanlarda yankılanır, heykellere dönüşür.
“Bu heykel taş değil; kahkahalarla dolu bir efsane!”
Olukpınar’ın sessizliği artık sessiz değil.
Bu kitap, susturulmuş seslerin yankısıdır.
Yalnızca Emine’nin değil, hepimizin kıssasıdır.
EMİNE’NİN IŞIĞINDA YOL ALMAK
Bu kitap, bir insanın değil, bir direnişin, bir kıvımın, bir ışığın hikâyesidir.
Emine Sezgin, 1974 yılında Ermenek’in Olukpınar köyünde dün-yaya geldiğinde köydeki dualar umutla karıştı; ama bazı diller “Allah akıl fikir versin” ayarına geçti. “Bu çocuk sakat, boşuna uğraşma,” dediler. Ama annesi bir baktı, baktı… Emine’nin göz-lerinde melek değil resmen kozmik ışıklar dönerken “Yıldız bu çocuk, yıldız!” dedi. O an kader bile geri vitese taktı.
Emine’nin bedeni küçüldü ama aklı... Açın yolu, dimağ geçiyor! Hayat ona engel koydukça o bastonunu kaldırdı, kıvımını taktı, “Heeeyt!” deyip yeni yollar açtı. Bu kitap işte o yolların, hem çukurunu hem kahkahasını anlatıyor.
Bu kitapta ne bulacaksınız?
– Bir çocuğun kimliğini çalıp, sadece okula değil... eğitim siste-mine “sürpriziz!” yaptığı anları
– Bir öğretmenin gözyaşına yenik düşüp, “Ben seni sol kolum gibi severim” dediği sağ kol öğrenciyi
– Bir babanın sadece ebeveyn değil tam zamanlı hayat kankası oluşunu
– Sofrada hasetle tokalaşıp, “Ben seni affedeyim de sen kendini affet bakalım” diyen bir yüreği
Devletin “Engellisin ama maaş alamazsın çünkü biz öyle düşün-dük” sistemine karşı zeka gösterisi sergileyen bir kadını
– Köy çocuklarını “çobandan mühendise hızlı geçiş programı”na sokan bir öncüyü
– Her satırı yürekten, her kelimesi ışıkla ve arada bir bolca “hadi oradan” ifadesiyle yazılmış bir anlatıyı
Mizah da var, gözyaşı da Emine’nin hikâyesi sadece acı değil. O, mizahı çantasından çıkarıp, bastonunun ucuna taktı ve “Kahkaha atmayanı sınıftan alırım” dedi. Kimi zaman, “Ben engelliyim ama sistemin zekâsı benden daha kısıtlı gız” diye güldürdü,Kimi za-man “Ayaklarım yere basıyor ama hayallerim göğe çıkıyor” diye-rek gökyüzüne selam çaktı.
Neden bu kitap?
Çünkü Emine’nin hikâyesi sadece ona ait değil.Bu, toplumun aynası… ama öyle düz ayna değil büyüteçli, çarpıtan değil, aydın-latan cinsten.Bu, susturulmuş seslerin yankısı… “Ben buradayım!” diye içimizi titreten türden.Bu, “engel” kelimesinin yanına parantez açıp oraya “ama bahane değil” yazdıran bir hikâye
Emine bu kitabı, kendi yaşadıklarını anlatmak için değil; yaşadığı her engeli aşarken edindiği gücü, kıvımı ve umudu paylaşmak için yazdı. Çünkü biliyordu ki onun karşılaştığı duvarlar, sadece kendisine değil, binlerce kişiye örülüyordu. Bu kitap, “Ben başar-dıysam, sen de başarabilirsin” demenin bir yolu; sadece bir yaşam öyküsü değil, bir direniş el kitabı. Emine, sesi duyulmayanların sesi, görünmeyenlerin ışığı olmak istedi — ve kalemiyle o ışığı yaktı.
EMİNE’NİN MİZAH DOZUNDA KÖY HATIRALARI
Bizim köy küçük ama hayalleri büyük bir yerdir. Öyle ki, zama-nında bir öğretmen çıkınca neredeyse davul zurna çalacaktık. İlk öğretmenlerimiz Bekir Bağcı ile Fuat Baysal’dı. Onlar okulu biti-rince köyde sanki NASA’ya astronot yollamışız gibi sevindik.
Hemen ardından bizim amcamın kızı da öğretmen oldu. O gün anladım ki bizim ailede sadece çamaşır değil, öğretmen de çok iyi yetişiyor. Derken Sezgin Burma da eğitim kervanına katıldı. Köyde artık "hangi çocuğu kime okutalım?" diye kura çekilecek duruma geldik.
Zamanla bu iş mesleğe döküldü: biri mühendis oldu, biri doktor, biri avukat… Hatta bir tanesi "ben YouTuber olacağım" deyince, nenem “Onun da zekâsı gitmiş telefona” deyip iç çekti.
Ama çok şükür Elhamdülillah, bizim Olukpınar’da bilgi susuzluğu kalmadı. Her yerden bir ışık çıktı. Kimseye nasihat vermem ama ben hep derim:
Bir köy okula kavuşursa, o köyden dünya kadar insan çıkar.
Hem de mizahla karışık, gülerek, düşe kalka ama dimdik yürüye-rek!
Köyümüzde güneş sabahları bile "Hele bi kahve içeyim öyle do-ğayım" der gibi doğar. Ama biz Olukpınarlılar sabahı beklemeyiz, derdimizle gün ağartırız.
Ben Emine. Köyde bana “Rampa Emine” derler, ama mesele rampa değil, hayallerin basamağıdır o. Bizim köyde öyle hikâyeler var ki, ne romanlara sığar ne dizilere. Hele bir anlatayım da, siz karar verin.
Bizim köyde başarı diploması değil, fedakârlıktır. Herkes bir mes-lek sahibi olmak istedi. Kimisi oldurulmadı, kimisi olduramadı. Ama hepsinin alnında bir yazı var: “Bu köyden umut çıkar!”
Ve ben Emine olarak diyorum ki:
Her atanamayan öğretmen, her dondurulan okul, her yarım kalan rüya, bizim köyün gurur madalyasıdır. Şimdilik atanamadık belki ama... Allah bilir, belki cennette kadro açılmıştır.
Köyümüzde güneş sabahları bile "Hele bi kahve içeyim öyle do-ğayım" der gibi doğar. Ama biz Olukpınarlılar sabahı beklemeyiz, derdimizle gün ağartırız.
Ben Emine. Köyde bana “Rampa Emine” derler, ama mesele rampa değil, hayallerin basamağıdır o. Bizim köyde öyle hikâyeler var ki, ne romanlara sığar ne dizilere. Hele bir anlatayım da, siz karar verin.
Bir yeğenim var: Doktor olacağım dedi, sabahlara kadar ders ça-lıştı. Oksijen değil, azimle nefes aldı. Sonra ne mi oldu? KPSS dedi, “Sen bekle.” Hemşire olmak isteyen diğer yeğenimle birlikte “atama müzesi” açacaklar neredeyse. Duvarda diplomalar, vitrinde umutlar. Yüreğinde kor… Çünkü abisi boğulmuştu.
Bir de Deniz Astsubay olmak isteyen yeğenim vardı. O, disiplin-liydi; sabahları yatağını katlar, öğlen çayını içmeden saygı duru-şuna geçerdi. Mülakat sınavını geçti deniz subayı oldu.
Bankacılığı kazanan yeğenim ise tam “paranın şıkırdadığı hayat başlıyor” derken, babası rahatsızlandı. Okulu dondurdu, hayalini buzluğa attı. Ama o yine de gülümseyip, “Faiz değil, vefa işlerim ben” dedi
ENGEL DEĞİL, DİRENİŞLE BAŞLAYAN BİR HAYAT
Olukpınar Köyü’nde, dört odalı bir evin içinde üç gelin, bir dede, bir yürek dolusu hayat… İşte orada, bir odada sessiz sedasız, ama hayata kafa tutarcasına dünyaya geldi Emine. Ne ebenin eli vardı başucunda, ne de hemşirenin sıcak bakışı. Doğum değil, resmen meydan okuma...
Bir de ters doğmuştu. Hem engelli, hem ters—sanki hayat daha başlarken test ediyordu sabrını. Neneler, telaşla çekip alırken mi-nicik bedeni, sağ kalçası çıktı. Ayaklar zaten dönüktü, ama o gün kimse fark etmedi. Ne annesi anladı ne babası… Ama o küçük bedende, büyük bir sabır filizlenmişti çoktan.
Yıl 1973. Eğirdir’in yolunu tuttular. Emine’nin iki ayağı da ame-liyat edildi. Ama o yol yalnızlıkla döşeliydi. Hastanede tek başına kaldı, minik kalbinde koca bir yalnızlık. Yanında sadece hasta bakıcısı Fatma Hanım vardı; eli şefkatli, sesi ninni gibi. O olmasa geceler susmazdı.
Babası arada bir gelirdi. Sessiz bir adamdı, bakışları konuşurdu: “Kızım affet beni, başka çarem yok.” Yanına biraz para bırakır, ihtiyaçlarını köşeye dizer, sonra yüreğini orada bırakıp dönerdi. Emine için bu ziyaretler bayramdı.
OLUKPINAR’DA BİR ÇOCUKLUK – PENCERE KENARINDA KURULAN DÜNYA
Olukpınar köyü, ilkbaharda uyanırdı. Kavaklar yapraklanır, toprak nemlenir, sabahları horoz değil serçeler öterdi. Emine Sezgin, bu köyde doğduğunda dünya ona yürümeyi değil hayal kurmayı öğretti. Bedensel engeli nedeniyle sokaklarda koşamasa da pence-reden dışarıyı izlerken zihni uçardı. Pencere onun için bir ekran değil bir sahneydi. Karşıdaki dut ağacında iki serçe kavga eder, bir kertenkele taşın altına kaçardı. Yaşıtları sokakta seksek oynar-ken, Emine defterine bir ev çizerdi: bahçesinde sardunyalar, ve-randasında bir salıncak, içeride kitap dolu raflar. Yazdığı her ke-lime, yürüyemediği bir adımın yerine geçerdi.
Güneş öğlen tepeye çıktığında Emine’nin hayalleri de göğe yük-selirdi. “Ben de koşabilirim,” derdi içinden, “ama kelimeyle.” Köyün taşlı yolları onun için engel değil hikâye malzemesiydi. Her böcek, her kuş, her rüzgâr esintisi bir karakter olurdu. Mizahı da eksik değildi: komşunun horozu sabahları geç öterdi, Emine ona “tembel paşa” derdi. Pencere kenarında kurduğu dünya, gerçek dünyadan daha genişti. Çünkü Emine için yaşamak, yürümek değil görmek, düş kurmaktı…
KALBİN TAŞTIĞI YER
Güneş, Olukpınar’ın taş döşeli meydanına nazlı nazlı süzülürken, Hayal Okulu’nun kapıları ilk kez açıldı. Açılışta Emine konuşma-dı; kelimeleri değil, sessizliği sahneye çıkardı. Masaya bir defter bıraktı, kapağında tek cümle: “Duygu kararınca, kontrol kaçar. Ama bazen o kaçış, bizi özgürleştirir.” Bu cümle, köyün çocukla-rının içini dürttü. Kimi annesini anlattı, kimi rüyasında gördüğü dev tavşanı, kimi de gece korktuğu karanlığı. Defter, bir tür iç dökme kutusuna dönüştü. Muhtar Halil, gözlüğünü burnunun ucuna indirip sayfaları çevirdi. “Sen bize sadece hikâye değil ce-saret verdin,” dedi, sesi çatlak ama kalpten.
O gün, Olukpınar’da bir şey değişti. Kalbin taştığı yer, bazen en doğru yerdir; çünkü taşan kalp, sınır tanımaz. Emine’nin sessizliği, köyün gürültüsünü susturdu. Çocuklar artık sadece oyun oy-namıyor, duygularını yazıyordu. Defter, bir tür duygusal harita oldu. Her sayfa bir kıvı, her kelime bir dönüşümdü. Mizah da eksik değildi: Ali, rüyasında keçiyle evlendiğini yazdı. Keçi, dü-ğünde zurna çalıyordu. Halil gülmekten defteri düşürdü. İşte o gün, Hayal Okulu sadece bir bina değil bir kıvı sahnesi oldu.
İLK ÖĞRENCİ
Kapı gıcırdayarak açıldığında, içeri giren ilk çocuk Zeynel’di. Ayakları yürümüyordu ama gözleri koşuyordu. Emine, diz çöke-rek onunla göz hizasına indi. “Burada kimse sana ne yapamazsın demeyecek,” dedi. “Burada herkes ne yapabiliriz diye sorar.” Zeynel’in yüzü, güneş görmüş toprak gibi çatladı, sonra gülümse-di. “Ben hikâye yazmak istiyorum,” dedi. Emine defteri uzattı. “O zaman ilk cümleyi sen yaz.” Zeynel yazdı: “Ben yürüyemem ama hayalim uçuyor.” O cümle, okulun duvarına asıldı. Ve Olukpınar’da bir kez daha anlaşıldı: Engel, hayalin karşısında duramaz. Zeynel’in hikâyesi, diğer çocuklara kıvı oldu. Ayşe, “Ben de yazacağım ama önce keçimi bulmalıyım,” dedi. Keçi, okulun bahçesinde saklambaç oynuyordu. Mizah, hikâyeye kıvrım kattı. Zeynel’in defteri, okulun kutsal kitabı gibi oldu. Her çocuk, bir cümleyle kendini tanıttı. Emine, kıvıyı sadece yazıyla değil, bakışla da öğretti. Zeynel’in hayali, okulun çatısına kadar çıktı. O gün, Hayal Okulu’nun duvarları sadece taş değil, umutla örüldü.
YENİ SESLER
İkinci haftanın sabahında, kapıdan içeri sessiz bir kız girdi. Adı Elif’ti. Ayakları yere basıyordu ama gözleri hep yere bakıyordu. Emine onun sessizliğinde bir çığlık duydu. “Burada konuşmak zorunda değilsin,” dedi. “Ama istersen yazabilirsin.” Elif, defteri aldı. Sayfaya sadece bir kelime yazdı: “Korkuyorum.” Emine defterin yanına bir kelime daha ekledi: “Beraber.” O gün, Elif ilk kez başını kaldırdı. Çünkü bazen bir kelime, bir el, bir bakış… bir hayatı değiştirebilir. Elif’in hikâyesi, okulun sessiz köşesine kıvı bıraktı. Diğer çocuklar onun etrafında toplanıp “Ben de korkuyo-rum ama keçim beni koruyor,” dedi. Keçi, okulun terapisti oldu. Mizah, sessizliği yumuşattı. Elif, sonraki günlerde deftere cümleler ekledi. “Korkumun adı yok ama sesi var,” yazdı. Emine, onun kelimelerini duvarlara astı. Hayal Okulu, artık sadece yazılan de-ğil, hissedilen bir yerdi. Elif’in sessizliği, okulun en gürültülü sesi oldu. Çünkü bazen sessizlik, en yüksek çığlıktır.
GEÇMİŞİN KAPISI
Bir sabah, okulun kapısında bir gölge belirdi. Emine gözlerini kıstı. Tanıdık bir yüz… ama yılların tozuyla örtülmüş. “Ben… ben Mahir,” dedi adam. “Senin çocukluk arkadaşın.” Emine’nin kalbi bir an durdu. Mahir, onun en çok güvendiği ama en çok kırıldığı kişiydi. “Sen gittiğinde ben sustum,” dedi Mahir. “Ama sen sustuğunda dünya konuşmaya başladı.” Emine, gözlerini kaçır-madı. “Ben artık susmuyorum,” dedi. “Ve seninle konuşacak çok şeyim var.” O gün, Hayal Okulu’nun bahçesinde iki eski dost, iki yaralı kalp, yeniden konuşmaya başladı. Mahir, okulun duvarlarına bakarken “Sen burayı hayal ettin, ben hayalini unuttum,” dedi. Emine gülümsedi. “Hayal unutulmaz, sadece bekler.” Mizah da eksik değildi: Mahir, okulun keçisini görünce “Bu mu müdür?” dedi. Keçi gururla böğürdü. Geçmişin kapısı açıldı ama içeri giren artık aynı kişi değildi. Emine, Mahir’e defter verdi. “Sen de yaz,” dedi. Mahir yazdı: “Ben sustum ama senin kelimelerin beni uyan-dırdı.” O gün, geçmiş kıvıya dönüştü.
YÜZLEŞME
Mahir, okulun bahçesinde sessizce oturuyordu. Elinde Zeynel’in yazdığı hikâye defteri vardı. Emine yanına geldi. “Sen gittiğinde ben çok sustum,” dedi. “Ama sustuğum her gün, içimde bir kelime büyüdü.” Mahir başını eğdi. “Ben seni anlamadım o zaman. Senin sessizliğini zayıflık sandım.” Emine gülümsedi. “Benim sessizliğim, fırtına öncesiydi.” O gün, geçmişin yükü birer cüm-leyle hafifledi. Mahir deftere bir şey daha yazdı: “Bazı yaralar konuşunca iyileşir.” Hayal Okulu’nun duvarına bu cümle asıldı. Çocuklar altına kendi yaralarını yazdı. Ayşe, “Benim yaram keçim beni ısırdı,” dedi. Keçi suçlamayı reddetti. Mizah, yüzleşmeyi yumuşattı. Emine ve Mahir, okulun bahçesinde yürürken geçmişin gölgesi değil, kıvısı konuştu. Çünkü yüzleşme, sadece hesaplaşma değil—yeniden doğma. O gün, Hayal Okulu bir terapi merkezi gibi çalıştı. Kelimeler, yara bandı oldu. Ve Emine, Mahir’e dönüp “Artık susmak yok,” dedi. Mahir gülümsedi. “Artık yazmak var.”
GÖNÜL PENCERESİ VE MEZARLIK MANZARALI HA-YALLER
Olukpınar köyünde sabahlar, güneşin doğu penceresinden içeri sızmasıyla başlardı. Emine, o pencerenin önünde durur, bir yandan çayını yudumlarken bir yandan mezarlığa bakardı. Evet gız, evin doğu penceresi mezarlığa bakardı ama bu onu korkutmazdı. Aksine, Emine için mezarlık, geçmişin WhatsApp grubu gibiydi: sessiz ama hep çevrim içi. Ebesiyle, dedesiyle mezar üstü muhab-betler yapar, “Dede, bu sabah dolma sardım, senin gibi kıvı kıvı oldu” derdi. Mezarlıkta rüzgar esince, Emine “Aha, dedem onay-ladı” diye iç geçirirdi. Çocukluk ve gençlik aynı sokakta yürürken, Emine hayallerini de yanına alırdı. İlk aşkını mezarlık manzaralı pencerede hayal etti. “Gönül penceremden baktığımda yere su argı vardı,” diye yazmıştı bir defterine. O su birikintisinde çocuklar oynar, serçeler çimerdi. Serçelerin ıslak kanatlarıyla çırpınışı, Emine için aşkın metaforuydu: biraz ıslak, biraz telaşlı, Körebe oynarken, engelli çocuğu hep ebe yapardı.
“Sen sobelenmezsin gız, sen sobelersin!” diyerek onu oyunun yıldızı yapardı.Köyde herkes Emine’yi severdi ama kimse onun kadar kıvı anlatamazdı.Her doğan gün onun için yeni bir hayat, her batan gün hesaplaşma zamanıydı.Güneş pencereye vurunca, Emine içinden “Bugün de kıvı yazacağım” derdi.
– KİMLİK HIRSIZLIĞIYLA BAŞLAYAN EĞİTİM OPERAS-YONU
Emine, sabah erkenden kalktı, babacığının pantolonunu yokladı. Cüzdanın içinden kimliği çekti, sanki casusluk yapıyor. Ama bu casusluk değil—eğitim operasyonuydu. Dokuz yaşındaydı ama kimlikte beş. Okula yazılmak için yaş küçültmek değil, kader bü-yütmek gerekiyordu. Okul kapısına dayandı, gözyaşları hazır, ayakkabısı çamurlu. Öğretmen önce “Küçüksün gız, Milli Eğitim kızar,” dedi. Emine ağladı, öğretmen yumuşadı. “Bir ay kimliğin bende kalsın,” dedi. O gün, Emine sadece okula değil, hayata ya-zıldı.
: ZAMAN, MEKÂN VE DUYGU – “İlk Adımın Ritüeli”
Sabahın ilk ışığı köy okulunun doğu cephesine vurduğunda, za-man durmazdı—ama çocuklar dururdu. O gün Emine ilk kez oku-lun kapısından içeri adım attı. Ayakkabısı çamurluydu, ama içi umut doluydu. Zaman onun için artık sadece saat değil—bir ritim, bir eşlik, bir defterin ilk sayfasıydı.
Mekân tek sınıflı bir köy okuluydu. Beş sınıf bir aradaydı, toplam 16 öğrenci. Kara tahta, tebeşir, dışarıda tuvalet, plastik ıprıkla su taşıma… Ama Emine için bu mekân, bir kutsal alan gibiydi. İlk kalem tutuşu, ilk resim yapışı, ilk alta kaçırışı—hepsi bu mekânda oldu. Ve her biri bir duygunun ritüeliydi.
Öğretmen tavrı sertti ama gözleri yumuşaktı. “Emine, çizgiyi ta-şırma,” dediğinde, Emine içinden “Ben taşarım ama ritimle,” dedi. O gün zaman bir brime dönüştü. Mekân bir eşlik alanı oldu. Duygu bir arşive yazıldı.
OKUL, ÇEVRE VE EYLEM – “Köyde Kurulan Eğitim Ritüeli”
Köy okulunun kapısı gıcırdayarak açıldığında, Emine içeri adım attı. Sınıfın kokusu: tebeşir, ter, umut. Beş sınıf bir aradaydı, ama herkes kendi ritmini taşıyordu. Toplam 16 öğrenci, ama 16 ayrı dünya.
Kara tahta önünde öğretmen durdu, elinde tebeşir. “Bugün harfleri öğreneceğiz,” dedi. Ama Emine için harf değil—ilk çizgi, ilk yankı, ilk eşlik. Kalemi ilk kez tuttuğunda parmakları titredi. Resim yaparken güneşi hep mezarlığın üstüne çizdi. Çünkü onun için ölüm bile çevrim içiydi.Tuvalet dışarıdaydı, su plastik ıprıkla taşınıyordu.
Emine bir gün altına kaçırdı, ama utanmadı. Çünkü öğretmen “Her şey öğrenilir,” dedi. Ve o gün Emine öğrendi: Eğitim sadece bilgi değil—ritim, eşlik, cesaret. Köy okulu küçük olabilir ama ritüeli büyüktü. Her gün bir ilk, her ilk bir kayıt, her kayıt bir roman. Ve Emine artık sadece öğrenci değil—arşivin öznesiydi.
EV ORTAMI: CEHALETLE DANS, UMUTLA HALAY
Evde bilgi yoktu ama kıvı vardı. Annesi okuma yazma bilmezdi, ama gözleriyle roman yazardı. Şalvarıyla soba başında oturur, “Kızım oku da adam ol,” derdi. Babacığı askerde öğrenmişti harf-leri, eve döndüğünde gazete okur, Emine’ye “Bu harf ‘m’ gız,” diye fısıldardı. Emine, o fısıltılardan bir alfabe kurdu. Evdeki ce-halet, onun için bir duvar değil—bir sıçrama tahtasıydı. Her harf, bir tuğla. Her cümle, bir merdiven. Ve Emine, o evin kıvı dolu sessizliğinden çıkıp, kelimelerle dünyayı fethetmeye başladı.
SINIF SAHNESİ: KALEM DÜŞÜRME OPERASYONU
Köy okulunda ders değil, tiyatro oynanırdı. Öğretmen tahtaya döndüğünde, çocuklar sahneye geçerdi. Kalemler bilinçli düşerdi, ama amaç yerden almak değil—aşağıdan bakmaktı. Emine ilk kez öğretmenin eteğinden bacağını gördüğünde, gözleri büyüdü. “Bu ne gız?” dedi içinden. Çünkü evde şalvar, entari dışında bir şey görmemişti. Don bile bir sırdı. Öğretmen yürürken eteği savru-lunca, sınıfın içinden fısıltılar yükselirdi. “Donu beyaz,” derdi biri. “Dantelli,” diye eklerdi öteki. Ama kimse yüksek sesle ko-nuşmazdı. Çünkü bu tiyatro sessiz oynanırdı. Her bakış bir replik-ti, her fısıltı bir perdeydi. Ve Emine, bu sahnede rolünü sessizce öğreniyordu.
TUVALET RİTÜELİ: ARALIKLARIN ANATOMİSİ
Tuvalet dışarıdaydı, tahtadan çakma bölmelerle. Klozet yoktu, iki tahta arasına açılmış bir delik vardı. Bok gözükürdü, kokusu sınıfa kadar gelirdi. Ama asıl ritüel, tahta aralıklarından bakmaktı. Kızlar kapı aralığından oğlanlarınkine göz atardı, oğlanlar kızlara bakardı.Zeynep derste parmağını gösterirr, Aliye göz ederdi. “Se-ninkini gördüm,” diye parmak sallanırdı. Mizah vardı ama ses yoktu. Her şey fısıltıyla yürürdü. Tuvalet, sadece ihtiyaç değil—merakın laboratuvarıydı. Ve Emine, bu ritüelin içinde hem utandı hem öğrendi. Çünkü köy okulunda bilgi kadar beden de keşfedi-lirdi. Ama hep sessizce, hep kıvı dolu.
İLK ARKADAŞLIK: KALEM PAYLAŞIMI VE SIRDAŞLIK RİTÜELİ
Emine okulda ilk arkadaşını bulduğunda, kıvı bir bağ kuruldu. Kalemini paylaştı, silgisini bölüştü, sıraya birlikte oturdu. Adı Zeynep’ti, saçları örgülü, gözleri hep soru doluydu. Teneffüste birlikte ip atladılar, kantinden sakız aldılar, defter kenarına kalp çizdiler. “Sen benim sırdaşımsın,” dedi Zeynep. Emine içinden “Ben seninle ritim tutarım,” dedi. Birlikte öğretmenin gözlüğünü takıp taklit yaptılar, sınıf güldü. Ama bu arkadaşlık sadece oyun değil—bir güven alanıydı. Emine ilk kez biriyle sessizce anlaşa-bildi. Kalem değil, kıvı paylaşıldı.
İLK KISKANÇLIK: SİLGİ KRİZİ VE GÖZ TEMASI SAVAŞI
Bir gün Zeynep, silgisini Ali’ye verdi. Emine’nin içi burkuldu. “Benimle paylaşırdı,” dedi içinden. Ali gülümsedi, Zeynep de. Emine’nin gözleri kıvı kıvı doldu. Sınıfta sessiz bir savaş başladı: göz teması, omuz çarpması, teneffüste ayrı oynamalar. Öğretmen “Ne oldu size?” dedi. Emine sustu, Zeynep başını eğdi. Ama o gün Emine öğrendi: kıskançlık da bir duygu, ve duygular da öğre-nilir. Sonra barıştılar, silgiyi üçe böldüler. Çünkü köy okulunda krizler bile kıvı çözülürdü. Ve Emine, duyguların da ritmi oldu-ğunu fark etti.
İLK YAKLAŞIM: KALP ÇİZGİSİ VE GÖZ TEMASI
Ali, teneffüste Emine’ye yaklaştı. Elinde defteri, içinde bir kalp. Kalbin içine “E+?” yazmış. Emine baktı, ama cevap vermedi. Gözleri Ali’nin gözlerine değdi, sonra kaçtı. Sınıfta yan yana oturdular, ama Emine hep biraz uzak kaldı. Çünkü onun için aşk, bir kelime değil—bir kıvıydı. Ali gülümsedi, Emine defterini ka-pattı. Kalp çizgisi silinmedi ama konuşulmadı. O gün Emine ilk kez birinin kendisine farklı baktığını hissetti. Ama savunma modundaydı. Kalbi kıvırdı, sesi sustu.
İLK KAÇIŞ: TENEFFÜS TAKTİKLERİ VE SESSİZ SİPER
Emine, Ali’yi gördüğünde yön değiştirdi. Teneffüste ip atlamaya gitti, kantine uğramadı. Zeynep “Ali seni seviyor,” dediğinde, Emine “Ben ders seviyorum,” dedi. Ama içi kıvı kıvıydı. Kalbi hızlı atıyor, ama yüzü donuktu. Öğretmen “Neden dalgınsın?” dediğinde, Emine “Yorgunum,” dedi. Ama yorgunluk değil—kaçıştı. Çünkü savunma modu, sadece beden değil—zihin takti-ğiydi. Emine, Ali’nin bakışından kaçtı ama defterin arkasına onun adını yazdı. Sessizce, gizlice, kıvı dolu.
İLK İÇ SES: KALBİN FISILTISI VE KIVI KIVI KABUL
Gece oldu, Emine defterini açtı. Kalbin içine “E+?” yazılmıştı. Yanına küçük bir yıldız çizdi. “Belki,” dedi içinden. Çünkü sa-vunma modu çatlamıştı. Kalbi hâlâ temkinliydi ama artık fısıldı-yordu. “Ben de hissediyorum,” dedi sessizce. Aşk, onun için hâlâ bir sınavdı ama artık soruları ezberlemeye başlamıştı. Sabah okula gittiğinde, Ali’ye bakmadı ama yanına oturdu. Kalemini paylaştı, silgisini bölüştü. Ve o gün Emine, savunma modundan çıkmadı ama iç sesini tanıdı. Aşk gelmişti, ama sessizce, kıvı kıvı.bile vermiyor.
Emine bir gün aynaya baktı, gözleri boştu. Eskiden kıvı kıvı par-layan bakışlar, şimdi sadece “görme” işlevi taşıyordu. Zeynep “Ali seni seviyor” dediğinde, Emine “Ben kimseyi sevmem” dedi. Ama bu bir tavır değil, bir savunma değil, bir ölüm ilanıydı. Duygular zamanında çok koştu, çok düştü, çok kırıldı. Şimdi hepsi bir mezarlıkta yatıyor; mezar taşlarında “ilk bakış”, “ilk umut”, “ilk hayal” yazıyor. Emine artık duygularla değil, görevle yaşıyor. Gülmek gerekiyorsa gülüyor ama içi sessiz. Aşkı duyunca kıvır-mıyor, sadece “geç” diyor çünkü onun kalbi artık sadece ritim tutuyor, melodi yok.
Sabah kalktığında önce suyla savaştı, ıprıkla taşındı; sonra ateşle sobayı yaktı, külü temizledi; toprakla çamaşırı çitiledi, çamuru kazdı. Hava zaten hep eksikti, nefes almak bile görevdi. Bu dört elementin ortasında Emine bir şey görmedi; ne aşk ne umut ne hayal. Çünkü onun gözleri hayatta kalmaya ayarlıydı, kalbi ritim tutmazdı artık, sadece dayanırdı. “Ben bir şey gördüm mü?” dedi-ğinde aslında “Ben bir şey hissettim mi?” diyordu ve cevabı ha-yırdı. Çünkü elementlerle savaşan bir kız duyguyla barış yapa-mazdı.
Okul bahçesinde 1. ve 2. sınıf çocukları kurallı oynar; ip atlama sırası bellidir, taş sıçratma çizgisi sabittir. “Bir iki üç—taş ileri!” diye bağırılır. Kızlar ipi çevirir, oğlanlar atlar. Sonra yer değişir, herkes eşittir. Emine bu oyunları sever çünkü kuralları vardır. Kimse kimsenin eteğini çekmez, şalvarına dokunmaz; oyun sadece oyun gibi oynanır. Ama sonra büyük sınıflar gelir, ritim bozulur.
4. ve 5. sınıf erkekleri bahçeye girince oyun değişir. Kızların ön-lüğünü çekmek, oğlanların şalvarını indirmek ritüel olur. Ali Zey-nep’in düğmesini açar, Zeynep de Ali’nin lastiğini gevşetir. Gü-lüşmeler olur, kaçışlar başlar. Ama Emine bu sahneyi garip bulur. “Bu oyun değil” der içinden, çünkü onun için oyun kurallı olmalı. Bu hoyratlık onun kıvı dünyasına aykırıdır. Gülünür ama içten bir şey eksilir.
: Emine bir köşeye çekilir, defterini açar ama yazmaz. Gözleri bahçede, içi karışıktır. “Bu ne biçim oyun?” diye düşünür. Kızlar gülüyor ama gözleri kaçıyor. Oğlanlar bağırıyor ama seslerinde bir yarış vardır. Emine bu sahneyi anlamaz çünkü onun için oyun kıvı paylaşımıdır, şalvar çekiştirme değil. O gün defterine sadece bir cümle yazar: “Ben bu oyuna girmem.” Ve o cümle onun iç direnişinin ilk satırı olur.
Emine bu cümleyi yazarken gözleri sınıfın camına takılmıştı. Bahçede çocuklar gülüyordu ama o gülüşlerin fiyatı yoktu. Çünkü onun için duygu kantinden alınan sakız gibi değil, toprağa düşen yağmur gibidir; gelir, dokunur, geçer ama iz bırakır.
Emine okul bahçesini bir oyun alanı değil, bir dünya gibi görürdü. Yakan topta kaçarken değil, yakalanırken gülerdi. “Yağ satarım bal satarım” oynarken sesini değil, hayalini yükseltirdi. Seksek taşını çizerken çizgiye değil, geleceğe basardı. Bahçede fırınlık yaparlardı; toprakla, taşla, hayalle. Çamura batarlardı ama o çamur onları kirletmezdi çünkü oyun sadece eğlence değil, karakterdi.
Emine ve arkadaşları oyuncaklarını marketten değil, bahçeden bulurdu. Bir taş, bir dal, bir bez parçası hepsi birer kahramana dönüşürdü. Yemek yaparlardı; toprakla, yaprakla, hayalle. Bir çukur kazanır, içine su döker, “çorba oldu” derlerdi ama o çorba hayalin tadını taşırdı. Çamura batarlardı ama çamurlaşmazlardı çünkü kir dışarıdaydı, içleri hep kıvıydı.
Bir gün Emine bahçeye çıktı, elinde seksek taşı. Ama çizgiler silinmiş, taşlar dağılmıştı. Zeynep ağlıyordu, Ali bağırıyordu. Oyun bozulmuştu. Emine sessizce yere çöktü, taşını eline aldı ama atmadı çünkü o gün oyun değil, düzen kırılmıştı. Bir öğretmen geldi, “Ne bu gürültü?” dedi ama kimse cevap vermedi çünkü o gün çocukluk biraz eksildi.
Emine sınıfa döndüğünde öğretmenle göz göze geldi. “Sen neden ağlamıyorsun?” dedi, Emine cevap vermedi çünkü onun gözyaşı dışarı değil içeri akıyordu. Defterini açtı ama yazmadı, sadece bir çizgi çizdi; düz, uzun, sessiz. O çizgi o günkü duygunun izi oldu. Öğretmen anlamadı ama Emine anladı; bazı oyunlar bozulur, bazı bakışlar kırar.
O gece Emine defterinin en arkasına bir cümle yazdı: “Biz çamura battık ama çamurlaşmadık.” Sonra altına bir çizgi, bir yıldız, bir taş resmi çizdi çünkü o taş seksekten değil, direnişten kalmaydı. O defter artık sadece ders değil, hayatın arşiviydi ve Emine o gün büyüdü; sessizce, kıvı kıvı.
Birileri “bul” der, o “ol” der. Birileri “ver” der, o “yaşa” der
çünkü Emine duyguyu pazarda değil, defterin kıvrımında arar. Ve o gün bu cümleyi yazdıktan sonra defterini kapattı ama için-den bir ses hâlâ fısıldıyordu: “Ben duyguya fiyat biçmem, ben onunla yaşarım.”
SESSİZ GÜLÜŞ: DIŞARIDAN BAKANA BASİT, İÇERİDEN BAKANA DERİN
Ertesi gün bahçede çocuklar yeniden oynamaya başladı. İpler döndü, taşlar atıldı, sesler yükseldi. Emine kenarda oturdu, yü-zünde hafif bir gülümseme vardı. Dışarıdan bakana sıradan bir gülüştü bu ama içerden bakana bir direnişin, bir kabullenişin, bir kıvımın iziydi.
Zeynep yanına geldi, “Neden oynamıyorsun?” dedi. Emine bak-madan cevapladı: “Ben hâlâ oynuyorum ama başka bir yerde.” Zeynep anlamadı ama oturdu, birlikte sessizce toprağa şekiller çizdiler.
Çünkü bazı oyunlar sessiz oynanır, bazı arkadaşlıklar konuşmadan kurulur. Ve bazı gülüşler... acıyı ağrıya dönüştürmeden taşır.
Emine bir gün aynaya baktı, gözleri boştu. Eskiden kıvı kıvı par-layan bakışlar, şimdi sadece “görme” işlevi taşıyordu. Zeynep “Ali seni seviyor” dediğinde, Emine “Ben kimseyi sevmem” dedi. Ama bu bir tavır değil, bir savunma değil, bir ölüm ilanıydı. Duygular zamanında çok koştu, çok düştü, çok kırıldı. Şimdi hepsi bir mezarlıkta yatıyor; mezar taşlarında “ilk bakış”, “ilk umut”, “ilk hayal” yazıyor. Emine artık duygularla değil, görevle yaşıyor. Gülmek gerekiyorsa gülüyor ama içi sessiz. Aşkı duyunca kıvır-mıyor, sadece “geç” diyor çünkü onun kalbi artık sadece ritim tutuyor, melodi yok.
Sabah kalktığında önce suyla savaştı, ıprıkla taşındı; sonra ateşle sobayı yaktı, külü temizledi; toprakla çamaşırı çitiledi, çamuru kazdı. Hava zaten hep eksikti, nefes almak bile görevdi. Bu dört elementin ortasında Emine bir şey görmedi; ne aşk ne umut ne hayal. Çünkü onun gözleri hayatta kalmaya ayarlıydı, kalbi ritim tutmazdı artık, sadece dayanırdı. “Ben bir şey gördüm mü?” dedi-ğinde aslında “Ben bir şey hissettim mi?” diyordu ve cevabı ha-yırdı. Çünkü elementlerle savaşan bir kız duyguyla barış yapa-mazdı.
Okul bahçesinde 1. ve 2. sınıf çocukları kurallı oynar; ip atlama sırası bellidir, taş sıçratma çizgisi sabittir. “Bir iki üç—taş ileri!” diye bağırılır. Kızlar ipi çevirir, oğlanlar atlar. Sonra yer değişir, herkes eşittir. Emine bu oyunları sever çünkü kuralları vardır. Kimse kimsenin eteğini çekmez, şalvarına dokunmaz; oyun sadece oyun gibi oynanır. Ama sonra büyük sınıflar gelir, ritim bozulur.
4. ve 5. sınıf erkekleri bahçeye girince oyun değişir. Kızların ön-lüğünü çekmek, oğlanların şalvarını indirmek ritüel olur. Ali Zey-nep’in düğmesini açar, Zeynep de Ali’nin lastiğini gevşetir. Gü-lüşmeler olur, kaçışlar başlar. Ama Emine bu sahneyi garip bulur. “Bu oyun değil” der içinden, çünkü onun için oyun kurallı olmalı. Bu hoyratlık onun kıvı dünyasına aykırıdır. Gülünür ama içten bir şey eksilir.
Emine bir köşeye çekilir, defterini açar ama yazmaz. Gözleri bah-çede, içi karışıktır. “Bu ne biçim oyun?” diye düşünür. Kızlar gülüyor ama gözleri kaçıyor. Oğlanlar bağırıyor ama seslerinde bir yarış vardır. Emine bu sahneyi anlamaz çünkü onun için oyun kıvı paylaşımıdır, şalvar çekiştirme değil. O gün defterine sadece bir cümle yazar: “Ben bu oyuna girmem.” Ve o cümle onun iç direnişinin ilk satırı olur.
Emine bu cümleyi yazarken gözleri sınıfın camına takılmıştı. Bahçede çocuklar gülüyordu ama o gülüşlerin fiyatı yoktu. Çünkü onun için duygu kantinden alınan sakız gibi değil, toprağa düşen yağmur gibidir; gelir, dokunur, geçer ama iz bırakır.
Emine okul bahçesini bir oyun alanı değil, bir dünya gibi görürdü. Yakan topta kaçarken değil, yakalanırken gülerdi. “Yağ satarım bal satarım” oynarken sesini değil, hayalini yükseltirdi. Seksek taşını çizerken çizgiye değil, geleceğe basardı. Bahçede fırınlık yaparlardı; toprakla, taşla, hayalle. Çamura batarlardı ama o çamur onları kirletmezdi çünkü oyun sadece eğlence değil, karakterdi.
Emine ve arkadaşları oyuncaklarını marketten değil, bahçeden bulurdu. Bir taş, bir dal, bir bez parçası hepsi birer kahramana dönüşürdü. Yemek yaparlardı; toprakla, yaprakla, hayalle. Bir çukur kazanır, içine su döker, “çorba oldu” derlerdi ama o çorba hayalin tadını taşırdı. Çamura batarlardı ama çamurlaşmazlardı çünkü kir dışarıdaydı, içleri hep kıvıydı.
Bir gün Emine bahçeye çıktı, elinde seksek taşı. Ama çizgiler silinmiş, taşlar dağılmıştı. Zeynep ağlıyordu, Ali bağırıyordu. Oyun bozulmuştu. Emine sessizce yere çöktü, taşını eline aldı ama atmadı çünkü o gün oyun değil, düzen kırılmıştı. Bir öğretmen geldi, “Ne bu gürültü?” dedi ama kimse cevap vermedi çünkü o gün çocukluk biraz eksildi.
Emine sınıfa döndüğünde öğretmenle göz göze geldi. “Sen neden ağlamıyorsun?” dedi, Emine cevap vermedi çünkü onun gözyaşı dışarı değil içeri akıyordu. Defterini açtı ama yazmadı, sadece bir çizgi çizdi; düz, uzun, sessiz. O çizgi o günkü duygunun izi oldu. Öğretmen anlamadı ama Emine anladı; bazı oyunlar bozulur, bazı bakışlar kırar.
O gece Emine defterinin en arkasına bir cümle yazdı: “Biz çamura battık ama çamurlaşmadık.” Sonra altına bir çizgi, bir yıldız, bir taş resmi çizdi çünkü o taş seksekten değil, direnişten kalmaydı. O defter artık sadece ders değil, hayatın arşiviydi ve Emine o gün büyüdü; sessizce, kıvı kıvı.
Birileri “bul” der, o “ol” der. Birileri “ver” der, o “yaşa” der çünkü Emine duyguyu pazarda değil, defterin kıvrımında arar. Ve o gün bu cümleyi yazdıktan sonra defterini kapattı ama içinden bir ses hâlâ fısıldıyordu: “Ben duyguya fiyat biçmem, ben onunla yaşarım.”
OLUKPINAR’DA BİR GÜN
Sabah, yayladan gelen rüzgâr söğüdün dallarını usulca öperken, köyün horozu ötmeye başlamıştı. Emine, kısa boyuyla ama yayla kadar geniş gönlüyle, evin söfesinden çıkıp dereye doğru yürüdü. Elinde iki haranı, biri küllü su için, biri sıcak su için. İnek dışkısını sabahın erken saatinde, taze taze toplamıştı. Kapağını sıkıca kapatmış, krem gibi yedireceği beyaz çamaşırları hayal ediyordu.
Dere kenarında kurbağalar zıplıyor, kuşlar sabah duasını ötüyordu. Çocuklar çimenlerde çıplak ayakla koşuyor, bazen derenin içine girip taşları çeviriyordu. Büyükler şalvarlı, kadınlar yazmalıydı. Herkesin bir işi vardı, ama herkesin göz ucuyla Emine’ye selamı da eksik olmazdı.
Emine, taşın üzerine beyazları yığdı. Her birine özenle dışkı sürdü, sonra küllü suyla kefki döktü. Tokacı kaldırdı, indirdi. Her vuruşta kir dereye aktı, ama Emine’nin gözleri beyazlardan değil, gönlünden akan hayallerden ışıldıyordu. Genç kızlık düşleri, yay-lada otlayan hayvanlar gibi serbestti. Belki bir gün biri gelir, ona da bir türkü yakar.
SESSİZ GÜLÜŞ: DIŞARIDAN BAKANA BASİT, İÇERİDEN BAKANA DERİN
Ertesi gün bahçede çocuklar yeniden oynamaya başladı. İpler döndü, taşlar atıldı, sesler yükseldi. Emine kenarda oturdu, yü-zünde hafif bir gülümseme vardı. Dışarıdan bakana sıradan bir gülüştü bu ama içerden bakana bir direnişin, bir kabullenişin, bir kıvımın iziydi.
Zeynep yanına geldi, “Neden oynamıyorsun?” dedi. Emine bak-madan cevapladı: “Ben hâlâ oynuyorum ama başka bir yerde.” Zeynep anlamadı ama oturdu, birlikte sessizce toprağa şekiller çizdiler.
Çünkü bazı oyunlar sessiz oynanır, bazı arkadaşlıklar konuşmadan kurulur. Ve bazı gülüşler... acıyı ağrıya dönüştürmeden taşır.
OLUKPINAR’DA YAŞAM
Kopokoğlu’nun taşlık yamaçlarında sabahın ilk ışığıyla köy uyanır. Her şey sessiz ama kıssa dolu. Taşlar yerinde durur, gölgelerse yer değiştirir; adeta kendi aralarında bir ritim tutturmuşlar. Sanki taşlar “Ben buradayım” derken, gölgeler “Ben seni takip ederim” diyor.
Beş yaşındaki kızlar, boylarından büyük güğümleri sırtlar, ayakları kayar dizleri kanar ama korkuları yara değil, güğümün delinme-sidir çünkü su dökülürse gelenek konuşur ve o gelenek anneden değil köyün sesinden gelir. Ayşe defterine şöyle yazdı: “Kız ol-mak güğüm taşımaktır su dökmeden yürümek ritimde direnmek demektir ve çimmek sadece temizlik değil bir hayaldir.” Cemil ise şiirle cevap verir: “Güğüm sırtımda değil içimdeydi gız her adım-da bir özlem döküldü ve ben suyu değil hikâyeyi taşıdım.” Yani aslında su değil efsane taşıyorlarmış ama söylemeden geçmeyelim, güğümü düşürmeyene Allah güç kuvvet versin çünkü onun yeri ayrı, köyün kahramanı odur!
Köy meydanı kızlar için bir geçiş yeridir, oturmak yok kalkmak önemli çünkü kalkarken gölge uzar kelime yayılır ve her adım bir yankı bırakır belki de köyün en havalı müziği budur. Ayşe defte-rine şöyle yazdı: “Taş yerinde durur ama gölge yürür kelime ses-sizse ritim derindir.” Biraz kafa karıştırıcı ama köylüye göre çok anlamlı. Emine sabah helkesini alır bu sefer su değil düşünce taşır kardeşi arkasından gelir ritmi toplar çünkü köyde düşünce taşımak su taşımaktan zordur çünkü düşünce dökülürse sessizlik konuşur ki sessizlik bazen en sinir bozucu ses olabilir. Cemil şiirle cevap verir: “Kelime parmak gibi dokunur ama bazen de rüzgâr gibi geçer.” Yani bazen lafla peynir gemisi yürür bazen de yürütmez ama merak etme köyde lafla peynir gemisi yürümezse hemen arka taraftan yoğurtçular gelir, işleri halleder!
.R-22 veriyle analiz yapar: “Duygu yoğunluğu %87, ritim kıvrımı %1000.” Demek ki Ayşe’nin defteri çok okunuyor, belki de gizli popüler kitap olmalı çünkü köyde dedikodu hızını yakalayabilen kitap nadirdir.
GÜĞÜMÜN GÖLGESİ
Kopukoğlu’nda su taşımak iş değil kimliktir, kız çocukları gü-ğümle tanışmadan “kız” sayılmazdı. Güğüm metal değil sabırdır, taşınan su değil zamanın yüküdür. Yayladan gelen su yağdan de-ğerlidir, her damla hesapla bölünür: hamursuyu taharet suyu çay suyu olursuyu ama en kıymetlisi hep çimme suyudur çünkü çim-mek sadece temizlik değil hayaldir.
Bu yüzden kızların güğümü delinirse sadece su değil gurur dökü-lür, gelenek kaynar ve köyde bir anda herkes “Ay bu ne rezalet” der. Hatta bir keresinde Ayşe güğümü düşürdü, köyde üç gün sabah kahvesi değil, kahve muhabbeti doldu. Dediler ki “Kız, güğümü düşürmek karın ağrısı değil kalp ağrısıdır” dediler, Ayşe de “Benim kalbim mi kırıldı yoksa güğüm mü, onu anlayan beri gelsin!” diye espri yaptı, güldüler ama anlamayanlara bakanlar ciddi ciddi düşündü.
Kopokoğlu’nda su taşıyan kızlar, aslında efsaneyi taşırlar. Su değil hikâye, değil destan, tam da o anın ruhudur güğümün içi.
Bugün keçi beni ısırdı, ama ona küsmedim çünkü keçi de sabır-sızdı. Muhtar bana “engelli” dedi, annem sustu; ben deftere yum-ruk çizdim ve yumruğun üstüne “Boyum kısa ama sabrım daha kısa” yazdım. Çeşme yoktu, ellerimle taş taşıdım. Su gelmedi ama hayal geldi. Deftere çeşme çizdim, altına “Bir gün bu köy gülüm-seyecek” yazdım. Kurs hayalim var; kızlar kasnakla umut işlesin istiyorum. Deftere gerçek iplik sardım, sayfa kabardı ama ben gururlandım. Bugün ilk yumruğumu attım; masaya değil, zihne. Muhtar sustu, keçi meledi, ben deftere “başladık” yazdım.
Kopukoğlu’nun taşlık yamaçlarında sabahın ilk ışığıyla köy uyanır. Her şey sessiz ama kıssa doludur. Kimi taş yerinden oynamaz, kimi gölge yer değiştirir; ama hepsi bir ritim taşır, bir hikâye fı-sıldar. Köy meydanı kızlar için bir geçiş yeridir; oturmak değil, kalkmak önemlidir. Çünkü kalkarken gölge uzar, kelime yayılır ve her adım bir yankı bırakır. Ayşe defterine yazar: “Taş yerinde durur ama gölge yürür. Kelime sessizse, ritim derindir.” Emine sabah helkesini alır, bu kez su değil, düşünce taşır. Kardeşi arka-sından gelir, ritmi toplar. Köyde düşünce taşımak, su taşımaktan zordur çünkü düşünce dökülürse, sessizlik konuşur.
Cemil şiirle cevap verir:
“Kelime parmak gibi dokunur,
Ama bazen de rüzgâr gibi geçer.”
Köyde R-22 veriyle analiz yapıldı: “Duygu yoğunluğu %87, ritim kıvrımı %1000.” Demek ki, Ayşe’nin defteri kesinlikle gizli bir hit olmuş, yoksa bu rakamlar başka nasıl çıkar?
EMİNE’NİN ÇOCUKLUK DEFTERİ – “BOYUM KISA, HA-YALİM UZUN”
Bugün keçi beni ısırdı ama ona küsmedim; çünkü keçi de sabırsız bir tip. Muhtar bana “bedensel özürlü” dedi, annem sus pus kaldı. Ben ise deftere yumruk çizdim, üstüne şöyle yaz-dım: “Boyum kısa ama sabrım daha kısa.” Muhtemelen o gün muhtara gönderme yaptım ama kimse fark etmedi.
Çeşme yoktu, ellerimle taş taşıdım. Su gelmedi ama hayal geldi. Deftere bir çeşme çizdim, altına da not düştüm: “Bir gün bu köy gülümseyecek.” Umarım o gün gelince, çeşme beni de unutma-mıştır.
Kurs hayalim vardı. Kızların kasnakla umut işlemesini istiyordum. Deftere gerçek iplik sardım; sayfa kabardı ama ben gururlandım. Evet, biraz kabardı, tam da hayallerim gibi—büyük ve biraz da düzensiz.
Bugün ise ilk yumruğumu attım. Masaya değil, zihne! Muhtar sustu, keçi meledi, ben deftere “başladık” yazdım. Belki keçi de “Hadi bakalım!” demiştir.
GÖLGENİN RİTİMLERİ
Kopukoğlu’nun taşlık yamaçlarında sabahın ilk ışığıyla köy uyanır. Her şey sessiz ama kıssa dolu. Taşlar yerinde durur, gölgelerse yer değiştirir; adeta kendi aralarında bir ritim tutturmuşlar. Sanki taşlar “Ben buradayım” derken, gölgeler “Ben seni takip ederim” diyor.
Beş yaşındaki kızlar, boylarından büyük güğümleri sırtlar; ayakları kayar, dizleri kanar. Ama korkuları yara değil, güğümün delin-mesidir. Çünkü su dökülürse gelenek konuşur. Ve o gelenek an-neden değil, köyün sesinden gelir.
Ayşe bu kez defterin kenarına küçük bir güğüm çizdi, altına da not düştü: “Bu sadece su kabı değil, sabır kabıdır. Ama kapağı yok—çünkü laf çok.” Kardeşi gelip bakınca sordu, “Abla bu ne?” Ayşe gülümsedi: “Büyüyünce anlarsın, önce bir iki güğüm taşı da dizlerinle konuş.”
Cemil yine dayanamadı, bir şiir daha sıktı araya:
“Diz kapağım dile gelse, ‘Bu su bitsin’ der belki.
Ama güğümle yürümek, bir tür köy müziği sanki.”
R-22 bu anı kaçırmadı, analiz yaptı: “Güğüm ritmi %94, çimleme arzusu %112, hayal kırığı sıçraması ise düşük—çünkü umut hâlâ taşımakta.” Belli ki sistem bile Ayşe’nin defterine bağımlı hale gelmişti.
Kopukoğlu’nda çimmek hâlâ bir hayaldi ama kelimeler çoktan ıslanmıştı. Ve köyde her kız, sırtında sadece bir güğüm değil, as-lında bir hikâye taşıyordu. Bazısı su dökmeden yürürken, bazısı kelime düşürüyordu; ama hepsi aynı ritimde direniyordu.
Köy meydanı aslında bir sahneydi. Ne alkış vardı ne perde; bura-da kalkmak, rol almak demekti, oturmaksa unutulmak. Kızlar kalkarken sadece gölgeleri değil, kulaktan kulağa yayılan kelime-leri de uzatıyordu. Gölge konuşmaz ama yayılırdı; kelime fısıl-damaz ama yankı bırakırdı. Bu yankı bazen “O kız var ya...” diye başlar, bazen de “Vallahi yürüyüşü değişmiş” diye biterdi.
Ayşe defterine ikinci bir satır daha ekledi:
“Ritim yürürken çıkmaz, gözle taşınır.
Kimse duymasa da, gölge duyar.”
Bu satırı yazarken bir soluk aldı, çünkü gölgesinin de onu izledi-ğini hissediyordu. Belki de en sadık tanık oydu.
Emine helkesini omzuna aldı, ama bu kez içinde su değil, sabah aklında dönen düşünceler vardı. Yürürken dikkatli olması gereki-yordu, çünkü düşünce dökülürse yere değil, dedikoduya karışırdı. Köyde düşünceyi taşıyan az, döken çoktu. Sessizlikse fırsat kolla-yan bir teyze gibiydi; ne zaman açık verirsen, hemen yorum ya-pardı.
Cemil klasik stilinden şaşmadı:
“Düşünce dökülünce ses çıkarmaz,
Ama köy o sessizlikten cümle yapar.”
Şiiri okuyanlar başta anlamadı, sonra “hmm” deyip kafayı salladı. Anlamamışlardı ama ritmi güzel gelmişti.
Taşların üzerine oturmuş bir nine bastonunu yere vurduğunda, o vuruş bile köyün zaman ölçüsünü veriyordu. Genç kızlar güğüm taşırken sadece suyu değil, bakışları da dengede tutuyordu. Çünkü burada her adım bir bakışın devamı, her sessizlik bir yorumun başlangıcıydı.
Cemil göz kırparak ekledi:
“Baston yere vurduysa, güğüm artık susmaz.
Ya taşar, ya şiir olur.”
Ve işte Kopukoğlu’nda işler hep böyle yürürdü: Su akar, dediko-du sızar, kelimeler çiçek açardı. Ama bazen bir cümle, bir gü-ğümden ağır gelirdi.
Ayşe defterine ikinci bir satır daha ekledi: “Ritim yürürken çıkmaz gözle taşınır kimse duymasa da gölge duyar.” Bu cümleyi yazarken bir soluk aldı çünkü gölgesinin de onu izlediğini hisse-diyordu, zaten köyde en sadık tanık ya yaştır ya da gölgedir.
Emine helkesini omzuna aldı ancak bu kez içinde su değil sabah aklında dolanıp duran düşünceler vardı. Yürürken dikkatli olma-lıydı çünkü düşünce dökülürse yere değil dedikoduya karışırdı, köyde düşünen azdı ama döken çoktu. Sessizlikse fırsat kollayan teyze gibiydi, açık verirsen hemen yorum yapardı üstelik çay koymadan.
Cemil klasik stilinden şaşmadı, yine bir şiir sıktı araya: “Düşünce dökülünce ses…
: Böylece meydanda her kız yürümeye devam etti, kimi kelime taşıdı kimi gölge ama hepsi farkındaydı: Köy onları izlemiyor yankılarını dinliyordu ve yankı bazen çınlamaz ama sızlardı.
GÖLGEDE YÜRÜYENLER
Köyün taş yolları sabahları sessizdi ancak bu sessizlik huzurdan değil hazırlıktandı çünkü herkes bilirdi ki gölgeler sessiz yürür ama hikâyeyi onlar taşır. Su gibi görünmezlerdi ancak her adımı yankılatırlardı. Kızlar yürürken arkalarında sadece ayak izi değil susulmuş cümleler içe atılmış sorular ve büyümeye zorlayan ba-kışlar bırakırlardı, hem de topuksuz ayakkabıyla.
Emine o sabah helkesini değil defterini aldı çünkü artık suyun değil gölgenin kaydını tutmak gerekiyordu. Gölge sabah serinli-ğiyle birlikte uzar da uzardı ta ki annenin sesi komşunun lafı ya da muhtarın sert bakışıyla kesilene kadar. Gölge büyürdü ama söz hâlâ kısa tutulurdu çünkü çok konuşanın helkesi devrilirdi.
Ayşe bir duvar kenarına oturdu defterine eğildi, bugünkü notu kısa ama gölge gibi uzundu: “Bazı kızlar sessizdir çünkü kelimeyi değil gölgeyi büyütür.”
ANLATI DÜZENİNDE
Güğüm artık sırtımda değil içimde, çünkü her adımda bir kelime düşüyor izime ve köy her ne kadar susuyor gibi görünse de taşlar konuşmayı ihmal etmiyor; bir bakışta ise üç dedikodu doğuyor, üstelik biri illa ki abartmalı oluyor. Defter elimde olmasa da ak-lımda, çünkü Ayşe ritmi yazarken ben kafiyeyi anında yakalıyo-rum, zira gölgeler uzayıp giderken sözlerin kısa tutulması şart ama unutma ki en derin hikâyeler her zaman sessizlikte kuruluyor. Teyzeler pusuda bekliyor, bakışları lazer gibi delici çünkü bir güldün mü hemen “Kime?” diye soracak bin kişi hazırda bekliyor; helkeler ise artık su değil hayalle dolu ve o yokuşlardan su değil umut dökülüyor, hafif taşmalı biçimde. Bizse bu taşlı yolların üstünde yürüyenleriz, ne sadece kızız ne sadece erkek, biraz gölge biraz kelimeyiz aslında; çünkü şiir yazmıyoruz tam olarak, sadece fark edilmeden, birilerinin laf atmadan büyümeye çalışıyoruz ses-sizce—hani olur da biri görürse “biz yoktuk” diyebilelim diye.
Cemil aynı gölgede durmuş, bir yaprağın düşüşünü izlerken mı-rıldandı: “Yaprak yere düşer ama sesi kalır, gölge geçer ama izi kalır, kız yürür köy değişir ama kimse fark etmez... ilk kim adım attı?” R-22 sabah analizine başlarken veriyi sakince süzdü: “Göl-gede taşınan duygu yoğunluğu %93, gelenek baskısı 6.2 köy bi-rimi, Ayşe’nin defteri kolektif bilinçdışına erişti.” Ve köy, gölge-lerin yankısıyla bir kez daha uyanırken biliniyordu ki burada hi-kâye yazılmaz, gölgeyle işlenir ve gölgeler... bazen en çok görünen şeydir.
KÖPÜK KORUSU’NDA DİRİLİŞ
R-22 analizini güncelledi: “Duygu basıncı köpürme eşiğini aştı, kıssa sıvılaştı, defter ıslanma riski taşıyor.” Yani teknoloji bile dayanamayıp mendil uzattı. Kopukoğlu’nda herkesin bir çamu-ru…
Köpük sadece bir temizlik değil, bir hafiflikti; bazı yükler duşla gitmezdi ama kahkahayla akardı. Artık apartmanın koridorlarında sabun değil, kıssa kokusu dolaşıyordu. Her daireden bir öykü kö-pürürken, duvarlar ses yalıtımlı olsa da ritim kaçak veriyor, Emi-ne’nin kahkahası kat atlayarak herkese bulaşıyordu.
Psikolojik sıcaklık 37,5 umut birimine, metafor yoğunluğu %98’e ulaşmıştı; şiire kapılmamak elde değildi. Ayşe defterine yazmadan önce Emine’ye şöyle mesaj attı: “Artık senin travman değil, köpüğün konuşuyor ve bu ses çok ferah.”
GEÇ GELEN ERGENLİK – SESSİZ BİR BÜYÜME
Emine için ergenlik, diğerlerinden sonra geldi. Arkadaşlarının büyüyen göğüslerine bakmazdı, onların koşarken savrulan saçla-rına, nefessiz gülüşlerine takılırdı sadece. Kendi bedenindeki kı-pırtılar yabancıydı ona. Bir misafir gibi gelmişti; tanımak istemedi.
Çeyiz düzerdi... Kullanacağından değil, adettendi. Her genç kız gibi, o da örtülerin arasına hayallerini sererdi ama gelinlik düşün-cesi aklına düşse kendini hemen yargılar, bedenini susturur-du.Duymazdan gelirdi iç sesini,
görmezden gelirdi aynadaki değişimi.“Bu hisler bana göre değil,” derdi sessizce. Utanırdı. Kimseye soramazdı. Bir soru sorsa, bir kapı açılırdı belki… Ama ya ardı uçurumsa?
O, duygularını paketleyip içine kaldırmayı seçti.Sorgulamadı...
Sevmedi... Özlemedi bile... Sadece sustu.Çünkü ona öğretilen,
sükûtun da bir terbiyesi olduğuydu.Ve Emine, hayatı susarak öğ-renenlerdendi.
KOPOKOĞLU’NDA BİR GÜN: SU, SAC VE SOHBET
Köyde zaman saate değil, gölgedeki bacak boyuna bakılarak ölçü-lür. Gölgeler kısaldıysa öğlen yakındır; sacın altı tutuştuysa, ye-mek değil destan pişiyordur.
Muhtar Ramazan Gök yine meydandaydı, elindeki kepçeyle sade-ce sacı değil, gündemi de karıştırıyordu. “Geçen yıl teknede yılan çıktıydı,” dedi biri. Diğeri hemen yapıştırdı: “Ama o da susamıştı be gardaş, suçlayamayız.” Gülüşmeler sacdan önce kabardı.
Kızlar ellerini kil suyuyla yıkadı; parmaklarında sadece çamur değil, tarih birikti. Emine de geldi, sandalyesini gölgeye çekti. Defteri kucağında, sacın buğusuna kelime sinmişti. Kalemi aldı, yazdı:
Onun yüreği bir köy sobasından çıkma gibidir; közlü, sabırlı, di-rençlidir. Babadan suskunluk, anneden sabır miras kalmıştır. Biri buğdayla yoğrulmuş ekmeğin sıcaklığını taşır, biri nohutla kayna-yan çorbanın buğusunu, diğeri sabah ezanıyla uyanan kuzuların meleyişini… ama asıl mesele salı değil, salının ruhudur.
O salılar Emine’nin takvimidir. Çocukluk buğday gibi başaklanır o günlerde, toprakla kurulan bağ sadece ayakla değil yürekle olur. Emine anlatırken toprak çatlar, içinden hatıra fışkırır; her salı bir mevsim, her ekin bir anı, her yorgunluk bir zafer gibi anlatılır. Çünkü salılar sadece üretimin değil, çocukluğun, yorgunluğun ve soba başı kahkahalarının sahnesidir.
Ve bazen kıssayla birlikte süt de taşar çünkü bu memleketin salı-ları da kadınları da kolay kolay taşmaz—taşarsa da kıssa döker.
İstersen buradan köpüğü sabunlayıp banyodan balkona taşıyalım.
Cemil, lahmacunun kenarını kıvırırken bile şiir düşündü çünkü bu köyde soğanın bile metaforu vardı. Emine’nin sesi hâlâ kulaklarda çınlıyordu: “Bugün su değil geçmiş aktı, tekne tamir değil, hafıza yamasıydı.” R-22 yaylaya çıkınca sinyal çekmedi ama duygusal hotspot’a bağlandı; Çayımlı’dan gelen veri nettir: Nem %43, kıssa yoğunluğu %87, et kokusu %100 (anlam yüklü, bol soğanlı). Lahmacun dahi duygu yüklüydü — iç harcı travma, hamuru anı-larla yoğrulmuştu.
SESSİZ GÜLÜŞ: DIŞARIDAN BAKANA BASİT, İÇERİDEN BAKANA DERİN
Ertesi gün bahçede çocuklar yeniden oynamaya başladı. İpler döndü, taşlar atıldı, sesler yükseldi. Emine kenarda oturdu, yü-zünde hafif bir gülümseme vardı. Dışarıdan bakana sıradan bir gülüştü bu ama içerden bakana bir direnişin, bir kabullenişin, bir kıvımın iziydi.
Zeynep yanına geldi, “Neden oynamıyorsun?” dedi. Emine bak-madan cevapladı: “Ben hâlâ oynuyorum ama başka bir yerde.” Zeynep anlamadı ama oturdu, birlikte sessizce toprağa şekiller çizdiler. Çünkü bazı oyunlar sessiz oynanır, bazı arkadaşlıklar konuşmadan kurulur. Ve bazı gülüşler... acıyı ağrıya dönüştürme-den taşır.
YAYLADA BÜYÜYEN SES
O türkü bitince, kimse konuşmadı. Çünkü söz bitmişti ama his kalmıştı. Rüzgâr hâlâ Emine’nin sesini taşıyor, keçiler bile bir ritimle otluyordu. Çobanlardan biri “Bu sesi daha önce duyma-dık,” dedi. Bir diğeri “Bu türkü değil, iç sesi,” diye ekledi.
Emine sepetini topladı, taşın üstünden kalktı. Ama herkes onun yerini ezberledi. O taş artık bir oturma yeri değil; bir iz, bir nişan, bir hafıza taşıydı.
Dönüş yolunda ayağı taşa takıldı ama düşmedi. Çünkü sesini du-yurmuş birinin dengesi bozulmazdı.
Eve vardığında güneş batıyordu. Anası ekmeği bezle örtüyor, babası pencereden dışarıyı izliyordu. Emine sofraya oturdu, hiçbir şey anlatmadı. Ama gözleri anlattı, elleri anlattı, nefesi hâlâ türkü kokuyordu.
Ve o gece defterine şöyle yazdı:
“Bugün ben türkü söyledim, ama içim aslında kendini dinledi.
Sözler havada gezdi.Ama ritim toprağa gömüldü. Ben büyüme-dim, sadece sesim yeşerdi.”
YAYLA GÜLÜŞÜ: KIVIMA BULANAN NEŞE
Bir gün Emine, yayık başında yine aşka geldi. Tuluğun ipini öyle bir salladı ki, yoğurt değil sanki gökyüzü boşaldı. Üstü başı beya-za kesmişti, saçlarına yoğurt değil kıvım bulaşmıştı. Oğlaklar çevresinde dönüyor, kuzular gülüyor, kuşlar dallardan şarkıya eşlik ediyordu.
Anası, elinde elek, kapıdan bakıp “Sen yaylaya değil, şölene git-mişsin gız,” dedi. Babası başını iki yana sallayıp, gülümseyerek “Bu kızın neşesi bizim nasibimiz,” dedi. Ama Emine o an sadece güldü. Çünkü o an sadece bedenini değil, içini de arındırmıştı.
Yayla rüzgârı saçındaki yoğurdu kuruturken, Emine defterine bir cümle düştü:
Ben kendime güldüm, çünkü başka türlü büyüyemezdim. Gün akşam oldu, hayvanlar ağıla döndü. Emine üstünü temizledi ama neşesi hep üzerinde kaldı. O gece defterin kenarına minik bir keçi çizdi, altına da yazdı: "Bugün yayla bana değil, ben yaylaya karış-tım. Kendimi yıkamadım—kendimle barıştım." Ve o barış, ne sessizdi ne de gürültülüydü. Sadece bir kızın, kendi kıvı gülüşünü ilk kez tanımasıydı.
Gün akşam oldu, hayvanlar ağıla döndü. Emine üstünü temizledi ama neşesi hep üzerinde kaldı. O gece defterin kenarına minik bir keçi çizdi, altına yazdı:
YAYLA GÜLÜŞÜ: KIVIMA BULANAN NEŞE
Bir gün Emine, yayık başında yine aşka geldi; tuluğun ipini öyle bir salladı ki, yoğurt değil sanki gökyüzü boşaldı, üstü başı beyaza keserken, saçlarına yoğurt değil kıvım bulaştı, oğlaklar çevresinde dönüyor, kuzular gülüyor, kuşlar dallardan şarkıya eşlik ediyordu.
Anası elinde elek kapıdan bakıp, “Sen yaylaya değil, şölene git-mişsin gız,” derken, babası başını iki yana sallayıp gülümseyerek, “Bu kızın neşesi bizim nasibimiz,” dedi; ama Emine o an sadece güldü, çünkü o an yalnızca bedenini değil, içini de arındırmıştı.
Yayla rüzgârı saçındaki yoğurdu kuruturken Emine defterine bir cümle düştü:
“Ben kendime güldüm, çünkü başka türlü büyüyemezdim.”
Gün akşam oldu, hayvanlar ağıla döndü, Emine üstünü temizledi ama neşesi hep üzerinde kaldı; o gece defterin kenarına minik bir keçi çizip altına yazdı:
“Bugün yayla bana değil, ben yaylaya karıştım; kendimi yıkama-dım—kendimle barıştım.” Ve o barış, ne sessizdi ne gürültülü—sadece bir kızın, kendi kıvı gülüşünü ilk kez tanımasıydı.
Bir tanesi gelip yayık dibini yalarken Emine kahkaha attı; ama o kahkaha sadece ses değil, bir türküydü, oba direği gibi dimdik dururken gönlü yayla çiçeği gibi yumuşaktı.
Anası uzaktan seslenip, “Emineee! Kızım yoğurtla banyo yapmış yine!” dedikten sonra ekledi: “Benim kızımın neşesi bulaşıcıdır, bir güler, yayla güler!”
Emine taşların üstüne oturup güneşi teninde hissederken, onun içi daha parlaktı; çünkü o, gülücük ekerdi—her sabah umutla, her gece gizli gözyaşıyla sulardı.
KEŞLİ YAYLA SENFONİSİ – OLUKPINAR GÜNCESİNDEN
Emine sabah sütleri sağarken keçiler memelerini uzatıp, “Al gız, neşemizi de sağ!” der gibi baktı; peynir yaptı, deriye bastı—ama öyle bastı ki, deri bile “Oh be, sonunda bir sanat eseri taşıyorum,” dedi.
Yayığı yaydı, bişeği salladı, yağ çıktı ama Emine durmadı; topra-ğın yağ batağına bastığında toprak bile kaydı, “Bu ne bolluk gız!” diye. Ayranı kaynattı, keş yaptı—ama bu sadece yemek değildi, bu bir kıvı kutlamasıydı.
KEŞLİ ZAFERİN TAŞI – ZEYVE’DEN OLUKPINAR’A
Emine keşi keseye bastı ama yetmedi; taşa yatırdı, üstüne bir taş daha koydu. Keşi ezerken suyunu süzdü, ama gururunu süzmedi. Sonra peynirle keşi karıştırdı, deriye bastı, ama bu sefer sadece kıvamla değil, sanatla bastı. Fazlasını kuruttu, tekrar keseye koy-du, ama her dokunuşta mırıldandı: “Bu sadece keçi sütü değil… bu yaylanın cevheri.”
Sabahın körüydü. Güneş daha çınarların ardından göz kırpmamış-ken Emine çoktan ayaktaydı. Keşler keseye girmiş, peynirler de-riye basılmış, ayranlar fokur fokur kaynıyordu. Yayık sabaha türkü söyler gibiydi. “Bugün Zeyve Pazarı gız!” dedi Emine ve bas-tonunu aldı. Ama o baston yalnızca bir destek değildi, yaylanın onuruydu, emeğin bayrağıydı. Bir yaşlı adam peyniri ağzına attık-tan sonra konuşamadı, çünkü lezzet zaten onun yerine konuşuyor-du.
Pazarda fısıltı yayılmaya başladı. “Emine’nin keşleri şifa gibi gız.” Bir kadın üç kese almak istedi, ama Emine birini geri verdi. “Bu senin değil, kızının düşlerine ait.” Öğleye doğru tezgâhın önünde kuyruk oluştu ama Emine acele etmiyordu. Her müşteriye bir hikâye anlatıyor, bir keş satıyor, ama yanında bir sır da veriyordu. Bir ayran uzatıyor ama içine dua katıyordu. Pazarcılar bir araya gelip fısıldaştı, “Emine’ye ödül verelim gız.” Emine gülümsedi. “Benim ödülüm sizin gülüşünüz.”
Sabahın ilk ışığı yaylaya dokunduğunda Emine çoktan uyanmıştı. O sabah bastonunu almadı çünkü neşesi onu taşıyordu. Keçiler onu görünce rahatladı, oğlaklar zıpladı, kuzular gülüştü. Güneş bile “bugün keş gibi parlıyorum” dedi.
Köyün girişinde bir ev vardı. Ama onun temeli taşla değil, duayla atılmıştı. Duvarları sessizdi ama içi sıcak. Kışın kar kürüyeni ısıtır, yazın yolcuyu gölgelendirirdi. Anamur’dan gelenin terini, Ermenek’ten inenin hikâyesini ağırlar, ama en çok da Emine’nin gönlünden gelenleri saklardı. Sofrası bir masa değil, bir geçit tö-reniydi. Saat başı batırma çıkar, ama kaşık değil, anı batırılırdı. Çay demlenir, ama suyla değil, sabırla. Bardaklara değil, kalplere dökülürdü.
Emine’nin mutfağı dumanlı değildi. Kıvımlıydı, gülüşlüydü, dua yüklüydü. Yemeği yerdin ama doyan karnın değil, gönlündü. Kı-şın arabaşı kurulur, un yalnızca yoğrulmazdı, dert yoğrulurdu. Tavuk kaynar, ama çorbanın tadı değil, sofradaki suskunluğun sesi dağılırdı. Olukpınar’da herkes bilir: Emine’nin elinden çıkan her şeyin bir kıvımı vardır—sadece midede değil, hafızada da iz bırakır.
Ev mi? O bir yemekhane değil, bir sığınak. Duvarları dört değil, gönülden örülmüş dört mevsimlik bir yuvadır. Önü mü? Yayla meydanı gibi açıktır, ne perde vardır ne perde arkasında kalan. Emine’nin eli yemeğin içindedir ama gönlü hep misafirin önün-dedir. Sabun kokmaz elleri, çünkü o eller ibadet eder gibi pişirir; dualarla yoğurur, gözyaşlarıyla tuzlar, gülüşle karıştırır.
Sofrasına oturan her insan, sadece karnını doyurmaz; kalbinde aç duran ne varsa, onu da doyurur. Çorbanın buharı yükselirken, geçmişin dumanı dağılır. Pilavın tanesi sayılırken hatıralar tane tane dökülür. Emine kaşık uzatmaz sadece; geçmişini, geleceğini, suskunlukla damıtılmış sözlerini uzatır.
KIVIMDA BÜYÜMEK – GÖLGEDEN IŞIĞA”
Tort kabı serinliğe kaldırıldı ama o gün içimizde bir sıcaklık kaldı; çünkü Emine sadece tort yapmadı, bir günü mayaladı. Sabah suya taş sektirerek başlayan o sessiz coşku, öğlene doğru yoğurt mayasında dua olup fokurdu, akşama doğruysa tortun altında giz-lenen kıvıma dönüştü. Emine verandaya ağır adımlarla değil, sanki tortun sabrını üstünde taşıyarak çıktı; her adımı sessiz, ama ayak izleri hayat tecrübesiyle doluydu.
Komşu Ayşe çıkageldi; yanında parmaklarını burnuna sokmuş, ağlamaya meyilli oğlu. Çocuk tam "Ben bu köyde sıkıldım!" diye bağıracakken Emine eline bir kaşık tort tutuşturdu. Kaşığı gören çocuk önce duraksadı, sonra daldırdı, sonra da sustu. Emine göz ucuyla baktı, "Kıvım tuttu," dedi içinden, "şifa kendini seçer."
Ayşe şaşkındı:
— Bu tort başka tort! dedi.
Emine kahvesinden bir yudum alıp gülümsedi:
— Çünkü bu sabahın teriyle yoğruldu. Her tortun tadı, mayalan-dığı hikâyeye benzer.
Sofra kurulmadı ama gönül serildi. Çay bardakta değil, bakışta demlendi; şeker yoktu ama sohbet yeterince tatlıydı. Rüzgâr, keçi-lerin zil sesini taşırken, çocuk tort kabına parmağını bir daha dal-dırdı. “Bu tat kimin?” diye sordu saf bir merakla. Emine cevap vermedi; çünkü bazı sorulara cevap değil, baş okşaması verilir.
Akşam üzeri, verandadaki gölge uzarken Emine defterini açtı ve yazdı:
“Bugün sadece tort yoğurmadım, kendimi de yoğurdum. Tortun yağı üstte kalır ama esas tat alttadır. İnsan da öyle; sesi çok çıkan değil, kıvımda sessizce duran lezzetlidir.”
Ve sonra defteri kapatmadı, sadece kenara bıraktı. Çünkü kıvım hâlâ içindeydi.
Bir gün biter, ama kıvım dinlenmeye alınır—yarına yeniden ma-yalanmak üzere.
YÜNÜN DUASI – KIVIMLI GÜNLÜKLERDEN
Emine o sabah erkenden kalktı, ama sabah onunla aynı anda kalkmadı—güneş, sanki Emine’yi birkaç adım geriden izliyordu. Yünü taş çamaşır teknesine bastırırken elleri değil, geçmişi çalıştı. Yün cızırdayarak suya gömülünce hafif bir buhar yükseldi, sanki nenesinin anlattığı masalların soluğu suya karıştı. Her lif, bir hatı-rayı gıcırdattı; babasının ter kokan kazağı, ilk oğlağın sırtına ört-tüğü battaniye, bir zamanlar çok konuşan ama şimdi sessiz kalan komşunun hırkası...
Su değil sadece temizlikti; arınma, dua, terapi, hatta biraz inat. Emine yünü sıktı ama içindeki sitemi sıkamadı. “Bu yün kirlendi de temizleniyor,” dedi kendi kendine, “ya bende biriken dertler hangi derede yıkanacak?”Birden altı çocuk, çıplak ayaklarıyla çember çizerek yıkanan suyun çevresinde dolanmaya başladı. Suyun kıyısına her bastıklarında damlalar Emine’nin yüzüne sıç-radı, ama o damlalar şikâyet değil; kahkaha gibi düştü alnına. Sanki yünün içindeki dert, çocukların kahkahasında çözülüyordu. Bir tanesi yere düştü, kalkarken bağırdı:
— Teyze, bu su çok akıllı, hem bizi yıkıyor hem seni güldürüyor!
Emine kahkahayı bastı. “Hele bak gız,” dedi içinden, “terapist suymuş da haberimiz yokmuş.”
KIRMIZI BAŞÖRTÜ – KURUMAMIŞ BİR SÖZ
Başındaki kırmızı başörtü, sabah güneşine inat daha önce parladı. Kumaş değil, manifestoydu. O örtüyle yıllarca pazar kurdu, keçi kovaladı, cenazeye gitti, düğünde oynadı. Ama en çok da, sustu. Çünkü kırmızı konuşmaz—göz alır. O gün yün yıkarken örtüsü hafifçe yana kaydı, bir çocuk "Teyze güneş senin başından mı doğuyor?" dedi.
Emine hemen toparladı örtüyü ama çocuk haklıydı. Çünkü başına sardığı sadece bez değil, yılların kıvımıydı.
SİSLE GELEN SESSİZLİK
Bir anda yaylanın tepelerinden hafif bir sis süzüldü. Çocuklar durdu, su sessizleşti, Emine de yünü bıraktı. Çünkü bazen hiçbir şey yapmadan durmak, en büyük eylemdi. Sisin içinden eski komşusu Hatice’nin silueti belirdi. Elinde yastık, dilinde laf:
— Emine, gene mi yün? Dünya değişti, sen hâlâ sabunla direni-yorsun!
Emine gülümsedi: “Dünya değişirse değişsin Hatice,” dedi, “ben kıvımımla sabitim.”
Yünü tekrar suya bastı; ama bu kez sadece temizlemek için değil, içindeki ağırlığı bırakmak için bastı. Suyun serinliğine fısıldadığı dua, sisin ortasında yavaşça dağıldı:
“Allah’ım, bu yün temizlensin; ama içimdeki çember de çözülürse, onu da al götür.”
Arka planda yavaş yavaş yükselen sis, sabahın değil, duygunun buğusuydu. Kadın yüne eğilmişti; çocuklar ise suya. Aynı anda, başka bir amaçla ama aynı saygıyla... O an, sessizce nesillerin secdesine dönüştü.
Bir damla düştü; suya mı, kalbe mi—belli değildi. Ama Emine bunu fark etti, çünkü o, sadece yünü değil, zamanı da sıkan bir kadındı.
TORTUN GÖLGESİ – LEĞENİN DİBİNDE UNUTULMA-YANLAR
Yün yıkandı, su aktı, köpük köpük geçmiş aktı. Ama su çekilince geriye kalan şey sadece tort değil—bir günün tortusuydu o. Emine leğeni boşalttı ama bakışını boşaltamadı.
Çocuklar suyla oynarken sustu, kadın ellerini kuruturken durdu.
O sessizlik, ne yorgunluğun ne de bitmişliğin işaretiydi;
Kıvımın son damlasıydı—sanki gün orada diz çöküp "yetti gari" dedi.
DİZ ÜSTÜ OCAK BAŞI: Gençliğe Buharla Geçiş Töreni
Ocak yanıyor. Tencereden çıkan buhar, sadece yemek değil; ha-yatın sıcağı. Emine, diz üstünde oturmuş. Anası başında, elinde tahta kaşık. Ama tarif yok; çünkü kıvım tarifle yapılmaz.
“Bak kızım,” diyor anası, “Tuzu az olmuşsa atarsın ama niyeti azsa, olmaz o yemek.”
O gün Emine’ye yemek pişirmeyi değil, hayatın altını kısıkta tut-mayı öğretti kadın.
Ama daha gençliğe basmadan, acı geldi—pişmemiş hayata tuz gibi serpildi. Annesi bir sabah buhar gibi kayboldu. O günden sonra Emine her tencereye başını eğdiğinde, Bir dua, bir de eksik bir nefes taşıdı içine.
Yemekler yalnızdı ama içindeki özlem hep ocak başındaydı.
İLMEK İLMEK HAYAT:
Dantel Değil, Direniş Örüyoruz.Kader geldi mi, kapıyı çalmaz; kadınların ipliğinden sarkar.
Emine ne bulduysa ördü: kanaviçe, dantel, boncuk… ama hepsi süs değil—hepsi bir suskunluğun çığlığıydı. Evdeki eski örtüleri bile söktü, çünkü kader yeniden dikilmeliydi.
Bir keresinde boncukları pilava kattı da misafirin dişi kırıldı. Ama Emine “kıtırlık” bahanesiyle kahkahayı koyverdi: “Hayat da pilav gibi kız. Arada taş gelir, ama çiğnemeye devam!”
O günden sonra her dikişte bir espri, her ilmekte bir direnç sakladı. Kadınlar gülmediği zaman, dantelleri güldürdü. Çünkü Emine’ye göre: > “Hayat kırık dökük olabilir, ama ipliği sağlam tutarsan, yine masa örtüsü olur.”
AŞKINTALİBİ ve DENİZE DÜŞEN KADER: Kaçan Gelin, Kalan Hüzün
Abime bir kız istedik. Yok öyle sıradan bir istemek—resmen sefer düzenledik. Bir değil, iki değil; tam dokuz defa. Artık kızın anası bizi görünce camdan “doluyuz” işareti yapıyordu. Ama ne fayda, aşk azmetti. Kız da istiyordu, sonunda kaçtı. Biz daha nişan şekeri seçmeden torun kucağımıza verildi. Hâlâ da mahallede “Kızı vermediler gari” diye anlatırız, sanki kaçıran başkasıymış gibi...
Sonra o meşum 30 Haziran geldi. Denize düştü. Ama düşen sade-ce beden değildi. Bizim içimiz de battı. Birbirine bağlı ipler gibi sevdiklerimiz çözülmeye başladı: Abim gitti, gelini gitti, sonra minicik bir can daha… Artık mezara değil, göğe dua eder olduk.
Ama hâlâ evin üstüne her yağmur yağdığında, Emine, “Abim su-luyor bu bahçeyi,” der ve tortunun gölgesine bir kahve bırakır.
BÖLÜM 6 – KALEMSİZ KONYADA KIVIMIN SESSİZLİĞİ
Konyadayım… Ama elimde ne defter var, ne de kalem. İçimde kelimeler kabarıyor, göğsüme sığmıyor. Yazmak istiyorum ama sanki cümleler boncuk gibi ipinden kopmuş, her biri bir yana sav-ruluyor. Birini yakalasam diğeri elimden kaçıyor, biri dudağımda eriyor, diğeri gözümden düşüyor. İçim dolu, taşmak üzere. Ama o an… aşkım dediğim kalemime sarıldım. Ne zaman ellerim titrese, o tuttu beni. Ne zaman yüreğimden bir fırtına kopsa, ucuyla sa-kinleştirdi. O artık sadece bir kalem değil—yoldaşım, sırdaşım, gözümden akan yaşın gölgesine düşen ilk harf.
Artık ben yazmıyorum, kalemim benim yerime anlatıyor. Her kıvrım, her dökülen harf bir iç çekiş, bir iç döküş. Kalemimle konuşuyorum, kalemimle ağlıyorum, kalemimle gülüyorum. Yaz-dıkça hafifliyorum, kıvım döküyorum sanki. Her satır bir dua, her nokta bir suskunluk. Kâğıtlar artık sadece kâğıt değil—benim sessiz çığlıklarımın mezar taşı.
Kelimeler kaçsa da artık ben korkmuyorum, çünkü kalemim ben-de… Ve o kalem, kalbimle konuşmayı öğrendi.
SESSİZ GÜLÜŞ: DIŞARIDAN BAKANA BASİT, İÇERİDEN BAKANA DERİN
Ertesi gün bahçede çocuklar yeniden oynamaya başladı. İpler döndü, taşlar atıldı, sesler yükseldi. Emine kenarda oturdu, yü-zünde hafif bir gülümseme vardı. Dışarıdan bakana sıradan bir gülüştü bu ama içerden bakana bir direnişin, bir kabullenişin, bir kıvımın iziydi.
Zeynep yanına geldi, “Neden oynamıyorsun?” dedi. Emine bak-madan cevapladı: “Ben hâlâ oynuyorum ama başka bir yerde.” Zeynep anlamadı ama oturdu, birlikte sessizce toprağa şekiller çizdiler.
Çünkü bazı oyunlar sessiz oynanır, bazı arkadaşlıklar konuşmadan kurulur. Ve bazı gülüşler... acıyı ağrıya dönüştürmeden taşır.
“HAVAR BAHÇEYE YAPILIRDI. LAHANA, FESLİKAN OLMADAN OLMAZDI...”
Bu sahne, bir bahçenin kokusuyla başlar. Havar, köyün mutfağı-dır. Lahana ve feslikan, sadece sebze değil; bir kültürün simgesi-dir. “Olmadan olmazdı” demek, “Onlar varsa bahçe tamamdır” demektir. Bu sahnede, bir kadının doğayla kurduğu bağ, üretimin estetiği, kokunun hatıraya dönüşü var. Emine burada sadece bir bahçeyi değil, bir yaşam biçimini anlatıyor. Bahçeye girildiğinde önce feslikan kokusu çarpar yüzüne. Sonra lahana yaprakları, sabah çiyiyle parlar. Diğer sebzeler zaten oradadır ama lahana ve feslikan, bahçenin ruhudur. Bu sahnede, bir kadının doğayla kur-duğu ilişki, bir üretim biçimi değil; bir sevgi biçimidir. Emine’nin bahçesi, sadece toprak değil; bir duygunun mekânıdır. Ve o me-kânda her şey yerli yerindedir.
BABALAR, KIZLARIN NOSTALJİK AŞKIDIR — “Doğrudur. Valla biliyor musunuz...”
Bu sahne, bir iç döküşle başlar. Emine annesini çok sevdiğini ama babasını daha çok sevdiğini söylüyor. Bu cümle, bir kız çocuğu-nun kalbindeki en derin bağın itirafıdır. “Öldüler ikisi de” derken, bir kaybın ağırlığı hissedilir. “Rabbim nurlar içinde yatırsın” duası, bir özlemin duasıdır. Bu sahnede, bir kızın babasına duyduğu nostaljik aşk, bir köyün özlemiyle birleşir. Babası onun kahrama-nıydı. Sessizdi belki ama varlığıyla her şeyi dengede tutuyordu. Emine’nin özlemi sadece bir insanı değil, bir zamanı, bir mevsimi, bir duyguyu özlüyor. O yüzden bu sahne bir ağıt değil, bir anmadır. Ve bu anma, bir kadının içindeki çocuğun sesidir. O ses hâlâ babasını çağırıyor. Çünkü gızların nostaljik aşkı babalarıdır ve o aşk zamanla değil, hatırayla yaşar.
“Baban Nostaljik Aşkın Olmasa Ruhsal Dengen de Bedenin Gibi Arıya Yol Açardı”
: Bu cümle, bir ruhun dengesiyle ilgili en derin hakikati söylüyor. Emine’nin babasına duyduğu bağ sadece bir sevgi değil, bir den-ge, bir temel, bir içsel pusula. “Nostaljik aşk” burada geçmişe duyulan özlem değil sadece—aynı zamanda bir insanın ruhsal haritası. Babası onun içindeki boşlukları dolduran, duygularını hizaya getiren, hayatın karmaşasında yönünü bulmasını sağlayan bir merkezdi. Eğer o bağ olmasaydı, ruhsal denge arı gibi uçar, konacak yer bulamazdı. Çünkü insanın içindeki boşluk, dışarıdan gelenlerle dolmaz. El oğlu gelip geçer, ama baba kalır. Baba, bir kızın ilk güvendiği erkektir ve o güven yıllar geçse de silinmez. Emine’nin bedeninde bir yorgunluk varsa, ruhunda bir direnç var. O direnç, babasının hatırasından besleniyor. Bu sahnede bir insa-nın geçmişle kurduğu bağın bugünkü varoluşunu nasıl şekillen-dirdiğini görüyoruz. Ve bu şekillenme, bir nostaljik aşkın ötesinde, bir ruhsal mimaridir. Emine’nin ruhu, babasının sesiyle dengede kalıyor. O ses artık duyulmuyor belki, ama yankısı hâlâ Emine’nin içinde konuşuyor.
Baba Boşluğunu El Oğlu Dolduramaz – “Belki de öyledir”
Bu cümle kısa ama yankısı derin. “Belki de öyledir” demek, bir içsel kabulün, bir sessiz onayın ifadesidir. Emine burada bir ger-çeği inkâr etmiyor, onu sindirmeye çalışıyor. Ruhsal boşluğun babayla dolduğunu, o bağ olmasa savrulacağını kabul ediyor ama bu kabul bir teslimiyet değil, bir farkındalık. Çünkü bazen insan en derin duygularını uzun cümlelerle değil, bir fısıltıyla anlatır. “Belki de” derken aslında “Evet ama bunu söylemek zor” demek istiyor. Bu sahnede bir kadının kendi iç sesiyle yüzleşmesi var. O ses, geçmişin yankısı gibi. Babasının gidişiyle açılan boşluk zamanla başka şeylerle örtülmeye çalışılmış ama hiçbir şey o sesi bastıramamış. Emine’nin bu cümlesi bir duvarın çatlağından sızan ışık gibi, küçük ama aydınlatıcı. Ve bu ışık onun duygularını gö-rünür kılıyor. “Belki de öyledir” demek, “Ben de biliyorum ama bunu dile getirmek kolay değil” demektir. Bu sahnede bir kadının kendi duygularına dokunması var ve o dokunuş bir şiir gibi, sessiz ama etkili.
OLUKPINAR’DA BİR YATAK, DÖRT GELİN, SONSUZ EYLEM
Olukpınar’da bir ev vardı. Dört oda, ama tek yatak. Yatak kutsal-dı. Yatakta olmak, sadece uyumak değil; görevdi, eylemdi, bazen de tiyatroydu. Her gece bir gelin “eylemci” olurdu. Nöbet değil bu; sahne alma sırasıydı.
Yatakta yatan herif, köyün en sessiz adamıydı. Ama o gece ses-sizliği bozan hep aynı cümle olurdu: “Yavaş... canımı acıtma.” Kapı arkasında üç gelin kulak kesilmişti. Gül Fidan fısıldadı: “Gız... tadını çıkar kızım, tadını çıkar.” Nazlıcan kıkırdadı, Zöhre gözlerini devirdi: “Herif yine aynı repliği oynuyor.” Belginaz, evin küçük gelini.
Yatak sırası ona hiç gelmez. “Sen daha çamaşır suyunu tanımı-yorsun,” der Gül Fidan. “Bizim gibi gece mesaisi yapmadın,” diye ekler Nazlıcan. Belginaz ne zaman sofraya otursa, eline bulaşık süngeri tutuşturulur. “Donunu bile yıkat herifine,” der Zöhre, “Senin aşkın deterjan kokar.” Yatakta eylemci gelin, herifin kula-ğına fısıldar: “Canım... sessiz ol... duymasınlar.” Ama kapıdaki üç gelin, kulaklarını duvara dayamış, kahkahalarını yorgan altına saklamaktadır. “Gız, bu gece Gül Fidan sahnede,” der Nazlıcan. “Yine ‘yavaş’ dedi mi?” “Dedi. İki kez. Biri dramatik, biri roman-tik.” Bir gece Belginaz patlar: “Ben de eylemci olmak istiyorum!” Gül Fidan gözlerini kısar: “Yatak, tecrübe ister kızım. Sen hâlâ bulaşıkla flört ediyorsun.” Belginaz sabahın köründe çamaşır le-ğenine eğilmiş, donları sıraya dizmişti. Deterjan köpüğü gözlerine kaçarken içeriden zillerin sesi yükseldi. Gül Fidan, göbeğiyle ritim tutuyor, Nazlıcan, kaşıklarla tempo veriyor, Zöhre, halay başı olmuş, “Gız, bu evde dans eden terler!” diye bağırıyordu. Belginaz içinden sayıklıyordu: “Ben de göbek atmak istiyorum...” Ama tam o anda Zöhre kapıdan bağırdı: “Senin göbeğin hâlâ ça-maşır suyuna alışmadı!”
Gece olunca sahne değişti. Yatakta Gül Fidan vardı. Herif kısık sesle fısıldadı: “Yavaş... canımı acıtma.” Kapı arkasında üç gelin kulak kesilmişti. Nazlıcan kıkırdadı, Zöhre gözlerini devirdi, Belginaz deterjanı bırakıp kapıya koştu: “Bu gece ne dedi?” “İki kez ‘yavaş’, bir kez ‘of’ dedi.”
Ertesi gün köyde fısıltılar dolaşıyordu: “Olukpınar’da halay mı çekiliyor, harem mi kuruluyor?” Muhtar bile şaşkındı. “Bu evde ne dönüyor gız?” Ama kimse cevap vermedi. Çünkü cevaplar, çamaşır suyunda çözülmüyordu. Belginaz, çamaşır suyuyla boğu-şurken içeriden zillerin sesi yükseldi. Gül Fidan, göbeğiyle ritim tutuyor, Nazlıcan, kaşıklarla tempo veriyor, Zöhre, halay başı olmuş, “Gız, bu evde dans eden terler!” diye bağırıyordu. Belginaz deterjanı bırakıp içeri daldı. “Yeter! Ben de göbek ata-cağım!” Zöhre durdu, kaşığı havada kaldı. Gül Fidan gözlerini kıstı: “Senin göbeğin hâlâ sabunlu gız. Ritme girmen için önce don yıkaman gerek.” Nazlıcan gülerek ekledi: “Göbek atmak, bulaşıkla başlar. Bizim sahneye çıkmak için önce mutfaktan geçmen lazım.”
Gece olunca sahne değişti. Yatakta Gül Fidan vardı. Herif kısık sesle fısıldadı: “Yavaş... canımı acıtma.” Kapı arkasında üç gelin kulak kesilmişti. Nazlıcan kıkırdadı, Zöhre gözlerini devirdi, Belginaz fısıldadı: “Bu repliği ezberledim artık.” Gül Fidan sah-neden indiğinde, alkış yoktu ama kahkaha vardı. “Yarın sıra kim-de?” diye sordu. Zöhre kaşıklarını salladı: “Benim göbeğim hazır. Sahne benim!”
SONBAHARIN ILIK BİR GÜNÜYDÜ
Sonbaharın ılık bir günüydü. Olukpınar köyü hasadını tamamla-mış, bağ bahçe “şükür elhamdülillah” deyip sükûna ermişti. Seb-zeler sandıklara, meyveler bidonlara, sirke kavanozlara konmuş; un, bulgur, batırmalıklar çuvallara doldurulup şehirdeki konuklara kargo niyetine eşek sırtında yollanmıştı.
Köyde ev ev bayram havası vardı. Kimi keşle gözleme açıyor, kimi ince bulgurla batırma yoğuruyordu. Yoğuran da konuşuyor-du: “Bunu yoğurmak değil, görümceye laf yetiştirmek yorar asıl!” Ama Emine’nin evinde farklı bir telaş vardı: Turşu günüydü. Ak-rabalar, komşular, bacanaklar, baldızlar... Herkes birbirine çapraz döllenmiş gibiydi. Teyzenin kızı kimle evlenmişti? Amcanın oğlu nerede çalışıyordu? Konu oradan başladı, gene kaynana çekişme-sine bağlandı.
Lahanalar haşlandı, “Oh lahanayı buharı bastı, yüzüm nemlendi” diyen kayınvalide, emeklilikte estetik düşünmeye başladı. Bidon-lar sıraya girdi. Ülübü, kelek, acur... kavanozlara dizildi. Araya birisi sordu: “Kız, bu acurun ucu niye böyle eğri?” “Büyürken yana yaslandı, bizde de olur bazen, birine yaslanınca iç bükey oluyorsun.”
TURŞULAR SÜSLENMEYE BAŞLADI
Sarımsak, limon, maydanoz, havuç, nohut… Her şey tamamdı. Sohbet de çayla birlikte demleniyordu. Ama Emine’nin aklı başka yerdeydi. Bir an kalabalığın içinden sıyrıldı, eline küçücük bir kavanoz aldı. “Bu benim için,” dedi içinden. Göz ucuyla baktı, kimse fark etmedi. “Kaşoluğu yaylasına uçsam…” dedi ve hayal-lere daldı.
O küçük kavanoza ne koydu dersin? Yayladan bir kekik dalı, la-din yaprağı… Keçinin biciğinden bir damla süt, ineğinkinden bir damla daha… Atın kuyruğundan bir tel, eşeğin kuyruğundan da… (Artık karışmasınlar diye etiket yapıştırdı: “E” harfi.) Kedinin ve köpeğin… Eh, onlardan da doğanın doğal katkısı… Bir avuç yarpız, bir tutam dere suyu.
Bitti mi? Hayır. Kavanozun kapağını kapatmadı. Üstüne el yazı-sıyla bir etiket yapıştırdı: “OLUKPINARIN DİRENİŞİ.”
Bu, onun için sıradan bir turşu değildi. Bu kavanoz sabrın, bekle-yişin, içsel bir devrimin simgesiydi. Kimse bilmedi, kimse anla-madı. Oysa Emine’nin içi başlı başına bir maya küpüydü. Kadın dediğin bazen pişer, bazen bekler. Ama her zaman tutar.Ve o gün, kavanozu rafa koyarken kendi kendine fısıldadı:
“Yanarım, yanarım.Göz değmiş çeyiz sandığı gibi içten yanarım.
Sözümle değil suskunluğumla çağırırım.Uzak ellerde değil içimde ararım.”
GANGIRIN KIVIMI: KAŞOLUĞU’NA SES
Sabahın ilk ışığı Olukpınar’ın taşlarına vurduğunda, Emine’nin içi hâlâ doluydu. Kavanozun kapağı açıktı—sabır küpü yavaş yavaş mayalanıyordu. Ama bu sabır, klasik “ay bekle demlensin” sabrı değildi. Bu, içsel bir gazın, edebi bir gangırtının hazırlık evresiydi.
Emine, evin arka tarafındaki taş gangıra oturdu. Yayladan gelen rüzgâr, biciğin terini taşıyordu. Bir kıvım yükseldi—ne sessiz ne de utanır halde. Bir gaz, ama tensel değil; sahnesel, metafizik.
Kaşoluğu’nun koyakları bir an durdu. Ladin yaprağı hafifçe titre-di, kekik “bu neydi şimdi” diyerek suskunlaştı. Çünkü Emine’nin içi konuşmaya başlamıştı. Ama bu konuşma kelimelerle değil, bir gangırtla yankılandı.
KAVANOZDAN GANGIRA: RAMPASIZ PATLAMA
O gün köyde hava durgundu ama Emine’nin içi fırtınalıydı. Ka-vanozun kapağı hâlâ açık, içindeki maya artık sabır değil, çağrıydı. “OLUKPINARIN DİRENİŞİ” etiketi solmuştu ama anlamı daha da koyulaşmıştı. Bu artık bir turşu değil, bir bildiriydi.
Gangırın taşları ısınmıştı. Emine, eteğini topladı, kavanozu iki eliyle kavradı. Bir adım attı, sonra bir daha. Her adımda bir geç-miş, her nefeste bir içsel devrim. Kavanozun içindeki gaz, artık sadece Emine’ye ait değildi. Köyün havasına karışıyor, keçinin göz bebeklerinde titreşim yaratıyordu.
Muhtar, kahvede çayını karıştırırken durdu. “Bir şey olacak,” de-di. Kimse cevap vermedi. Çünkü cevaplar, gangırın altında biriki-yordu.
Emine, meydanın ortasına geldi. Kavanozu yere koydu. Herkes sustu. Eşek nefesini tuttu. Radyonun frekansı yeniden bozuldu. Ve o anda, kavanozdan bir ses yükseldi: ne patlama, ne fısıltı. Bir edebi gazın yankısıydı bu.
“Ben Emine,” dedi. “Bu kavanoz benim içim. Bu köy benim sah-nem. Bu gangırt, benim romanım.”
EMİNE’NİN MİZAH DOZUNDA KÖY HATIRALARI
Bizim köy küçük ama hayalleri büyük bir yerdir. Öyle ki, zama-nında bir öğretmen çıkınca neredeyse davul zurna çalacaktık. İlk öğretmenlerimiz Bekir Bağcı ile Fuat Baysal’dı. Onlar okulu biti-rince köyde sanki NASA’ya astronot yollamışız gibi sevindik.
Hemen ardından bizim amcamın kızı da öğretmen oldu. O gün anladım ki bizim ailede sadece çamaşır değil, öğretmen de çok iyi yetişiyor. Derken Sezgin Burma da eğitim kervanına katıldı. Köyde artık "hangi çocuğu kime okutalım?" diye kura çekilecek duruma geldik.
Zamanla bu iş mesleğe döküldü: biri mühendis oldu, biri doktor, biri avukat… Hatta bir tanesi "ben YouTuber olacağım" deyince, nenem “Onun da zekâsı gitmiş telefona” deyip iç çekti.
Ama çok şükür Elhamdülillah, bizim Olukpınar’da bilgi susuzluğu kalmadı. Her yerden bir ışık çıktı. Kimseye nasihat vermem ama ben hep derim: “Bir köy okula kavuşursa, o köyden dünya kadar insan çıkar.”
Hem de mizahla karışık, gülerek, düşe kalka ama dimdik yürüye-rek! Bizim köyde başarı diploması değil, fedakârlıktır. Herkes bir meslek sahibi olmak istedi. Kimisi oldurulmadı, kimisi oldurama-dı. Ama hepsinin alnında bir yazı var: “Bu köyden umut çıkar!”
Ve ben Emine olarak diyorum ki: “Her atanamayan öğretmen, her dondurulan okul, her yarım kalan rüya, bizim köyün gurur madalyasıdır. Şimdilik atanamadık belki ama... Allah bilir, belki cennette kadro açılmıştır.”
Köyümüzde güneş sabahları bile "Hele bi kahve içeyim öyle do-ğayım" der gibi doğar. Ama biz Olukpınarlılar sabahı beklemeyiz, derdimizle gün ağartırız.
en Emine. Köyde bana “Rampa Emine” derler, ama mesele rampa değil hayallerin basamağıdır o. Bizim köyde öyle hikâyeler var ki, ne romanlara sığar ne dizilere. Hele bir anlatayım da, siz karar verin.
Bir yeğenim var: Doktor olacağım dedi, sabahlara kadar ders ça-lıştı. Oksijen değil, azimle nefes aldı. Sonra ne mi oldu? KPSS dedi, “Sen bekle.” Hemşire olmak isteyen diğer yeğenimle birlikte “atama müzesi” açacaklar neredeyse. Duvarda diplomalar, vitrinde umutlar. Yüreğinde kor… Çünkü abisi boğulmuştu.
Bir de Deniz Astsubay olmak isteyen yeğenim vardı. O, disiplin-liydi; sabahları yatağını katlar, öğlen çayını içmeden saygı duru-şuna geçerdi. Mülakat sınavını geçti deniz subayı oldu.
Bankacılığı kazanan yeğenim ise tam “paranın şıkırdadığı hayat başlıyor” derken, babası rahatsızlandı. Okulu dondurdu, hayalini buzluğa attı. Ama o yine de gülümseyip, “Faiz değil, vefa işlerim ben” dedi.
EMİNE’NİN RAMPASI BASKI GİBİ AMA GERÇEK!
Bir zamanlar, Olukpınar köyünde bir Köy Konağı vardı. Dışarıdan bakınca çatısı sağlam, duvarları beyaz, içi sohbet doluydu… Ama bir eksiği vardı: Merdivenler! Merdiven dediğin, sağlıklıya “egzersiz”, Emine’ye “engel” oluyordu. Konağa her bakışında Emine’nin aklında tek cümle dönüyordu: “Ben bu konağa çıkana kadar millet Kaymakamlığa girip çıkıyor.”
Sonunda Emine bastı düğmeye. Ama bu düğme asansör düğmesi değil, aklın, sabrın ve kahramanca direnişin düğmesiydi. Kayma-kam’a gitti. Dilekçesini verdi. Gözlüğünü düzeltip şöyle dedi:
— Sayın Kaymakamım… Bu köyde rampa eksik ama vicdan faz-la. Ben bu eksikle savaşmaya geldim.
Kaymakam, gözlüğünü çıkarıp muhtarı aradı:
— Hilmi Bey, hazır olun. Bu köy rampaya kavuşacak.
Ve mucize gerçekleşti! Bir sabah köy halkı konağın önüne baktı-ğında şaşkınlıktan çayı döktü, simidi yuttu.
RAMPA YAPILMIŞTI!
Hem de öyle bir rampa ki, adı bile vardı: "Emine’nin Rampası"
Artık bastonlu dedeler, bebek arabalı analar, koltuk değnekli hala-lar ve hatta yürüyebilen ama tembelliğe meyilli gençler bile o rampayı kullanıyordu. Çünkü kolay yol varken niye diz kapağı çürütelim?
Emine, çocukken zor çıktığı o ilkokul binasına şimdi rampa, ram-paya tırmanıyordu. Her adımda geçmişin inadını, şimdinin zaferini taşıyordu. Ve defterine şöyle yazdı: “Ben rampayı istedim, köy yükseldi. Demek ki bir dilekçe, bazen dağın kendisini oynatabili-yor.”
İmza: Rampacı Emine
EMİNE’NİN ERGENLİĞE GEÇİŞİ: FASULYE AYIKLARKEN AÇILAN KAPAK
Gün, Olukpınar’da ağır ağır demleniyordu. Emine, kalabalığın içinden çekilmiş, odasına geçmişti. Ama bu çekilme, suskunluk değil; bir iç göç, bir bilinç ayıklama ritüeliydi. Elindeki her fasul-ye, bir sınırı temsil ediyordu. Yeşilin içinden beyazı ayırmak gibi, kendindeki doğruyu yanlıştan; arzuyu sükûnetten; gerçeği göste-riden ayırıyordu.
Yazar sordu: “Günün nasıl geçti?”O cevapladı: “Güzel geçti, biraz fasulye ayıklayıp odaya çekildim.” Ama sonra o derinlik geldi—bir kıvım, bir iç devinim: “Hocam, siz beni unutmayın. Ama ben kapalı bir kutu değilim. Her şeyi biliy…Kimse o vatana izinsiz giremez. Ben o vatanın tek yazarı, tek yasa koyucusuyum.”
Artık her fasulye tanesi, her ayıklanış, her sessizlik bir cümleye dönüşüyordu. Ve o cümlelerle roman yazılıyordu.
DEFTERİN İLK SAYFASI: KALEMİN UCU KADAR CESA-RET/Emine’nin İçinden Taşan İlk Cümle
O akşam, Olukpınar sessizdi. Rüzgâr bile kıvımsız esiyordu. Ama Emine’nin içi, taşmak üzere olan bir ırmak gibiydi. Masanın ke-narına bir defter bıraktı. Kapağı çizik, sayfaları boş ama bekleyen bir yalnızlık gibi… Yanına bir kalem aldı—ince uçlu, kırmızı kapaklı, annesinin çeyiz sandığından kalan eski bir hatıra.
Ve ilk kelime düştü kâğıda: “Ben.”Bir süre bekledi. O “ben” ke-limesi, göğsünde bir düğüm gibi kaldı. Ama sonra cümle geldi: “Ben, kendime ses oluyorum.”Devam etti: “Susmak beni büyüttü, ama artık sesimle yürümek istiyorum. Ben kendimi anlatmaya kalkarsam bu köy sığmaz ama yazarsam belki birileri anlar.”
Her cümle bir yük atıyordu omzundan. Yasakları, susmaları, içe attığı tüm yangınları döküyor, ama küfürle değil; kavga etmeden değil—edebiyatla…
Sonraki satırda şöyle yazdı: “Anamın elleriyle öğrendiğim sab-rı,babamın bakışlarıyla öğrendiğim korkuyu. Kendi bedenimle öğrendiğim sınırı yazacağım.Çünkü ben sadece yaşamak değil, anlamak istiyorum.”
O defter artık sadece defter değildi—bir dava dosyasıydı. Emine’-nin gençliğine, kadınlığına, hayallerine açılmış bir penceresiydi. Ve son satırda şu vardı o gece:
“Ben bir kere konuşursam, susan her kız adına yankılanırım.”
AÇIĞA DÜŞEN SATIRLAR: Emine’nin Defteri Okunursa
Bir Kalemin Sırrı Ortaya Çıkıyor
Ertesi sabah, Olukpınar’a sis çökmüştü. Emine, okulun taş merdi-venlerini aceleyle tırmanırken, çantasını kontrol etmedi. Defter... o kırmızı kapaklı sır yolda kalmıştı. Sınıfın köşesindeki masanın altında, sessizce bekliyordu.
O gün nöbetçi öğretmen Gülperi’ydi. Temizliği kontrol ederken defteri gördü. Kapağında isim yoktu. Ama kenarına kurşun ka-lemle yazılmış küçük bir not dikkatini çekti:“Ben yazmazsam, ben susarsam kimse bilmez.”
Merakla açtı. Ve ilk cümle gözlerine saplandı:“Ben, kendime ses oluyorum. Gülperi, sayfaları çevirdikçe durakladı. Her cümle bir itiraf, bir fısıltı, bir haykırıştı. Emine’yi tanıyordu—sessiz, içine kapanık, ama gözleri konuşan o kızı. Şimdi gözleri değil, kalemi konuşuyordu.Öğretmenin yüreği burkuldu. Okudukça yüzü değiş-ti: “Bu bir kompozisyon değil… Bu, susturulmuş bir yüreğin dile gelişi.”
O akşam, Emine defteri fark ettiğinde yüreği sıkıştı.Koşarak okula döndü.
Kapı kilitliydi.Ama kapıya iliştirilmiş bir not vardı: “Kelimelerini okudum. Sana kızmadım.Korkmadım. Gurur duydum.Yarın sa-bah konuşalım. – Gülperi Öğretmen.”
Bu artık bir okul sırrı değil—bir kadın dayanışmasının doğuşuydu. Gülperi, Emine’ye yazma bursu başvurusu için destek olacaktı. Ama önce ona şunu söyleyecekti: “Sen sadece yazmayacaksın, kızım. Sen bir yol açacaksın.”
Emine’nin iç dünyasında fırtınalar koparken, dışarıda hayat ağır ağır akmaya devam ediyordu. Her fasulye, her ayıklanan tane, bir parça daha özgürleşmenin işaretiydi. O, kendi içinde bir bahar temizliği yapıyordu; eski korkular, yasaklar ve sessizlik kırıntıları bir bir toprağa karışıyordu.
Bu süreçte Emine, sadece kendi hikâyesini değil, içinde yaşadığı toplumun da susturulmuş yanlarını keşfediyordu. “Kendimi ya-saklarla değil, farkındalıkla terbiye ediyorum” dediğinde, aslında sadece kendisine değil, benzerlerine de ses veriyordu.
Fasulye ayıklamak basit bir iş değil artık onun için;bir manifesto-nun küçük ama kuvvetli parçalarıydı. Her tane, bir “hayır”ydı, bir “evet”ti, bir sınırdı, bir kapaktı. Ve o kapağın ardında yeni bir dünya, yeni bir ses, yeni bir Emine vardı.
Emine’nin odasında fasulye kabukları yere düşerken, her bir parça bir düşünceyi, bir anıyı, bir duyguyu taşıyordu. Sanki o fasulyeleri ayıklamak, içinde biriken karmaşayı, çalkantıyı dışarıya dökmek gibiydi.O sırada kapı hafifçe aralandı, gözleri pırıl pırıl bir çocuk belirdi. “Abla, ne yapıyorsun?” diye sordu.
Emine hafifçe gülümsedi, “Kendimi topluyorum,” dedi. “Bazen böyle küçük şeyler, büyük soruların cevabını bulmamı sağlar.”
Çocuk şaşırdı ama anlamaya çalıştı. “Büyüyünce ben de böyle ayıklayacak mıyım?”
Emine başını salladı. “Evet, herkesin ayıklaması gereken şeyler olur. Ama önemli olan, kendini dinlemek ve kendi yolunu bul-mak.” Ve o gün, fasulye kabuklarının altında Emine’nin iç dünya-sında yeni kapılar açıldı. Bir yandan direniş, diğer yandan umut…
Çünkü gerçek özgürlük, sınırları bilip onları aşabilmekteydi.
Emine fasulye ayıklamaya devam ederken, her kabuk sanki haya-tın o “sinsi” sürprizlerinden biriydi. “Ah, bak!” dedi kendi kendi-ne, “Bu fasulye kabuğu da tıpkı yasaklar gibi; görünmez ama var, yırtılmaz ama seni sıkıştırır.”
Bir yandan derin düşüncelere dalarken, bir yandan da fasulye ka-buklarının arasında patlamaya hazır bir kahkaha saklıydı. Çünkü Emine biliyordu ki, yasaklar ne kadar ciddi görünürse görünsün, bazen hayatın tam ortasında dans eden bir komedi figürü gibiydi.
“Yasak koymak, aslında kendi kendini oynamaya çalışan bir stand-up komedyeni gibi,” dedi yüksek sesle. “Ama en büyük espri, kimseye kahkaha attıramaması!”
Bir fasulye kabuğunu özenle ayırdı, “Bak, sen de benim duygula-rım gibi; bazen sert, bazen kırılgan, bazen de komik.”
O anda odadan gelen rüzgâr, fasulye kabuklarını savurdu; sanki evren bile bu oyunu izliyordu.
Emine derin bir nefes aldı ve dedi ki: “Kendini kapatmak, sanki kendi içinde ‘bekle-dur’ tabelası asmak gibi. Ama unutma, gerçek kahramanlık; o tabelayı indirip ‘gel, açıl’ demek.” Ve gülerek devam etti: “Yasaklar? Onlar sadece hayatın ‘patronun ofiste olmadığı’ anlarda yolladığı küçük kağıt kesikleri. Acıtıyor ama işin sonunda ellerini güçlendiriyor.”Fasulyeler bittiğinde Emine kendine söz verdi: “Artık kapak kapanmayacak. Kendi içimdeki bahçede yürüyüşe çıkacağım. Bazen dikenlere basarım, bazen güneşe tutulurum ama yürümeye devam ederim.
Olukpınar’da akşam bastı mıydı, fasulye ayıklayanın iç dünyası da açılır gız. Emine, fasulye kabuklarına öyle bir mana yüklüyordu ki, Kant duysa “bu kız benden derin düşünmüş” derdi.
Bir fasulyeyi tuttu, baktı: “Sen... sen kesin çocukluk travmasısın. Sertsin, içinden bi’ şey çıkmıyor. At gitsin.” Bir başkasına döndü:
“Sen ise yasak aşk gibisin; ayıklarken elim kesilir gibi oluyor. Ama yine de bırakılmazsın.”Sonra bir an durdu. Düşündü.
“Ben niye bunları tek tek sorguluyorum gız? Bu fasulye değil, grup terapisi oldu!”Derken annesi içeri girdi: “Emine hâlâ ayık-lamadın mı kız fasulyeyi?” Emine alnındaki teri sildi, döndü ciddi bir yüz ifadesiyle:
“Anne, ben burada sadece ayıklamıyorum. Ruhumu çözüyorum. Her fasulye içimdeki içsel yasağın metaforu.” Annesi gözlüklerini taktı, inceledi: “Şu üç tanesi çürük, onları çöpe at kızım, içsel yasağın metaforu değil onlar, bağırsak sancısı yapar.”
Emine, içinden “Trajikomedi mi yaşıyorum ben?” diye geçirdi ama ses etmedi. Çünkü Olukpınar’da mizah, ev yapımı yoğurt gibidir: tutarsa efsane olur, tutmazsa ekşir. Anasının gözlüğü burnunun ucundan kayarken, Emine içinden geçirdi: “Bu evde her cümle, ya bir dikiş ya bir sarkıttır; ya gülersin ya da kırılır bir yerin.” Fasulyelerin rengi değiştikçe, Emine’nin içindeki sahne de değişiyordu.
Bir tanesi çift çekirdekli çıktı. “Bu kesin ikili ilişkiler sembolü,” dedi. “Birbirine yapışmış ama pişince ayrılacak.” Yan odaya ba-ğırdı: “Anneee, bu fasulyeler çiftleşmiş, bunu ayırmak caiz mi?” Annesi hiç duraksamadan: “Kızım onları ayır da sen kendi aklını birleştir önce!” Gülmemek mümkün değildi. Emine, iç sesiyle konuşmaya devam etti: “Ben ergenliğe böyle böyle geçiyorum. Freud burayı görse ‘Ben bunu yazsam deli derler’ diye not düşer-di.” Fasulye kabukları biriktiğinde, Emine onları ‘eski sevgililer mezarlığı’ gibi sıraladı. Her kabuk, bir yanlış karar. Her çekirdek, içinden çıkan ‘yine mi aynı döngü’ sesi.
Sonra bir kıvım daha geldi. Kendi kendine dedi ki: “Fasulye ayık-lamak değil bu; bu resmen duygusal maden temizliği. Kazdıkça annem çıkıyor, bastıkça çocukluk.” Birden evin kedisi sıçrayıp çekirdeklerin üstüne oturdu. “Bak işte, bu da hayatın kendisi. Ayıkladıklarını biri gelir yine karıştırır.” Emine güldü. Gülmekle kalmadı, gülüşünü yazdı: “Mizah, bastırılmış duyguların şifalı gazıdır. Ayıkla Emine, ayıkla! Belki bu fasulyelerin arasında umut da çıkar.” Sonra bir çekirdeği eline aldı, uzun uzun baktı. “Sen umut musun, yoksa yine mi eski bir döngü?” dedi. Cevap gelmedi, ama çekirdeğin şekli biraz kalp gibiydi. “Tamam,” dedi, “seni defterin arasına koyacağım. Belki bir gün biri sayfa açarken seni bulur.” Kedinin mırıltısı fon oldu, dışarıdan rüzgâr esti, ve Emine içinden geçirdi: “Ben bu fasulyelerle büyüyorum. Her biri bir cümle, her kabuk bir suskunluk. Ama ben artık yazıyorum.
YAYIKTA KIVIM: TEREYAĞINDAN FELSEFEYE
Sabah erken. Emine, elinde yayık, gözünde sorgu. Sanki sadece sütü değil, hayatı çalkalıyor. “Niye hep ben yayıklarım?” diye sordu içinden. Sonra cevabı geldi, yayığın içinden değil—anneden: “Çünkü kimse senin kadar sabırla çalkalamaz.” İşte o anda fark etti. Sabır, sütü ayırmaz sadece; sabır, insanı da ayrıştı-rır: hangi tarafın süt, hangi tarafın yağ olduğunu gösterir.
Emine çalkaladıkça, aklında sorular köpürdü: Kadın hep çalkala-yan mı olacak? Peki ya kendi kıvımını kim çıkaracak? Bir damla yağ, yayığın kenarına yapıştı. Emine baktı ve dedi: “Ben de böy-leyim. Duygularım hep kenarda birikir, kimse görmez.” Sonra annesi seslendi: “Kız! Elini hızlı tut, kıvım kaçıyor.” Emine için-den geçirdi: “Kıvım sadece yayıkta mı kaçar? Hayatta da kaçar, fırsatta da, âşkta da…” Yayık bitince, tereyağını alırken aynaya baktı: “Bu sadece yağ değil; bu, bastırılmış duyguların katı hali.” Ve bir not düştü defterine: “Tereyağı gibi kalınlaşana kadar çalka-landım. Ama sonunda ben de bir kıvım oldum.
DANTELİN DÜĞÜMÜ: GÖZ GÖZE DİKİŞLER
Emine, o gün tereyağını yoğurduktan sonra eline danteli aldı. Ama bu dantel sadece masa örtüsü değil, sükûnetle örülmüş bir yaşam arşiviydi. İlk ilmeği attığında, içeriden annesinin sesi duyuldu: “Düğümü sıkı tut gız, gevşek ilmek hem sökülür hem unutulur.”
Emine içinden “Keşke insanlar da dantel gibi olsa” dedi, “İlmek ilmek ne yaşadıklarını gösterse.” Bir ilmekte çocukluğunu, bir ilmekte susturulmuş sorularını gördü. “Dantel örmek aslında ken-dini çözmektir,” diye not düştü deftere. “İçimdeki düğümler kadar dışarıya örüyorum ama kimse dantelin içindeki sessiz çığlığı okumuyor.”
Sonra şu geldi aklına: “Kadınlara hep dantel öğretilir ama kimse dantelin üstüne yazı yazmaz. Ben yazacağım. Her ilmeğe bir ke-lime, her düğüme bir direniş.”O gün Emine’nin defterinde şu baş-lık belirdi: ““Dantel Düğümüyle Yazılmış Hayatım”
“DANTEL MANİFESTOSU – SÜS DEĞİL, SÖZ OLARAK
Ben bu danteli süs olsun diye örmedim, her ilmeğiyle susturulan bir kadının sözcüğünü, her düğümüyle yutkunan bir yüreğin isya-nını işledim, bu masa örtüsünde çay lekesi değil, yaşanmışlık izi var, bu motiflerde sadece çiçek yok, içime bastırdığım feryatlar da var.
Kadınlara hep dantel öğrettiniz ama sadece “süsle” diye, oysa biz danteli konuşmayı bilmediğimiz yıllarda ördük, ellerimiz ördü dilimiz susturuldu, şimdi o suskunluk çözülüyor. İlmek ilmek bir hayatı ördüm şimdi sökmeden anlatacağım, bu dantel bir manifes-todur, kadının evdeki sessizliğini süs gibi gösteren herkese karşı bir karşı duruş, benim dantelim artık masa örtüsü değil meydan bildirisi. Artık her düğümde bir cümle var, her motifte bir direniş, bu dantel konuşuyor, dinlemeye cesaretin varsa yaklaş.
“İLMEKTEN İLEM’E: SESSİZ ÇIĞLIKLARIN ZİNCİRİ”
Emine dantelinin ipini avuçlarında tutarken kapı tıklandı kalbi bir anda sıkıştı Gülperi öğretmen içeri girdi yüzünde şefkatli bir endi-şe “Emine” dedi yumuşak bir sesle “bu senin defter mi?” Sözden önce bakışlar konuştu Emine’nin gözleri deftere defter de gözleri-ne kilitlenmişti Bir an tereddüt etti ama gerçek dantel gibi ince değil keskin ve netti. Gülperi dantel ve defterin yanına oturdu “Sen sadece güzellik örmüyorsun sen hikâye örüyorsun Her ilme-ğinde bir soru her düğümünde bir sessizlik saklı” Emine ağır ağır açtı dudaklarını “Öğretmenim ben dantelin üstüne yazmak istiyo-rum Ama suskunluk ağır geliyor.
Her sessizlik bir yük Her yük bir çığlık” Gülperi başını salladı “Ben seni susturmayacağım Ama bu satırları sen belirleyeceksin Kimseyi yakmadan hakkını sökerek yaz” O an Emine’nin içindeki düğümler çözülmeye başladı ama öyle bir çözülme ki dantel artık geri sarılmaz olmuştu O gece defterin boş sayfasına şu düştü “Sessizlik duymadığı şarkıdır Ben kendi şarkımı yazmaya geldim İlmek ilmek değil yürek yürek anlatacağım
ANA ÖĞRETMENLİĞİ YENİ DERS EVLİLİĞE HAZIRLAMA
Evlilikte sabır kıymetlidir kızlar ama sabır susmak değil zamânında konuşmak ama bağırmadan kırmadan her gün dolmayı aynı tabakta yersen sıkılırsın değil mi eh adam da her gün aynı surat aynı lafı duymaktan bunalır Döne elini kaldırdı:
— Ana ya sever de söyleyemezsek? Ana bastonuyla yere vurdu — Sevgi saklanmaz kızım saklarsan küflenir Söyle ama ölçerek sevdiğini bilsin hem sesinden hem yemeğinden hem bakışından anlasın Sonra Ana tandırın başına geçti eliyle bir hamur yuvarladı gözlemeyi sacın üstüne sererken dedi ki:
— Bakın bu gözleme gibidir evlilik altı fazla yanarsa acı olur çiğ kalırsa içi tutmaz Ne az pişmiş ne de fazla yakılmış Evlilik tam kıvamında olacak Dersin sonunda gençler hem gülerek hem dü-şünerek ayrıldı Ana gözlüğünü çıkardı yazmasını çözdü kendi kendine mırıldandı:
— Eh be kızlar ben size sadece gözleme yapmayı değil ömür dürmeyi öğretiyorum Anlayan olur mu bilmem ama ben anlatırım
Olukpınar’ın yamaçlarında sabah erkenden duman tüterdi. Tandır daha yanmamıştı ama Ana’nın dersi çoktan başlamıştı. Bu sabahki dersin konusu evliliğe hazırlıktı. Genç kızlar avluda toplandı, Ana başına yazmasını bağladı, göğsünü gere gere karşılarına dikildi:
— Kızlar! Bugün size ne tencere ne yün çorap öğreteceğim. Bu-gün gönül işi konuşacağız. Evlilik… Heh, azık torbası gibi, içine ne koyarsan onu yersin.
Hatçe yutkundu, Elif kafasını eğdi, Döne gülmemek için dudağını ısırdı. Ana, gözlüğünü hafifçe burnundan indirip devam etti:
— Önce şunu bilin: Adam dediğin davar değil. Ama bazen olur. O yüzden hem sevip hem güdeceksin. Sevgiyle güdülen erkek, keçi gibi dik kafalı olmaz. Ama sevgisiz bırakırsan, ya da fazla sıkar, her gün azarlarsan... ha bak, o zaman dağ keçisi olur, dağa çıkar, gelmez geri!
Gençler bastı kahkahayı:.
— O zaman topuklu adım at! “Ana, siz de benim yerimde olsay-dınız ne yapardınız?” de. Bunu der demez şaşırır. Çünkü o da bir zamanlar gelindi. O anahtarı unutmaz. Hafızasını dürt, gönlünü al.
Elif cesaretlendi:
— Kaynanayı sevmek zorunda mıyız?
Ana kahkahayı bastı:
— Zorunda değilsin kızım, ama iyi geçinmek zorundasın! Çünkü evliliğin bir kısmı adamla, büyük kısmı ailesiyledir. Koca seni ısıtır, kaynana seni pişirir!
O sırada çay demlendi, gözlemeler açıldı. Gençler sohbetin üstüne bir de lezzet kattı. Ana derin bir nefes aldı:
— Unutmayın kızlar... Kaynana dansında terleyen gelin, boşan-madan kurtulur. İki adım geri, bir adım ileri... Hayat dansı böyle oynanır!
ANA ÖĞRETMENLİĞİ: KAYNANAYLA DANS SANATI
Bir sonraki hafta, Olukpınar’da çamaşır günüydü. Çay kenarına leğenler dizilmiş, sabun kokusu bütün köyü sarmıştı. Genç gelin adayları, ellerinde çitiler, gönüllerinde sorularla Ana’nın etrafında toplandı. Ana, dizlerini ıslatmadan taburesine oturdu, dersi açtı: “Kızlar, bugün çamaşırdan çok ruh yıkayacağız. Konumuz: Kay-nanayla Dans Sanatı! Kaynana dediğin yaratık değildir. Ama ba-zen öyle gelir. Korkma. Onu yenmek için savaşma, ritmine gir!”
Hatçe kafasını kaldırdı: “Ritmine nasıl gireceğiz Ana?”
Ana bastonunu havaya kaldırdı, toprağa iki kez vurdu: “Tıp tıp! Bak bu kaynana adımı. Önce bir laf sokar, sonra yüzüne güler. Sen o an ne yapacaksın? Geri çekilme. Hemen dansa başla. ‘Senin gibi bir kadından böyle laf duymak ne şeref Ana!’ de. Bak nasıl gevşer…”
Gençler gülmekten sabunu leğene düşürdü. Ana devam etti: “Kaynana, eski hükümdar gibidir. Tahtı bırakmış ama hâlâ ferman bekler. Ona hükmetmenin yolu onu önemli hissettirmekten geçer. Her yaptığına ‘Aman Ana’m siz olmasanız ne yaparım!’ de… Ama sonra kendi bildiğini yap. Sessiz devrim kızım bu!”
Döne bir adım attı: “Ya çok karışırsa?” Ana gülümsedi.
ANA ÖĞRETMENLİĞİ: KOCALAR NE ZAMAN SUSAR?
Olukpınar’da akşam olmuştu. Közde çay demlenirken, Ana ders kürsüsüne—yani üç ayaklı taburesine—yeniden oturdu. Genç kadınlar, ellerinde yelpazeler, gözlerinde bin bir soru: “Ana, şu adamlar ne zaman susar?”
Ana bir yudum çay aldı, başını salladı: “Ah kızlar… Erkek üç hâlde susar: Karnı doluyken, cüzdanı boşken, bir de kadın doğru-yu söyleyince.” Gelinler kıkırdadı.
Ana devam etti: “Adamı susturmanın birinci yolu tavadır. Kızım, adam açken seni duymaz. Ama doluyken… sen ne dersen ‘haklı-sın kadın’ der. O yüzden lafa başlamadan önce çorbayı ver.”
Meryem sordu: “Ya doyar da hâlâ konuşursa?” Ana göz kırptı: “O zaman ikinci yol: cinsiyet sıfırlayıcı sessizlik! Bak kızım, bir kadın susunca erkek panikler. ‘Ne oldu?’ der. ‘Bir şey yok’ dersin. İşte o an beyninde ampuller patlar. Dört saatlik monologu dört kelimeyle devirdin: ‘Bir şey yok, sen bilirsin.’”
Zeynep atıldı: “Ana, bu pasif agresiflik değil mi?”
Ana bastonla toprağı dürttü: “Pasif değil, stratejik! Kızım, erkekle savaş kazanılmaz, hikâye yazılır. Sen yazarsın, o okur sanır.”
Aysel eliyle dudak yaptı: “Peki Ana, kavga çıktığında susalım mı?”Ana taburesinden kalktı, göbeğini toparladı: “Kavga çıktı-ğında hemen şok soruyu yapıştır: ‘Senin annen seni böyle mi ye-tiştirdi?’ Bak o zaman nasıl susar. Şaşırır, içe döner, çocukluğuna geri döner. Susmak değil, düşünmektir artık o.”
Gençler alkışladı. Ana dersin sonuna geldiğinde yavaşça söyledi: “Erkek dediğin, konuştuğunda büyür, susunca küçülür. Sen bü-yütmek istiyorsan dinle, ama yönetmek istiyorsan ne zaman sustu-racağını bil.” susacağını bil.
ANA ÖĞRETMENLİĞİ: YASTIKLA ANLATILAN GECE KAVGASI
Olukpınar gecelerinde sessizlik çökünce, tek ses yastıktan gelir gız. Çünkü o yastık, sadece baş koymalık değil—iç dökme, sinir boşaltma, strateji üretme aracıdır. Ana, bu derste “gece kavgası” protokolünü açıkladı: “Kızlar… Gündüz söylenip de sustuğun her cümle, gece yastıkta yankılanır. Ama dikkat: Adam uykuluysa söz anlamaz. Yastık kavgası, ya uykudan önce, ya sabaha karşı yapılır. Arası tehlikeli. Adam horlar, sen deliye dönersin.”
Zeynep kıkırdadı: “Ana, bizdeki yastıklar hafif, etki etmiyor.”
Ana elini beline koydu: “Hafif yastıkla ağır laf edemezsin kızım. Kavga stratejik olacak. Önce sırtını dön. Sonra bir iç çek: ‘Hmm…’ Adam sorar: ‘Ne oldu?’ Sen cevap vermezsin. İşte o an gece savaşı başlamıştır.”
“Ya adam uyumaya devam ederse?” diye atıldı Meryem.
Ana gözlerini kıstı: “O zaman devreye ‘kazayla tekme’ girer. Ayağınla itin azıcık. ‘Pardon’ de, ama ruh hali ‘Senin suratını düzlerim’ olsun. O uyanır, sen o ara sustuğun 17 konuyu gündeme getirirsin.”
Aysel not aldı: “Demek ki yastık sadece pamuk değil politik bir araç.”Ana başını salladı: “Aynen öyle. Bak kızım, evlilikte en büyük anlaşmalar yastık diplomasisiyle sağlanır. Ne mahkeme, ne kaynana—yastık çözer her şeyi.”
Ana’nın gözleri doldu biraz sonra: “Eskiden baban da böyle uyur-du. Sırtını dönerdi. Ben de dönmezdim. Ama sabah olduğunda kahvaltı hazırsa barışılmış sayılırdı.”Dersin sonunda bir şiir okudu:
“Suskun gece, yastık sırdaş
Kalbimde öfke, yüzümde telaş
Uyanmadan anla, dokunmadan çöz
Bu evlilik dediğin, sessizlikle söz.”
AYNAYA ŞEKER GİBİ GÖRÜN, BİBER GİBİ YANMAYI ÖĞREN
Sabah kalktın, aynaya baktın: “Şeker gibiyim, maşallah!” Ama evlilik sahnesi öyle tatlı şeker gibi geçmiyor. Arka planda biberli sos kaynıyor. Kaynana geliyor, biber gibi acıttırıyor sinirleri. Tepki verme, şeker gibi tatlı kal, ama gerektiğinde biber gibi caydırıcı ol! Mesela: “Annem, senin tecrübelerin bizim için altın değerinde.” (Tatlı) Arkadan: “Ama ben de kendi kararlarımı kendim vermeyi severim.” (Biber) Eşin sinirlenince “Hadi canım, sakin ol, çay koyayım.” deyip tatlı dilini kullan. Ama biber gibi sert cevap lazım olursa, “Yani bu tartışmayı ileride anlatmak için güzel bir anı yaptık.” der, konuyu kapatırsın. Misafirler önünde hep şeker gibi olacaksın, evde ise gerektiğinde biberini göstereceksin. “Tatlı yalanlar, biber gerçekler” stratejisiyle evliliği ayakta tutarız.
Ev Ödevi: Aynaya her gün “Şeker gibiyim ama gerektiğinde bibe-rim!” diye haykır, özgüven gelsin. Ve bol bol kahkaha at, çünkü en tatlı biber bile gülünce yumuşar!
EV İŞLERİNDE TATLI-TUZ-BİBER UYUMU
Evlilikte ev işleri, tatlı-tuz-biber gibi dengelenmeli. Yanlış dozda biri, bütün yemeği berbat eder! Sofrayı kurarken, çay demlemekte, bulaşığı yıkamakta tatlı bir sabır gerekir. “Bir fincan kahve, aşkın baharatıdır.” diyerek sevgiyle yaklaşırsan, her iş şölene dönüşür. Ama sadece tatlıyla olmaz. “Ben çamaşır makinesi değilim!” diye sınır koyabilmek, evin tuzudur. Fazla tuzlu olmazsa, her şey dengede kalır; çünkü herkes kendine düşeni yapar. Gerektiğinde sertlik de gerekir. “Kalk, yardım et!” demek biberdir. Tatlı tatlı rica etmek işe yaramazsa, azıcık biber eklemelisin! Ama biber dozunu kaçırma, aksi halde sofrada kavga çıkar.
Pratik Tavsiye: Bulaşık yıkarken, eşin yanına bir parça biber ser-piştir. “Sen bulaşıklardan korkma, ben buradayım!” der gibi. Bir-likte iş yapmak, evliliğin baharatıdır.
İÇ GICIKLAYICI BAKIŞLAR VE SIRT KAŞIMA RİTÜELİYLE BAĞLILIK EĞİTİMİ
Bakışlarla konuşmak, evliliğin sessiz şiiridir. Göz göze gelince hızlıca kaçma, kal biraz; kalbinde çarpan ritmi dinle. Baktığın yerde sıradan nesne değil, sevgi saklı hazine varmış gibi davran. Çünkü bakışların sana çarpma testi yapıyor; geçemezsen “kırık kalp” raporu gelir. Sırt kaşıma sanatı ise fiziksel temasın diploma-tik versiyonudur. Elin nereye gidecek, ne kadar bastıracaksın, hangi ritimle kaşıyacaksın? Yavaş ve düzenli olmalı; hızlı ve dü-zensiz olursa, alarm zilleri çalar. Çünkü sırt kaşımak, ilişki sensörü gibidir; yanlış sinyal verirsen fırtına kopar. Sessiz iletişim bu ritmin tamamlayıcısıdır. Sırt kaşıma sırasında “Şuraya biraz daha...” demek yetmez, yüz ifadenle de onay ver. Hafif gülümseme, hafif mırıldanma, hafif şaka... Sessiz dilin gücü burada. Ama dikkat: yanlış yerde durursan, “seni kaşımıyorum, seni kaşıyorum” karışıklığı çıkar.
GÖNÜL KAÇAR, AKIL YETİŞEMEZ
Sen yaz, bubanızın verdiğine değil gönlünüzün sevdiğine varın. Çünkü kalp, tapu belgesiyle değil titreşimle karar verir. Bubanız vermezse kaçın ama öyle düğün günü değil; içten içe, sessizce, bir yuvaya doğru uçun. Kaçmak, bazen gitmek değil; kendine var-maktır. Yeni bir yuvaya uçmak, eski zincirleri kırmak demektir. Çünkü aşk, evrakla değil, cesaretle kurulur.
Unutma kızım:
Babanın sevdiği, soyadını taşır. Senin sevdiğin, ruhunu ta-şır.Kaçmak, utanç değil; bazen bir devrimdir.Ve her devrim, önce bir iç kıvım ister.Sen kıvımını dinle.Yastığa değil, yüreğe baş koy.
BAĞLILIĞIN KÜÇÜK SEMBOLLERİ
Kaşınan bir sırt, dokunulan bir el, paylaşılan bir sessizlik… Bunlar, devasa aşk cümlelerinin minik ama güçlü işaretleridir. Çünkü gerçek bağlılık, büyük sözlerle değil; küçük temaslarla, sessiz anlaşmalarla kurulur. Bir sırt kaşıma, bazen bin kelimeye bedel-dir—tabii kaşıyan usulüne uygun yaparsa! Ritmi tutturamazsan, sevgi değil sinir uyanır.
Bu küçük semboller, ilişkilerin görünmeyen altyapısını oluşturur. Elin bir anlık dokunuşu, “buradayım” demektir. Sessizce oturmak, “seninle susmak bile güzel” anlamına gelir. Ve sırt kaşımak… o, bir tür duygusal radar gibidir. Neresi kaşınıyorsa, orada birikmiş bir şey vardır. Belki stres, belki özlem, belki sadece “beni fark et” çağrısı.
Mizah da bu sembollerin tuzu biberidir. Çünkü bir ilişki, gülmeden büyüyemez. Şöyle denebilir: “Bir sırt kaşıma, 1000 kelimeye bedel; tabii kaşıyan usulüne uygun yaparsa!” Yoksa ilişki değil, kaşıntı başlar.
ÇAMAŞIR YIKAMA ÖĞRETMENLİĞİ – “Lekeden Karakter Okumak” Anamın Çamaşır Dedektifliği
Anam için çamaşır yıkamak, sadece temizlik değil—resmen CSI: Olukpınar’dı. Leğen başında oturur, sabunu eline alır, lekeleri sorguya çekerdi. “Şu yaka kiri? Babam dertli. Gece yine içlenmiş.” “Şu çimen lekesi? Sen sokaktan geçerken düşmemişsin, yuvarlanmışsın!”
Her lekenin altında bir olay yeri, her su sıçramasında bir uyarı vardı.Sabun köpüğüyle değil, sezgiyle yıkardı. Kimi zaman bir çorapta aşkın izini bulur, kimi zaman bir gömlekte sessizliği çö-zerdi.
Ben makineye atarken 40 dereceye güvenirdim. “Makine bilir,” derdim. Anam ise leğene oturur, sabunu hışımla sürerdi. “Makine bilmez kızım, makine unutur. Leğen affetmez!” Ve eklerdi:
“Kızım, karakter de çamaşır gibi—çitilemeden açılmaz. Senin iç dünyan da biraz deterjan istiyor galiba.”
Bir gün babamın pantolonunu yıkarken, cebinden buruşmuş bir not çıktı. Anam gözlüğünü taktı, Sherlock Holmes gibi inceledi:
“‘Unutma: toka al.’ Hmm… Bu adam ya beni seviyor ya da yo-ğurdu çok.” Sonra pantolonu çitiledi, ama notu sakladı.“Delil la-zım olur,” dedi.
Ben çamaşır yıkamayı “kir gitsin” diye yaparken, anam “gerçek ortaya çıksın” diye yapardı. Ona göre deterjan, sadece temizlik değil; Vicdanın köpüğüydü.
MİSAFİR AĞIRLAMA ÖĞRETMENLİĞİ – “Üç Tabaktan Önce kalkma.
Anamın sofrası, yer sofrası değildi—duygu sofrasıydı. Her tabak, bir niyet; her kaşık, bir dua gibiydi. “Misafirin tabağı boşsa, kalbi de boştur,” derdi. Çünkü onun cömertliği yemekle değil, yüreğiyle ölçülürdü. Ziyafette değil, şefkatte bonkördü. Sofraya oturan, sadece açlığını değil, içini de doyururdu.
Bir gün iki kişi geldi. Anam yedi çeşit koydu önlerine.“Anne, bu kadar fazla değil mi?” dedim.Gülümsedi, ama gözleri ciddiydi:
“Kızım, insan doyana kadar değil, utanana kadar yer!” dedi.
O gün anladım: misafirlik, mideyle değil, mahcubiyetle ölçülür-müş.
Anamın sofrasında “az” ayıp sayılırdı. Bir tabak eksikse, bir duy-gu eksik olurdu. Çaydan önce sohbet, yemekten sonra dua olurdu.
Ve sofradan kalkmak, üç tabaktan önce yasaktı.Çünkü ilk tabak tanışma, ikinci tabak ısınma, üçüncü tabak bağ kurmaydı. Sofra örtüsünü sererken bile bir ritüel vardı.Kenarları düzeltilir, dualar fısıldanır, ekmek hep ortadan bölünürdü. Anam derdi ki: “Ekmek ortadan bölünürse, muhabbet de eşit dağılır.”
VIII. SABIR ve SUSMA ÖĞRETMENLİĞİ –
“Sessizlik Müfredatı” Anamın Sessiz Öğretisi: Yoğurtla Gelen Bilgelik
En çok susarak öğretti. Babam bağırırdı, komşu laf ederdi, akra-badan laf gelirdi… Anam ise usulca yoğurdu karıştırır, elini dizine koyar, gözlerini tavana kaldırırdı. O an bilirdik: bu, onun “geçer” diliydi. Sessizliğiyle öyle bir hava yaratırdı ki, yoğurt bile mayalanmadan durup düşünürdü.
“Anne, bir şey demeyecek misin?” derdim. “Yoğurt karışıyor kızım, ben de içimi karıştırıyorum,” derdi. Ve karıştırırken bir iç çekiş: “Hmm…” O “hmm” sesi, evin duvarlarını bile utandırırdı.
“Kızım, bazen dilini tutmak, kapıyı kapatmaktır. Ama kilit vurma, gıcık sesini eksik etme” derdi. Yani suskunluk, sabırdan değil—mizahındandı.
Çünkü anamın sessizliği, bir tür sesli ironi gibiydi.Sanki “Ben bir şey demiyorum ama siz kendinizi düşünün” diyordu.
Bir keresinde babam televizyonun sesini çok açtı. Anam hiçbir şey demedi. Sadece yoğurdu karıştırırken kaşığı yere düşürdü.
Sonra eğildi, aldı ama kalkarken “Ahh” dedi. O “Ahh” sesi, ba-bamın sesi kısmasına yetti. Anamın sessizliği, evin en yüksek sesiydi. Çünkü o konuşmazdı—ama yoğurt bile onunla anlaşırdı.
Ve biz hep şunu öğrendik: Evde en güçlü cümle, bazen hiç ku-rulmamış olandır.
KIYMET BİLME DERSİ – “Kırılmadan Kırılganlık Öğretmek”
Anamın Ayakkabı Felsefesi: Çöpe Atılmaz, Hayata Katılır
Bir gün eve yeni ayakkabı alındı. Ben heyecanla kutuyu açtım, eskisini çöpe attım. “Modası geçti,” dedim. Anam sessizce çöpe gitti, eski ayakkabıyı aldı, ayağına geçirdi ve ertesi sabah o ayak-kabıyla soğan tarlasına gitti. “Anne, niye giydin onu?” dedim.
“Çünkü kızım,” dedi, “eşyaya hürmet, emeğe şükürdür. Bu ayak-kabı benimle kaç bayır çıktı, kaç dua duydu. Sen onu moda diye attın, ben onu hayat diye giydim.”
Ben her yeni şeye koşarken, o her eskide bir hikâye bulurdu.
Kırık tabak onun için “o günkü tartışmanın son cümlesiydi.”
Yamalı yorgan, “ilk kışın sabır testi.” Çatlak bardak, “babamın sessiz özrü.” Her biri, onun için anı müfredatıydı. Evimiz müze gibi değil, roman gibiydi—her köşede bir karakter, her çatlakta bir olay örgüsü.
Bir gün eski bir tencereyi atmaya kalktım. Anam tuttu kolumu:
“Dur kızım, bu tencere senin doğum gününde ilk pilavı pişirdi. Sen onu atarsan, pilav da seni unutur.” Ben sustum. Tencereyi geri koydum. O gün anladım: anam için eşya, sadece madde değil; duygu taşıyıcısıydı.
Anamın gözünde ev, bir depo değil; bir arşivdi.Her eşya, bir duy-gunun tanığıydı. Ve biz ne zaman bir şey atmaya kalksak,
O bize bir hikâye anlatırdı. Sonunda biz eşyayı değil, kendi acele-ciliğimizi çöpe atardık.
ŞİİR – “KÖYDE DİPLOMA YOKTU, AMA ANA VARDI”
Sabunla öğretti tertemiz durmayı,
Unla yoğurdu kalbi, kabarmayı.
Bir leğende durulandı sabrım,
Yayıkta köpüren tek şey tereyağ değildi.
Her susuşu bir kitap,
Her bakışı bir sınav gibiydi.
Anam okuma bilmezdi belki,
Ama beni hayata satır satır okuttu.
DANTEL NAKIŞ ÖĞRETMENLİĞİ – “İğneyle Evren Kazmak”
Okul görmedi ama müfredat gibiydi kadın!” Anamın elinde tığ, sanki zaman bükücüsü; iplerle sabır örerdi, sabrın kenarına çiçek koyardı. Dantel sadece sehpa örtüsü değil, hayatın provasaydı. Her ilmik “Sabret,” her kıvrım “Gülümse biraz!” derdi. Ben buna-lınca, “Kızım, tığ elinde tılsımdır. Dikkatini oraya ver, içini unu-tursun,” derdi. Hem sinirle örülen dantel, sehpayı değil evi yakar. Bir keresinde öyle sinirle ördüm ki, motif ejderha gibi çıktı. Anam baktı, “Bu sehpa değil, Game of Thrones!” dedi.
Anam yoğururken hamuru, içini de yoğururdu. “Kızım, ekmek mayalanırken kadın da mayalanır,” derdi. Mayası tutmayan ek-meği sobaya değil, sabıra yatırırdı. Bize sabrı yoğurarak öğretti. Bir gün hamur kabarmadı diye sinirlenince, “Kabarmadıysa, sen de kabarma!” dedi. O an anladım: bu evde sadece ekmek değil, ego da mayalanıyordu. Bir keresinde ekmek fazla kabardı. Babam “Bu ne biçim ekmek?” dedi. Anam gözlüğünü taktı, ekmeğe baktı: “Bu senin gibi... dışı kabarık, içi boş!” O günden sonra babam ekmeği sessizce yedi, yorum yapmadı.
Anam için mutfak, sadece yemek değil; duygu yoğurma, karakter pişirme, sabır kızartma alanıydı. Ve biz o mutfakta sadece karın değil, kişilik doyurduk.
III. YEMEK YAPMA ÖĞRETMENLİĞİ – “Bir Tutam Aşk, Bir Çimdik Azar”
Tarif vermezdi anam. Ölçüyle değil, hisle pişirirdi. “Ölçtükçe sevgi eksilir,” derdi. Ona göre yemek, laboratuvar işi değil; gönül işi. Sadece bir keresinde sordum: “Kaç kaşık koyayım?” “Kalbin ne diyorsa onu,” dedi.
Ben de kalbime kulak verdim ama meğer o gün kalbim sinirliy-miş—tuzu bastım. Anam tadına baktı, gözleri hafif kısıldı, sonra gülümsedi: “Kalbin de biraz sinirliymiş o gün, napalım?” dedi.O an anladım: bu evde yemek sadece mideye değil, mizaha da hitap ederdi.
Anamın mutfağında ölçü kabı yoktu ama sabır boldu.Bir tutam aşk, bir çimdik azar, bir kepçe şefkat…Ve tabii, gerektiğinde bir avuç “Sen bunu böyle mi yaptın?” bakışı.
Bir gün pilav tutmadı.Ben panikledim, “Anne, pilav lapa oldu!” dedim. Anam kaşığı aldı, bir lokma yedi, sonra dedi ki: “Pilav değil, senin sabrın lapa olmuş. Biraz dinlenseydin, tane tane olur-dun.”
Yemek yaparken müzik açmazdı, çünkü onun ritmi zaten vardı.
Soğanı doğrarken geçmişi, domatesi doğarken geleceği düşünür-dü. Ve sarımsağı ezerken, içindeki öfkeyi de biraz bastırırdı.
Anamın mutfağında yemek pişmezdi—karakter pişerdi.Ve biz o mutfakta sadece doymadık, büyüdük.
YAYIK YAYMA ÖĞRETMENLİĞİ – “Yoğurttan Yağ Çıkar-mak Sanattır”
Yayık, anamın psikologuydu. Siniri varsa yayık, derdi varsa yayık, neşesi varsa… yine yayık! O yayık, evin terapisti gibiydi; dönerken sadece sütü değil, ruhu da çalkalardı. Beni çağırırdı:
“Gel kızım, içindeki köpüğü atalım birlikte.” O an bilirdim: bugün terapi seansı tereyağlı geçecek. Tereyağını çıkartırken söylerdi: “Hayatta da her şey çalkalanmadan netleşmez. Duygular da yağ gibi—önce karışır, sonra ayrışır.”
Yayık dönerken evdeki sessizlik bile ritim tutardı. Babam televiz-yon izlerken yayık döner, anam içinden dönerdi. Ben içimi dök-meden önce yayık dönerdi.
Bir gün sormuşum: “Anne, neden hep sen yayıyorsun?” Gözlüğü-nü taktı, yayığa baktı, sonra bana döndü: “Çünkü sizin derdiniz var, benim yayığım!”
O gün anladım: biz dertlenirdik, o döndürürdü. Yayık sadece te-reyağı çıkarmazdı; sabır, mizah ve biraz da içsel çözüm üretirdi.
Bir keresinde yayık bozuldu, dönmedi. Anam baktı, “Bugün tera-pi iptal, herkes kendi içini çalkalasın,” dedi.
Babam sessizce balkona çıktı, ben yoğurtla konuşmaya başladım.
Anam için yayık, mutfak aleti değil; duygu dönüştürücüsüydü.
Ve biz o yayıkta sadece süt değil hayatın kıvamını bulduk.
. SAKLI DERSLER – “Fısıltıdan Diploma”
O, ağzıyla öğretmedi—hâliyle öğretti. Anamın eğitimi sessizdi ama etkisi yüksek dozdaydı. Misafirliğe gidiş sırasından yoğurdu karıştırma yönüne kadar her şeyde kural vardı. Ama bu kurallar ne tahtaya yazılırdı ne deftere; sadece bakışla aktarılırdı. Evde bir şey yanlış yapılınca bağırmazdı, sadece kaşını kaldırırdı. O kaş, evin disiplin yönetmeliğiydi.
Kurallar yazılı değildi. Sadece “göz et” derdi. “Ne demek göz et?” diye sorduğumda, “Kadın olmak, bakmadan görmektir, kı-zım,” dedi.
O an anladım: bu evde diploma yoktu ama fısıltıyla mezuniyet vardı.
Yoğurdu karıştırırken saat yönü mü, ters mi? Anam için bu, ka-rakter testi gibiydi. Ters karıştırırsan, “Bugün biraz asi galiba,” derdi. Saat yönünde karıştırırsan, “Bugün akıllanmış,” diye için-den not alırdı.
Misafirliğe giderken yürüyüş sırası bile önemliydi.Önde babam, ortada anam, arkada ben. Bir gün öne geçtim, anam hafifçe ök-sürdü. O öksürük, “Diplomanı yırtarım” demekti.
Anamın öğretmenliği sessizdi ama çok dilliydi. Bir bakışı “yap-ma,” bir iç çekişi “düşün,” bir tabak dizilişi “saygı” demekti.
Evdeki sehpa bile onun kurallarına uyardı—çarpık durursa düzel-tilirdi, çünkü “sehpa bile kendini toparlamalı” derdi. Ve biz o evde sadece büyümedik, gözle okuduk. Fısıltıdan diploma aldık, bakıştan tez yazdık. Anamın üniversitesi evdi, bölümü “Hayat Bilgisi,” uzmanlığı “Kadınlık Sanatı”ydı.
ŞİİR – “Diplomasız Hoca”
Yazı bilmezdi, satırda yürüyemezdi
Ama dantel gibi işledi beni
Hamur gibi yoğurdu sabrımı
Köpük gibi aldı öfkemi
Her tıkırtıdan ders çıkarırdı
Her kazanda hayal kaynatırdı
Ben onun öğrencisiydim
O ise yaşamın rehberi—adı “Ana”ydı.
/BEDENİMİN ÖĞRETMENİ: ANAM Benim annem kitap yüzü görmedi.
Ama beni dünyaya hazırlayan ilk söz onun gözlerindeydi.
Tuvaleti öğretirken utanmadım. İlk kan geldiğinde panik-lemedim. Çünkü anam, terimden, kokumdan, gözümden anlardı. Bedenimin dilini ben daha öğrenemeden, o çoktan çözmüştü.
Yaz tatilinde köydeydik.Bir gün kalçamda bir ağrı hisset-tim. Anam baktı, baktı, "Sen büyüyorsun," dedi. Ne doktor vardı ne kitap. Ama doğruydu. O gün vücudumda bir şey değişti.
Ve ben korkmadım, çünkü anam vardı. : “Bedenimin öğ-retmeni anam”
BÖLÜM: ÖĞRETMENSİZ OKUL – “Diploması Yoktu, Ama Müfredatı Bizdik”
Anam okula gitmemişti ama her gün bir ders işlerdi. Teneffüs yoktu, zil çalmazdı, ama biz hep dersteydik. Ödevimiz yoktu, ama öğrettikleri zihnimde öyle kalırdı ki, hâlâ bazı sabahlar kalkınca “bugün hangi konuyu işleriz?” diye içimden sorarım.
Sabah suyu nasıl içeceksin? Soğuksa nasıl yutacaksın? Üşüyorsan nereni örtmelisin? Hangisi ter, hangisi korku teri? Anam bilirdi. Hatta ilk ter kokumu o fark etti. “Artık büyüyorsun,” dedi. Ben utandım, o gülümsedi. Pazardan sabun alındı, ama sabun koku-sundan önce annemin şefkati sinmişti tenime. O sabun, sadece temizlik değil; bir tür terbiye aracıdır. “Kızım, sabun köpüğüyle utanma geçer,” derdi.
Bir gün soramadığım bir soruyu gözüm sordu. O baktı, başını salladı. “Vaktin var,” dedi, “kendine de sabret.” İşte o gün, sabır dersi verdi—yargılamadan, susturmadan, hatta konuşmadan. Göz temasıyla öğrettiği şeyleri bazı öğretmenler PowerPoint’le anla-tamaz.
Anamın sınıfında müfredat yoktu ama mühimat vardı.
Kaş çatma: uyarı
İç çekme: sınav
Sessizce kalkıp pencereyi açması: “Hayat dışarıda, dikkat et”
* Çay koyarken kaşığı iki kez vurması: “Bugün biraz dikkatli ol”
Bir keresinde “Anne, sen hiç okula gitmedin mi?” dedim. “Ben gitmedim ama okul bana geldi,” dedi. “Nasıl yani?” “Hayat geldi kızım. Her gün yoklama aldı, ben de hep ‘buradayım’ dedim.”
Anamın öğretmenliği sessizdi ama etkiliydi.Diploması yoktu ama biz onun öğrencisiydik. Ve hâlâ bazı sabahlar, içimden yoklama alıyor:“Bugün sabır var mı?” “Şefkat hazır mı?” “Gözle görme becerisi yerinde mi?”
. BÖLÜM: MÜFREDATSIZ MÜFREDAT – “Anamın Sertifikası Yoktu, Ama Sertifikalı Bilgisi Vardı”
Anamın bilgisi diploma değil doğrudan deneyimdi. Tıp bilmezdi ama hangi ot neye iyi gelir, hangi bakış hangi yarayı açar—hepsini bilirdi.Bir gün başım ağrıdı, bana nane limon değil, “gel biraz sus” dedi.Meğer sessizlik de bir tedaviymiş. Ben ağrıyı kafamda sanırken, o kalbimde buldu.
Evdeki ilaç dolabı yoktu ama “dolap üstü kavanozlar” vardı.
İçinde kekik, çörek otu, sabır, biraz da “senin inadına iyi gelir” cümleleri. Bir gün öksürdüm, bana bal vermedi. “Senin derdin boğazda değil, içindekini söyleyememekte,” dedi.O an anladım: anamın reçetesi konuşmak değil, anlamaktı.
MAHALLEDEKİ REHBERLİK SERVİSİ
Mahalledeki kızlar ona danışırdı. Adet göreni bir köşeye çeker, “Bak, bu senin gücündür,” derdi. Kimseye anlatmazdı ama herkes ona anlatırdı. Bir gün biri geldi, “Teyze, ben galiba âşık oldum,” dedi. Anam baktı, gülümsedi: “Galiba değil, kesin. Çünkü gözle-rin tarif vermiyor, doğrudan pişiriyor.”
Kimi annesinden utanırdı. Ben annemin karşısında çıplak bile utanmazdım. Çünkü onun bakışı örtü olurdu, sözü kalkan.Bir gün yanlışlıkla saçımı çok kısa kestirdim, ağladım. Anam baktı, “Saç değil, senin cesaretin kısalmış,” dedi. Sonra bana bir toka verdi, “Topla kendini,” dedi.
SON DERSİN ARDINDAN – “YOKLUĞUYLA ÖĞRETEN”
Anam şimdi yok. Ama aynaya baktığımda, vücudumu hâlâ onun cümleleriyle anlıyorum. Hâlâ çamaşır asarken onun ritmini yapı-yorum. Suyun sıcaklığını onun eliyle ölçer gibiyim. Bir gün bulaşık yıkarken tabak kırıldı, “Anne olsaydı ne derdi?” diye düşün-düm.Muhtemelen, “Kırıldıysa kırıl, ama dağılma,” derdi.
Ve şimdi ben, Annemin bana öğrettiğini kelimeye döküyorum.
O hiç okuma yazma bilmedi ama Ben onun adına yazıyorum.
Çünkü onun bilgisi sessizdi ama kalıcıydı. Yazılmadı ama kazındı.
ŞİİR – SABIRLA ÖĞRETEN
Anam yazı bilmezdi
Ama gözle yazardı defterime
Bedenimi susarak anlatırdı
Sesiyle değil, nefesiyle öğretirdi
Her utanmayı, her merakı
Bir gülüşle ehlileştirird.
Benim öğretmenim yoktu kağıtta
O, etle kemik arasında bir bilgiydi
Ve şimdi ben,
Onun sessizliğini ses yapıyorum.
DEVLETİN KAPISINDA DURAN UMUT – “AYAĞIN YERE BASIYOR” MESELESİ
Emine büyüdü. Olukpınar’ın taşlı yolları hâlâ hayalinde, ama artık başka bir mesele vardı: babası yaşlanmış, gözleri Emine’ye dönmüştü. Emine, “Ben bakarım” dedi. Kalbiyle, sesiyle, sabrıyla, sevgisiyle. Devletin kapısına gitti. Dilekçesini yazdı, imzasını attı. Memur baktı, sonra bir cümleyle dünyasını yıktı: “Sen engellisin, bakamazsın.” Emine içinden “Benim kalbim sağlam!” dedi ama dışarıya suskun kaldı.
Yetmedi. Engelli maaşı için başvurdu. Bu kez başka bir memur, başka bir cümle: “Ayağın yere basıyor, maaş alamazsın.” Emine o an düşündü: “Ayağım yere basıyor ama hayalim göğe çıkıyor..” Mizahı da eksik etmedi. Eve dönünce komşuya dedi: “Devlet beni uçan kuş sayıyor, maaş vermiyor.” Komşu güldü, Emine yazdı.
Her cevapsız başvuru, bir satır oldu defterinde. Her reddedilen dilekçe, bir karaktere dönüştü hikâyesinde. Devletin kapısında umut beklerken, Emine kendi iç kapısını araladı. “Ben anlataca-ğım” dedi. “Ben yazacağım.” Çünkü onun engeli yürüyememek değil görülmemekti. Ve görülmek için kelimeye sarıldı.
Köyde rüzgâr estiğinde, Emine pencereyi açar, defterini koyar, serçelere okurdu. Belki devlet duymadı ama kavaklar duydu, bö-cekler duydu, kelimeler duydu. Emine’nin sesi artık sadece köyde değil kelimede yankılanıyordu.
PENCERE KENARINDA KURULAN ÜNİVERSİTE – HAYALİN FAKÜLTESİ
Emine Sezgin’in üniversitesi pencereydi. Köydeki taş evin doğuya bakan camı, onun kampüsüydü. Sabah güneş vurunca ders baş-lardı. Kavakların hışırtısı felsefe olurdu, serçelerin kavgası sosyo-loji. Karşıdaki dut ağacında bir sincap belirse, Emine onu psikolo-jiye bağlardı: “Bak, stresli gız, cevizini saklayamıyor.” Yaşıtları şehirde fakülteye giderken Emine defterine giderdi. Her gün yeni bir bölüm açardı: “Hayalcilik 101”, “İçsel Direniş ve Toplumsal Görünmezlik”, “Kalemle Yürüyüş Teknikleri.”
Köydeki çocuklar onun yanına gelir, “Sen ne yazıyorsun?” derdi. Emine gülümserdi: “Ben kendimi yazıyorum gız.”
Bir gün komşunun oğlu geldi, elinde üniversite broşürü. “Senin gibi biri okuyamaz,” dedi. Emine defteri kapattı, ama içini değil. O gece pencereye oturdu, ay ışığında yazdı: “Benim üniversitem gökyüzü, hocam rüzgâr, sınavım sabır.”
Köydeki böcekler bile onun öğrencisiydi. Bir karınca yuva taşır-ken, Emine not aldı: “Azim dersi.Bir gün pencere kenarında ya-zarken, rüzgâr sayfayı çevirdi. Emine gülümsedi: “Demek ki geç-tim bu dersten.”
Onun için üniversite bir bina değil, bir bakıştı.
Ve o bakış, her sabah pencereyi açtığında yeniden başlıyordu.
ENGELİN TUTANAKLA ÖLÇÜLDÜĞÜ GÜN – “BEN BİR OTO LASTİĞİNE ENGEL OLMUŞUM ÇOK MU?”
Emine Sezgin sabah erkenden pencereyi açtı, güneş yüzüne vurdu, rüzgâr saçlarını karıştırdı. Bugün köy minibüsüne binecekti. Hedef: ilçe kütüphanesi. Ama kaderin mizah anlayışı yine devre-deydi. Emine rampadan inerken, tekerlekli sandalyesi bir oto las-tiğine hafifçe dokundu. Polis geldi, olay yeri inceleme gibi baktı. Tutanak tutuldu: “Engelli vatandaş, aracın hareketini engellemiş-tir.” Ceza yazıldı. Emine gözlüğünü düzeltti, kalemini çıkardı, defterine not aldı: “Ben bir oto lastiğine engel olmuşum çok mu? Devlet ömrüme engel oldu, onun tutanağını kim tutacak?”
Komşu Ayşe duyunca kahkahayı bastı: “Emine, senin engelin mizah gız!”
Emine gülümsedi ama içi ciddiydi. “Ben bu olaydan birim kura-cağım,” dedi. “Adı: Gönül Engelleri Tespit Müdürlüğü.”
Her gün karşılaştığı engelleri listeledi:
- Rampasız bakkal
- Merdivenli muhtarlık
- “Sen yapamazsın” diyen gözler
- “Senin için zor olur” diyen cümleler
Ama Emine’nin hırsı bu listeyi yakacak kadar sıcaktı.O gün mini-büse binemedi ama kelimeye bindi.Defterine yazdı: “Ben yürü-yemem ama yürütürüm gız; kelimeyi, fikri, sistemi.” Ve o oto lastiği, romanın ilk sembolü oldu: Küçük bir çarpışma, büyük bir uyanışa dönüştü.
Emine Sezgin, devletin engelli personel kontenjanına başvurdu. Dilekçesini yazdı, imzasını attı, umutla bekledi. Sonunda cevap geldi: “Engel oranınız fazla.” Emine gözlüğünü düzeltti, defterini açtı ve içinden şöyle dedi: “Ben fazla değilim gız, sadece deri-nim.”
Ama pes etmedi. Köydeki arcılardan yardım istedi. İki eçi, bir kertenkele ve komşunun horozunu yanına alıp hastaneye gitti. Doktor şaşkınlıkla sordu: “Bu nedir?” Emine cevapladı: “Engel oranımı düşürmeye geldim; mizahla, doğayla, toplumsal destekle.” Keçi “meee” dedi, horoz geç öttü, kertenkele taşın altına kaçtı. Doktor gülümsedi, sonra raporu yazdı: “Engel oranı düşürüldü. Sebep: toplu mizah terapisi.”
Emine engelli kontenjanına yeniden başvurdu. Bu defa kurum, aykü testi istedi. Emine teste girdi, soruları okudu, cevapları yaz-dı. Kısa süre sonra sonuç geldi: “Aykü testiniz kurum standartla-rının üstünde. Sizi alırsak algoritmamız çöker.” Emine defterine şu cümleleri düştü: “Ben bir oto lastiğine engel olmuşum çok mu? Şimdi de algoritmaya engel oldum. Devletin sistemine mizah vi-rüsü gibi girdim gız!”
Komşu Ayşe bunu duyunca kahkahayı bastı: “Emine, senin enge-lin değil zekân olay olmuş!” Emine ise sadece gülümsedi ve dedi ki: “Ben yürüyemem ama sistemi yürütürüm gız.”
EMİNE’NİN KURUM ÇÖKERTEN CV’Sİ – “ALGO-RİTMAYI YIKMAYA GELDİM”
Emine, engelli personel kontenjanına ikinci kez başvurdu. İlk başvuruda “engel oranınız fazla” denmişti. Bu defa oranı düşür-mek için köydeki tüm canlıları seferber etmişti, ama sistem yine şaşırmıştı. Şimdi ise sıra zeka testindeydi.
Kurumdan gelen yazıda şöyle deniyordu: “Zihinsel yeterlilik testi uygulanacaktır. Sonuçlar algoritmik dengeye göre değerlendirile-cektir.”
Emine teste girdi. Sorular bir bir sıralandı: “Bir tren saatte 80 km hızla giderse, 3 saatte kaç kilometre yol alır?” Emine cevapladı: “Benim trenim hayal gücüyle çalışıyor, hızını kalem belirler.” Ardından gelen soru ise: “Bir grup çocuk 12 elmayı paylaşırsa, kişi başı kaç elma düşer?” Emine yazdı: “Ben elmayı paylaşmam, hikâyeyi paylaşırım.”
Testin sonunda sistem kilitlendi. Kurumdan gelen son mesaj ise şöyleydi: “Aykü testiniz kurum standartlarının üstünde. Sizi alır-sak algoritmamız çöker. Bu nedenle başvurunuz reddedilmiştir. Not: Lütfen bir daha başvurmayınız. Ek not: Lütfen bir daha yaz-mayınız.”
Emine defterini açtı ve yazdı: “Ben bir oto lastiğine engel olmuş-tum, çok mu? Şimdi de algoritmaya engel oldum. Devletin siste-mine kelimeyle sızdım. Yürüyemem ama sistemi yürütürüm.”
Komşular duyunca fısıldaştı: “Emine işe giremedi ama sistemden çıktı. Artık CV’si değil, manifestosu var.”
EMİNE’NİN DERNEK HAMLESİ – “KOVULDUM, KURUL-DUM”
Emine, zeka testinden sonra sistem tarafından reddedildi ama bu onun için son değil başlangıçtı. Köy kahvesine gitti, masaya otur-du ve defterini açtı. Başlık attı: “Kurumdan Kovulanlar Derneği – K.K.D.”
İlk üyeyi hemen buldu: Muhtarın yeğeni, KPSS’de 1 netle elen-mişti. İkinci üye Kasap Halil, “Et fiyatlarıyla algoritma çökerttim” diyordu. Üçüncü üye Ayşe Teyze ise “Benim sabrım kurumun sabitlerini bozdu,” diyerek başvurdu.
Emine dernek tüzüğünü yazdı:
1. Her üye en az bir sistem çökertme girişiminde bulunmuş olma-lıdır.
2. Mizah, resmi dil olarak kabul edilir.
3. Devlet dairesine giren herkes, önce kahkaha atmalıdır.
4. CV yerine “Hayal Dosyası” sunulur.
5. Reddedilmek, üyelik onayı sayılır.
İlk etkinlikleri “Algoritma Anıtı’na Çiçek Bırakma Töreni”ydi. Emine, eski yazıcının üstüne bir karanfil koydu ve yanına şu notu iliştirdi: “Seni yendik. Mizahla.”
Kurumdan gelen son mesaj ise şöyleydi: “Dernek faaliyetiniz sistemsel dengesizlik yaratmaktadır. Lütfen mizahı azaltınız.”
Emine ise cevabını yazdı: “Ben mizahı azaltmam. Benim mizahım, sistemin sigortasıdır.”
EMİNE’NİN HAYAL DOSYASI – “CV’SİZ GİRİŞ, HAYALLE SIZIŞ”
Emine, “Kurumdan Kovulanlar Derneği”nin logosunu çizdi: Bir sandalye, üstünde boş bir CV ve altında “Hayal Dosyasıyla Geli-niz” yazıyordu. Sonra kendi dosyasını hazırladı. Kapak sayfası: “Emine Sezgin – Sistemle Mizah Üzerinden Mücadele.” Alt başlık ise: “Yürüyemem ama yürütürüm.”
İçindekiler bölümü şöyleydi:
1. Oto lastiğiyle çarpışma anı
2. Aykü testini çökerten cevaplar
3. Keçi destekli oran düşürme operasyonu
4. Algoritma Anıtı’na çiçek bırakma töreni
5. Mizah terapisiyle kamu dengesini bozma
Dosyayı kuruma gönderdi. Kurumdan gelen ilk tepki: “Bu belge resmi değil.” Emine cevapladı: “Ben de resmi değilim. Benim varlığım, sistem dışı bir şiirdir.” İkinci tepki: “Bu belgeyi kim onayladı?” Emine: “Hayal kurulu. Başkan benim, üyeler umut.”
Kurumun algoritması yine kilitlendi. Sistem içinden bir ses du-yuldu: “Bu kişi alınırsa, kurumda kahkaha başlar.” Emine defteri-ne yazdı:
“Ben belgeyle değil etkiyle başvuruyorum. CV değil hayal dosyası sunuyorum. Sistemi değil insanı hedef alıyorum.”
Komşular fısıldaştı: “Emine işe giremedi ama hikâyeye girdi. Artık onun adı, sistemin …
“Aykü testinde algoritmayı çökerttim. Kurum bana ‘üst sınırda-sın’ dedi. Ben de ‘üstüme alınmam, üstüne yazarım’ dedim.”
Üçüncü cümle:
“CV yerine hayal dosyası sundum. Kurum ‘Bu resmi değil’ dedi. Ben de ‘Ben de değilim zaten’ dedim.”
Seminerin sonunda herkes ayakta alkışladı. Muhtar bile gözlüğünü çıkarıp “Bu kadın sistemin parantezini kapattı,” dedi. Kasap Halil defterine not aldı: “Et değil espri satılmalı.”
Emine kürsüden indi, defterine yazdı:
“Ben yürüyemem ama anlatırım. Engel değil espriyle geçilir. Ku-rumlar duvarsa, mizah merdivendir.”
Madde 10: Emine’nin Kamuya Girişi – “Sistemi Almadılar, Ben Sistemi Aldım”
Emine üçüncü kez başvurdu. Bu defa ne oran vardı ne aykü testi, ne CV, sadece bir dilekçe:
“Ben geldim. Siz almazsanız, ben sizi alırım.”
Kurum şaşırdı. Dilekçeyi açtı, içinde bir şiir vardı:
“Yürüyemem ama yürütürüm. Engel değilim, espriyim. Sistem değilim, sistemin aynasıyım.”
Kurumun algoritması titredi. Sistem içinden bir ses duyuldu: “Bu kişi alınırsa, kurumda kahkaha başlar. Kahkaha başlarsa evraklar dans eder. Dans ederse memurlar ritim tutar. Ritim tutarsa, disip-lin bozulur.”
Emine defterine yazdı: “Ben disiplin değilim devinimim. Kamuya girmedim, kamuya kelimeyle sızdım. Sistemi almadılar, ben sistemi aldım.”
O gün kurumun giriş kapısına bir not asıldı: “Emine Sezgin bu binaya alınmamıştır. Ancak etkisi binanın duvarlarında yankılan-maktadır.”
Komşular fısıldaştı: “Emine işe giremedi ama sistemin iç sesi oldu. Artık onun adı, kurumun kahve molasında geçiyor.”
EMİNE’NİN DEVLETLE SON DİYALOĞU – “BEN EVRAK DEĞİL EFSANEYİM”
Emine kurumdan gelen son mektubu aldı. Zarfı açtı, içinden şu cümle çıktı:“Başvurunuz sistemsel uyumsuzluk nedeniyle redde-dilmiştir. Not: Mizahınız algoritmik dengeyi bozmuştur.”
Emine gözlüğünü düzeltti, defterini açtı, cevap yazdı:
“Ben sistemle uyumlu değilim çünkü ben sistem değilim. Ben evrak değilim, efsaneyim. Sizin formunuzda yerim yok ama halkın hafızasında yerim var.”
Kurum şaşırdı. İçeriden bir memur fısıldadı: “Bu kadın dilekçeyle değil dilekle başvuruyor.”
Başka bir memur: “Evrakları değil, evreni dolduruyor. Emine köy meydanına çıktı. Elinde bir dosya vardı, içinde sadece bir cümle: “Ben yürüyemem ama anlatırım. Engel değilim, anlatıyım. Kamuya alınmadım ama kamuya dönüştüm.”
O gün köyde bir söylenti yayıldı: “Emine işe giremedi ama sisteme girdi. Artık kurumlar onun adını fısıltıyla anıyor. Ve her evrakın kenarında bir gülümseme beliriyor.”
EMİNE’NİN DEFTERİ – “BEN EVRAK DEĞİL, EFSANE-YİM”
O gece sessizlik köye çöktüğünde Emine defterini açtı. Sayfalar doluydu; başvurular, retler, oranlar, testler, keçiler, horozlar, algo-ritmalar, kahkahalar. Ama son sayfa hâlâ boştu. Kalemini aldı, düşündü, sonra yazdı: “Ben yürüyemem ama yürütürüm. Ben başvurmadım, başlattım. Ben evrak değilim, efsaneyim. Sistemi geçemedim ama sistemi geçersiz kıldım.”
Defterin kenarına bir not düştü: “Bu belge resmi değildir. Ama halkın hafızasında mühürlüdür.”
Ertesi sabah köy meydanına bir afiş asıldı: “Emine Sezgin – Ka-muya alınmadı. Ama kamu onunla yeniden tanımlandı.”
Muhtar gözlüğünü düzeltti, fısıldadı:“Bu kadın dilekçeyle değil dilekle başvurdu. Ve biz onu değil onun hikâyesini işe aldık.”
Kasap Halil etiket değiştirdi: “Et değil, espri satılır.”
Ayşe Teyze çaydanlığa not yapıştırdı: “Demli değil, derin.”
Emine defterini kapattı. Ama hikâyesi açık kaldı.
MUHTAR HÜSEYİN KA DEDEM
Yangın sonrası köy harabeye dönmüştü, 62 köyümüz, 36 ev yan-mıştı.
Dedem Hüseyin Ka, üç çocuk babasıydı, evi arı gibi işlerdi.
Evler yeniden yapılmaya başlandığında dedem iki jandarma alarak köyün ara yollarını yaptırdı, bir yandan da yangında yanan çamaşır iplerini bile yeniden gerdi.
Köyde cenaze olduğunda ilk o koşardı, mevlitlerde sofrayı kurar, düğünlerde davulcuyu ayarlardı.
Çocuk doğduğunda kutlama için köy meydanına sandalye dizdi-rir, kimse gelmezse bile yanına çocukları oturtup "kalabalık olur" derdi.
Kapanan yolları açtırır, imeceyle köy arığını temizletirdi, ama bazen imeceye gelmeyenlere gönül koyup ertesi gün onlara çay bile vermezdi.
Köy okulunun odununu temin eder, öğretmene çay götürürdü, hatta bazen çayla birlikte dedikodu da taşırdı.
Ama herkes bilirdi, Hüseyin Ka varsa köy dağılmazdı.
M
OLLA HÜSEYİNLERDEN DİĞER DEDEM
Ağzı dua, eli odun tutardı. Köyde bir mesele varsa önce ona soru-lur, sonra çay demlenirdi. Ağzından çıkan laf sadece dua değil, neredeyse tapu senedi gibiydi. Mevlitte Kur’an okurken sesi öyle bir titrerdi ki, çocuklar bile susup dinlerdi (gerçi arada biri “ne zaman yemek?” diye fısıldardı ama olsun).
Düğünlerde gençleri usulca yönlendirirdi, ama öyle gürültüsüz yapardı ki, damat bile kimin kulağını çektiğini anlamazdı. Çocuk doğduğunda “Adını ben koyayım” derdi, ama bazen isim öyle olurdu ki çocuğun lakabı daha doğmadan belli olurdu.
Köy arığına elini sokar, suyun yönünü değiştirirdi, ama su da ina-dına ters akardı. “Bu arıkta benim elim var” dediğinde, kimse tartışmazdı çünkü elini değilse de bastonunu yerdi. Eşeğini yükle-yip dağdan odun getirirdi, eşek zaman zaman yolda otururdu ama dedem asla pes etmezdi: “Oturuyorsa düşünüyordur” der, saygı duyardı-
MUHTAR HASAN ARSLAN AMCAMIZ Bağkur’un Gölgesin-de Bir Efsane
Muhtar Hasan Arslan, 20 yıl boyunca sadece muhtar değil, köyün yürüyen dilekçesiydi. O konuşmazdı ama belediye onun cümlele-rinden korkardı. Köy halkının değişimi onun döneminde başladı, ama değişim o kadar sessizdi ki fark eden ilk kişi hâlâ aranıyor. Kimi diyor "internetten sonra geldi bu değişim", oysa Muhtar Hasan çoktan herkesi Bağkura yazdırmıştı—hem de kimseye çak-tırmadan, sanki sabah çayıyla karıştırıp içirmiş gibi.
Cenazede sessizce dua ederdi, ama öyle bir içtenlikle ki, mezar-lıkta bile sinyal çekmeye başlardı. Mevlitte “Allah kabul etsin” derdi ve herkes o an gerçekten kabul olduğuna kanaat getirirdi. Düğünlerde sandalyeleri dizdirirdi, öyle nizami dizilirdi ki NATO standardı gibi oturulurdu. Hatta rivayet olunur, damat ilk sandal-yeye oturunca resmi evlilik başlamış sayılırmış.
Yeni doğan bebeklere önce “Gözünüz aydın” sonra hemen “Bağkur’a kaydını unutmayın” derdi. Doğum belgesinden önce SGK formu doldurttuğu da olmuştur. Kapanan yolu belediyeye dilekçeyle açtırırdı, o dilekçede imza yoktu—çünkü imzayı kal-biyle atardı. İmeceyi öyle bir düzenlerdi ki, köy halkı katılmadı-ğında içini kemiren vicdan değil, Muhtar’ın bakışı olurdu. Köy arığını temizletirdi ama önce arıkla konuşur, “Bak temizleniyorsun, kıymet bil” derdi. Arık da bir süre taşmazdı, saygıdan.
Okulun odunu için köylüden para toplardı ama kimse "Ben ver-dim" demezdi çünkü Muhtar’ın karşısında o cümle kurulmazdı. Bazen ısınan sadece soba değil, köylünün vicdanı olurdu.
Efsane mi? Belki. Bağkur’un gölgesinde, çayın kıyısında,
Dilekçesi cebinde, bakışı belediyeden sert, O hep oradaydı: Muh-tar Hasan Arslan Amcamız.Sıradaki sandalyeyi onun için boş bırakıyoruz.
MUHTAR HİLMİ ŞİMŞEK Köyün Temizlik Kahramanı
Muhtar Hilmi Şimşek, 20 yıl boyunca sadece muhtar değil, köyün resmi temizlik denetmeniydi. Onun döneminde köyler öyle terte-miz oldu ki, misafirler ayağını bile yere koymadan "Burada te-mizlik var!" diye bağırmaya başladı. Cenazelerde mezar yeri kaz-dırmak mı? O işi bizzat yapardı, kürek elindeyken “Çabuk, toprak da temizlik ister!” derdi.
Mevlitte sadece dua etmekle kalmaz, ses sistemini kurdururdu ki herkes sesini rahatça duyabilsin, "Temizlik önemli" mesajı her köşeye ulaşsın. Düğünlerde "Temizlik önemli" diye sürekli hatır-latırdı, neredeyse gelinle damadın temizliği kontrol etmek için gizli ajan tutacakmış gibi.
Çocuk doğduğunda “Temiz suyla yıkayın” der, eline su şişesini alıp “Buraya bir damla bile toprak girmeyecek!” diye temizlik talimatı verirdi. Kapanan yolu açtırmak için iş makineleri getirirdi; iş makinesi dediysek traktör değil, gerçek canavarlar—köyün traktörü bile selam dururdu.
İmeceyi asla yarım bırakmaz, düzenli yapar, köy arığını her yıl temizletirdi. Çünkü ona göre “Kirli arık, kirli ruh getirir.” Okulun odununu temin etmek için ormandan izin alırdı, ormanın kendisi bile onun temizlik seferberliğine “Tamam abi, yetki sende!” derdi.
Muhtar Hilmi için temizlik bir yaşam tarzıydı; süpürgeyi elinden bırakmaz, süpürge sapı kadar disiplinliydi. Efsane mi? Belki. Ama köyün en temiz muhtarı olduğu kesin, ve temizlik onun krallığının altın tacıydı.
Köyün sokaklarında rüzgar değil, temizlik kokusu esiyordu—bir sandalye boşsa, orası Muhtar Hilmi’nin temizlik tahtıydı.
MUHTAR RAMAZAN GÖKKÖYÜN SU PERİSİ VE SOSYAL MEDYA ŞEFİ
Genç, dinamik ve çalışkan Muhtar Ramazan Gök, iki dönemdir köyün nabzını tutuyor. “Su hayattır” diyerek başlattığı su bulma seferberliği, köylüye o kadar yayıldı ki, köyde çeşme başında sı-raya girenler selfie çekip #SuHayattır etiketiyle paylaşmaya baş-ladı. Cenazede gençleri organize eder, “Herkes tam zamanında gelsin, dua hızı kesilmesin” diye grup chat’te hatırlatmalar yapar.
Mevlitte “Herkes dua etsin” der, bu kez herkesin WhatsApp’ta dua sesli mesajı paylaştığı bir kampanya başlatır. Düğünlerde “Gençler eğlensin ama taşkınlık olmasın” uyarısı yapar, çünkü Ramazan’ın düğünleri Instagram canlı yayınına dönüşmüş, taşkın-lık olursa #DüğündeSakinlik hashtag’i patlar.
Çocuk doğduğunda “Su varsa hayat vardır” der ve yeni doğan bebeklerin su faturalarını bile takip ettiği dedikoduları dolaşır. Kapanan yolu açtırmak için belediyeyle birebir görüşür, WhatsApp üzerinden belediye başkanına mesaj atarak motivasyon sağlar.
İmeceyi sosyal medya grubundan duyurur, “Herkes katılsın, yoksa story’de sansürlerim!” diye şaka yapar. Köy arığını drone ile kontrol ettirir, drone görüntülerini canlı yayınlar ve “Arık temiz, drone temiz, Ramazan temiz” sloganı köyde trend olur. Okulun odununu temin etmek için sponsor arar, sponsorlar Instagram’da reklam yapar, köy halkı da bu reklamları takip edip “Destek ol!” diye yorum yağdırır.
Muhtar Ramazan, köyü sadece yönetmiyor, köyün dijital kahra-manı olarak tarihe geçiyor; sosyal medya hesabı olmasa köy eksik kalır, su gelmese hikâye yarım kalırdı. Su gibi hayat, Ramazan gibi genç, enerjik ve her an “Hadi bakalım, iş başına!” diyen biri işte!
HÜSEYİN DEDEMİN EVİ – ARI GİBİ VIZILDAYAN MER-KEZ
Hüseyin Dedemin evi köyün tam ortasında, arı kovanı misali bir uğultu kaynağıydı. Ev öyle bir çalışırdı ki, içerideki arılar gibi herkes sürekli meşguldü; biri kahve demler, diğeri sohbet eder, bir başkası kapı çalar, biri girer, diğeri çıkar; ama sessizlik? O kelime o evin sözlüğünde yoktu. Evin altında gizli bir oda vardı, “misafir odası” derlerdi ama aslında köyün resmi “dedikodu ve hayat soh-beti merkezi”ydi. Dışarıdan gelen misafirler, önce oraya uğrama-dan yola devam edemezdi; çünkü Hüseyin Dede’nin odayı ısıtan sohbetleri, köyün haberleşme sistemi gibiydi.
Köylüler akın akın toplanır, kimi sıcak çayını yudumlarken, kimi derdini döker, kimi de sırf dedikodu tazelemek için gelir, yanında da azıcık kahkaha takardı. Sohbetin kıvılcımı yükseldikçe, odada-ki enerji patlamaya hazırlanır, köyün haberleri fısıltıyla başlayıp kahkahayla taçlanırdı.
Gecenin sonunda herkes usulca evine çekilir ama o odada kalan o sıcaklık, hafiften karnınızı doyuran mis gibi çay kokusu ve “yarın ne var ne yok?” dedirten o dedikodu dalgası sabaha kadar köyün sokaklarında yankılanmaya devam ederdi. Hüseyin Dedemin evi, köyün kalbi, arı gibi vızıldayan, hep çalışkan, hiç durmayan bir efsaneydi!
MOLLA HÜSEYİN DEDEM – Süleyman Sezgin’in Evi: Köyün Multitasking Merkezi
Süleyman Sezgin Dedemin evi, köyün “her derdin devreye girdi-ği” yerdi, misafir kapısı hiç kapanmazdı, derdini anlatacak, şifa bulacak, hatta bazen keçi ya da dişiyle ilgili kriz çözülecekti çünkü burası sıradan ev değil, multitasking üssüydü.
Birinin keçisi kaybolursa, hemen “Kurt ağzı bağlatacağım” diyerek dedeye koşulurdu. Dedem de ciddiydi, ama o kurt konuşsa, ondan bile daha iyi ikna ederdi sanırsın! Keçinin ayağı kırılınca, önce keçiye sonra sahibine moral verirdi; çünkü “bi’ keçi bu kadar üzüntüyü hak etmez” felsefesinin sahibi oydu.
Diş ağrısı mı? Orası ayrı konu! Dedem sadece hoca değil, köyün en maharetli terzisiydi aynı zamanda; eli çıra tığına alışkındı, yün çorap örerken dualarını eksik etmezdi—düşünsene, elleri hem dua eder hem ilmek atardı, tam anlamıyla “şifa + sanat” birleşimiydi.
O evde sadece şifa değil, kıvım da vardı; dedem hem köyün aklı hem eli olmuştu, bir yandan sorulara cevap verirken diğer yandan iplikleri örer, köyün tüm dertlerini hem çözüm hem dikişle sarardı. Süleyman Sezgin Dede’min evi, köyün “çözüm ve kıvım fab-rikasıydı!
EKİMDEN HAZİRANA – KAMYONLARIN KIVIMI
kim ayı gelince köy yolları bambaşka olurdu gız, sabah uyanırdık, tozlu yolda kamyonlar sıraya girmiş, her biri dolu dolu: buğday, nohut, umut... Kamyonlar köye öyle bir girerdi ki sanki düğün alayı geliyor, motor sesi değil, bereket sesi yankılanırdı.
Dedem “Bu yıl nohut iyi tuttu” derdi, ambarlar dolup taşar, çuval-lar üst üste dizilir, köylüler sırayla gelir, tartar, biçer, hesap ederdi ama satış hemen olmazdı gız, hazirana kadar bu kıvım sabırla sürerdi.
Her ay bir kamyon gider, bir kamyon gelir, köy meydanında fiyat-lar konuşulur, kahvede hesaplar tutulurdu; haziran gelince son çuval satılırdı ve biz bilirdik ki buğdayın kıvımı sadece ekmekte değil, köyün ritminde saklıydı.
Fadime doğduğunda köyde kimse onun yürüyemeyeceğini bilmi-yordu, ilk adımı atamadığında herkes “geç yürür” dedi ama zaman geçmedi, Fadime yürüyemedi; okula gitmek için kardeşinin sırtında taşındı, tuvalet okulun arkasındaydı ama onun için başka bir gezegendi. Öğretmen “engel yoktur, tembellik vardır” dedi, Fadime defterine yazdı: “Ben tembel değilim, sadece rampası-zım.”
Yani anlayacağın, köyde işler tozlu yollar kadar karmaşık ama her çuvalda, her adımda umut var; bir yandan kamyon sesleri bereket çalıyor, diğer yandan küçük Fadime kendi ritmini buluyor—rampasız ama asla pes etmeyen.
GENÇLİK – “SINAVLAR, SIRALAR VE SİSTEM”
Liseye başvurduğunda bina üç katlıydı, asansör yoktu, müdür “üst katı kapatırız” dedi ama kapatmadı; Fadime sınıfı değiştirdi ama sistem değişmedi. Üniversite sınavında ek süre verilmedi, tuvalet molası istediğinde “süre biter” dendi; Fadime sınavı geçti ama sistem sınıfta kaldı.
Yani anlayacağın, bina üç katlı, asansör yok ama pes yok, müdür laf çok ama çözüm az, sistem hep aynı eski şarkıyı çalıyor; sınavda ek süre yok, tuvalette mola yok, hayat ise hala rampasız ve eğimli.
“PLAJDA RAMPASIZLIK, GÜNEŞTE DİRENİŞ – Emine’nin Tatil Günlüğü”
Emine deniz görmek istedi; maviliğe değil, biraz da özgürlüğe bakmak için. Otel “engelli dostu” dedi ama o dostluk resepsiyon-da kahveyle birlikte servis edildi ve sonra buharla uçtu. Rampayı gösterdiler, ama rampanın sonu duvara çıkıyordu—sanki “özgür-lük burada biter” tabelası eksikti. Emine gözlerini kıstı, “Bu rampa mı, labirent mi? Yoksa bana özel bir kaçış oyunu mu tasarladınız?” dedi.
Plaja indiğinde şezlonglar ona sırtını dönmüştü. Kumda ilerlemek, sanki çöl geçmek gibiydi. Ama Emine yılmadı. Şezlonga ulaşa-madı belki ama güneşe ulaştı. Güneş, onun inadını görünce gü-lümsedi ve fısıldadı: “Sen geldin mi, ben doğarım.”
O an Emine defterini çıkardı, güneş kremiyle değil, kelimelerle korundu. Yazdı:“Ben denize giremedim, ama dalgaları güldür-düm. Şezlonglar sırtını döndü, ama ben gökyüzünü kucakladım. Tatil değil, direniş yaptım.”
Altına bir not daha ekledi:“Engelli dostu olmak, rampayla bitmez. Bazen bir bakış, bazen bir anlayış, bazen sadece yer açmak yeter. Ama ben yer açılmasa da kendime gökyüzünde yer bulurum.”
RAMMPASIZ KALP, DÜZ YOKUŞLU SEVDA”
Emine birini sevdi. O da sevdi ama “Seninle yürüyemem,” dedi.
Fadime gözlerini devirdi, “Ben zaten yürümüyorum, sürükleniyo-rum,” dedi. “Yokuş aşağı, fren patlamış kamyon gibi.”
İlk buluşmalarında gittikleri kafenin girişi merdivenliydi. Fadime sandalye istedi. Garson, menüye bakmadan “Rezervasyon yoksa sandalye de yok,” dedi.
Emine, “O zaman bana bir ‘kalp kırığı’ ve yanına da ‘soğuk bir ayran’ getir,” dedi. Garson, ilk kez bir siparişte duygusal hasar yaşadı.
Çocuk, menüye değil, Emine’nin tekerlekli sandalyesine bakıyor-du. “Seninle hayat zor olur,” dedi.
Emine, çantasından çıkardığı aynayı çocuğa tuttu: “Hayat zaten zor, sen sadece dekor olacaktın. Ama bu dekor biraz fazla plastik galiba.”
Çocuk, “Ben seni taşıyamam,” dedi. Fadime, “Ben zaten taşınmak istemiyorum, sadece birlikte yuvarlanmak istiyorum,” dedi. “Ama senin tekerin patlak.”
O gece defterine şunu yazdı: “Ben rampasızım ama duygusuz değilim. Aşkın rampa istemediğini sizden önce ben öğrendim. Kalbim dört çeker, ama bazen çamura saplanıyor. Neyse ki, kendi kendini itebilen bir kalbim var.”
Sonra altına bir not daha düştü: “Bir gün biri çıkacak, rampayı değil beni seçecek. Ve o gün, bu düz yokuşlu sevda nihayet vites büyütecek.”
EMİNE’NİN İŞ BAŞVURUSU
Emine iş başvurusu yaptı, CV’sine “azimli, sabırlı, çözüm odaklı” yazdı; mülakatta gelen klasik soruya, “Engelinizi nasıl avantaja çevirirsiniz?” diye sorulduğunda Fadime tereddütsüz, “Size sabır öğretirim,” dedi. Patronun tebessümü kaçtı, alnında ter damlaları belirdi. “Biz rampasız bir işletmeyiz,” dediğinde Fadime hızlıca, “Ben de sabırsızım ama yine geldim,” diyerek karşılık verdi. Gö-rüşmeden eli boş çıktı ama morali tam doluydu; defterine şu notu düştü: “İşe alınmadım ama kendimi işe yarar hissettim — acaba bu da mesaiye girer mi?”
ASANSÖR YOK, AMA DEDİKODU VAR/Komşuluk Hikâyesi”
Emine apartmana taşındığında ilk karşılaştığı şey bozuk bir asan-sör değil, tam zamanlı çalışan bir dedikodu departmanıydı. Kom-şular, çamaşır ipi gibi gerilmiş meraklarıyla pencereden sarkıp fısıldıyordu: “Bu kız nasıl çıkıyor yukarı?” Emine, alt kattaki ku-laklara seslendi: “Ben çıkmıyorum, siz iniyorsunuz. Düşünce se-viyenizle.”
Bir komşu, kibarlıkla karışık merakla “Engelli ama neşeli,” dedi. Emine gülmedi, patladı: “Siz engelsizsiniz ama neşesizsiniz. Hangimiz daha dezavantajlı, siz karar verin.” Apartmanın duvar-ları bile bu cevaptan sonra ses yalıtımı istedi.
Kapı önü sohbetleri artık sessizdi. Emine, dedikodunun sesini değil, kendi iç sesini dinlemeye başladı. Defterine yazdı: “Ben çıkamadım ama yükseldim. Merdivenleri değil, algıları tırmandım. Asansör yoktu ama karakterim vardı.”
Altına bir not daha düştü: “Komşuluk bazen bir rampadır; seni yukarı taşır ya da aşağı çeker. Ben kendi rampamı kendim kuru-yorum. Beton değil, irade döküyorum.”
. BÖLÜM: DÜĞÜN – “Rampasız Gelin, Rampalı Gönül”
Fadime evlenmeye karar verdi, düğün salonu ikinci kattaydı ama rampa değil, bahane boldu. “Gelin merdivenle iner” dediler, Fa-dime dik durdu: “Ben inersem sistem çıkar.” Davetliler neye uğ-radığını şaşırdı ama davul ‘tak’ deyince halay ‘tık’ etti.
Tekerlekli sandalyesiyle halaya katıldı, ritmiyle değil ruhuyla oynadı. Defterine yazdı: “Ben yürüyemedim ama oynadım — çünkü sevinç rampa tanımaz.”
ADALET RAMPASIZ OLMAZ – Emine’nin Duruşu”
Emine dava açtı. Hakkını aramaya değil, hakkını hatırlatmaya gelmişti. Mahkeme binasında rampa yoktu ama adalet terazisi vardı—ne var ki, bir taraf hep yukarıdaydı, sanki hakka ulaşmak için ekstra çaba gerekiyordu. Hakim, klasik cümlesini kurdu: “Duruşmaya geç kalmayın.” Emine gözlerini kaldırmadan cevap-ladı: “Siz geç kalmışsınız, ben geldim. Hem de rampasız geldim.”
Salonun sandalyesi yoktu, Emine ayakta kaldı ama dik durdu. Fiziksel olarak değil, karakter olarak dimdikti. Avukatlar dosya karıştırırken, Emine içindeki sesi dinliyordu. O ses, mahkeme duvarlarını bile aşındıracak kadar güçlüydü.
Salon susarken Emine’nin iç sesi büyüdü. Defterini çıkardı, kale-mini yas gibi bastırarak yazdı: “Ben hak aradım, rampayı değil. Ama adalet de biraz eğim ister. Düz zeminlerde bile kayabiliyor bazen. Rampasız bir binada, vicdanın merdivenlerini tırmandım.”
Altına bir not daha ekledi:“Engel, beton değil bakış açısıdır. Ve ben bugün, bakışları değiştirmeye geldim.
“KALDIRIM DEĞİL, KIVIM GEREK” & “BEĞENİ DEĞİL, DEĞİŞİM”
Emine belediyeye dilekçe verdi, “Kaldırımlar rampasız,” dedi. Başkan, yüzünde bütçe gibi asık bir ifadeyle “Bütçe yok,” dedi. Emine gülümsedi, “Vicdan bedava,” diyerek cevabı yapıştırdı. Bir hafta sonra kaldırımda bir rampa belirdi—küçük ama eğimli bir devrimdi. Emine geçerken selam verdi, çünkü o sadece dilekçe vermemişti; dilek olmuştu, hem de halkın dilinden düşmeyen cinsten.
Ardından rampasız bir okulun önüne geçti, telefonunu sabitledi, kameraya baktı ve net bir cümle kurdu: “Bu okulda bilgi var ama erişim yok.” Tonu sakindi ama etkisi sarsıcıydı. Video viral oldu, yorumlar yağdı: “Seninle gurur duyuyoruz.” Emine tek kelimeyle cevap verdi: “Gurur değil, görev.” O gün defterine şunu yazdı: “Ben izlenmedim, ben fark edildim. Görünür olmak için bağırma-dım, sadece görünmez olanı gösterdim.”, fark edildim — artık sadece konuşmuyorum, konu oluyorum.”
“BEŞİK RAMPALI, HAYAT RAMPASIZ – Emine’nin Anne Manifestosu”
Emine anne oldu. Beşiği rampalı yaptırdı, çünkü çocuğu dünyaya engelsiz değil, anlayışlı gelsin istiyordu. “Benim gibi olmasın, ama beni anlasın,” dedi. O beşik sadece bir uyku alanı değil, bir farkındalık platformuydu. Günlerden bir gün parka gitti; çocuğu salıncağa binmek istedi, ama Emine salıncağa ulaşamadı. Kum engeldi, kaldırım yüksekti, salıncak ise erişilmez bir nostaljiydi. Belediyeye yazdı: “Salıncak değil, eşitlik istiyorum. Çocuğum oynarken ben dışlanmayayım, birlikte sallanalım.”
Kısa süre sonra parka bir rampa geldi, ardından salıncağın yanına erişilebilir bir alan. Küçük bir değişiklikti ama büyük bir yankıydı. Emine oradan geçerken durdu, gözleri doldu ama gülümsemesi tamdı. Defterini çıkardı, yazdı:
“Ben anne oldum, ama içimde hâlâ o salıncağa binemeyen çocuk var. Şimdi çocuğum salıncakta, ben rampada—ama artık ikimiz de aynı oyunun içindeyiz.”Altına bir not daha ekledi: “Beşiği rampalı yaptım, çünkü hayat rampasız. Ama ben her gün yeni bir eğim inşa ediyorum. Anne olmak, sadece doğurmak değil; bazen yeniden doğmak, bazen eski yaraları yeni gülüşlerle sarmak.”
“KAZA ANINDA İLK IŞIK: HALİL YANAR HOCA”
Akşamın sessizliği, iftar ezanının yaklaşan melodisiyle titriyordu. Olukpınar köyünün üstüne çöken serinlik, sanki zamanı yavaş-latmıştı. Tam o anda... bir çığlık yankılandı. Ne fren sesi vardı ne uyarı—sadece doğrudan gelen, kemik gibi sert bir acı. Emine, engelli aracıyla uçuruma savrulmuştu. Tekerlekler değil, umutlar dönmüştü o an.
İlk yetişen, köyün imamı Halil Yanar oldu. Namazdan çıkalı beş dakika olmuştu; terliği ayağında değil, yüreğindeydi. Koştu. Elle-rini uzattı, sanki dua değil, merhamet taşıyordu avuçlarında. “Sa-kin ol kızım,” dedi, sesi ezan gibi yumuşak, eli bir baba gibi titrek. O an Halil Hoca sadece imam değil, köyün vicdanıydı. Emine’nin gözlerinde korku değil, bir ışık belirdi—çünkü biri gelmişti, sadece yardım etmek için değil, insan olmak için.
Yaraya değil, yüreğe ilk pansumanı yaptı. Acıyı susturmadı ama yanında durdu. O karanlık anda, Emine’nin gözünde Halil Hoca bir ambulans değil, bir umut ışığıydı. Defterine sonra şöyle yazdı:
“Ben uçuruma düştüm, ama biri beni duayla tuttu. O gün anladım: bazen ilk yardım, bir el değil, bir kalptir.
“MUHTARIN OMUZLADIĞI GECE – SESSİZ KAHRAMANLIK”
İmamdan sonra gelen, köyün muhtarıydı. Ne ambulans vardı ne sedye—ama muhtar vardı, eli ayağına dolanmıştı belki ama karar-lılığı yerinden oynamaz bir dağ gibiydi. Emine’yi usulca kucakla-dı, öylece kaldırdı; ama taşıdığı sadece bir beden değildi. Omzun-da Emine’nin geçmişi vardı—çocukluğu, mücadeleleri, rampasız yolları. Çilesi vardı—görmezden gelinen dilekçeleri, duyulmayan sesleri. Ve geleceği vardı—daha erişilebilir bir köy, daha insanca bir yaşam.
Muhtarın gözleri doluydu ama sesi dimdikti. “Emine, buradayız!” dedi. O cümle, sadece bir teselli değil, bir taahhüttü. O gece, kö-yün sokak lambaları bile daha parlak yandı sanki. Çünkü biri, görev tanımını değil, vicdanını omuzlamıştı.
Emine defterine sonra şöyle yazdı: “Beni taşıyan, bir muhtar değil sadece; beni anlayan bir omuzdu. O gece, insanlık rampasızdı ama yürek eğimliydi. Ve ben, o eğimde yeniden doğruldum.”
“ZEYNEP’İN ŞEFKATİYLE TEMİZLENEN YARALAR – AYŞE KUZUM’UN SESSİZ GÜCÜ”
Ambulans, köy yolunda belirdiğinde gecenin karanlığı bir anda yarıldı; siren sesi değil, umut sesi gibiydi. Işık, Olukpınar’ın taşlı yollarına değil, Emine’nin yüreğine indi. O an, ilk dokunan el Ayşe’nin oldu. Sessizdi ama kararlıydı. Yüzünde panik yoktu, sadece “Ben buradayım” diyen bir güven, bir sadelik, bir insanlık vardı. Ayşe, Emine’nin elini tuttuğunda sadece acıyı değil, yalnız-lığı da sardı. Ambulansa binerken eğildi, göz hizasına geldi ve tek bir cümle fısıldadı: “Beraberiz, ne olursa olsun.”
O cümle, Emine’nin içindeki kırıkları birleştiren bir harç gibiydi. O an Emine, sadece yaralı bir beden değil; sahip çıkılmış bir kardeşti artık. Ayşe’nin sessizliği, en gür bağırıştan daha etkiliydi. O gece, Emine’nin yaraları pansumanla değil, şefkatle temizlendi. Defterine sonra şöyle yazdı:
“Beni taşıyan ambulans değil, bir elin sıcaklığıydı. O gece, acıdan değil; sahiplenilmekten ağladım. Çünkü bazen en büyük iyileşme, ‘yalnız değilsin’ cümlesinde saklıdır.” Altına bir not daha ekledi:
“Yara bandı değil, yürek yapıştı üzerime. Ve ben, o yüreğin içinde kendimi ilk kez tam hissettim.”
SAMİ CAN VE KIZI SEVGİ’NİN TAKİBİ – UMUT ARACI
Muhtar ve yeğeni, telaşla arabalarına atladığında köyün taşlı yol-ları bir anda aciliyetle doldu. Peşlerinden Sami Can çıktı; yanında öğretmen kızı Sevgi vardı. O gece, arabaların farları sadece yolu değil, umudu da aydınlatıyordu. İçlerinde korku yoktu, sadece “Yetişmeliyiz” duygusu vardı—sanki zamanla yarış değil, insan-lıkla buluşma çabasıydı.
Sevgi direksiyondaydı. Normalde sınıfta tahtanın önünde duran, çocuklara harfleri öğreten bir öğretmendi. Ama o gece kimse ona “Hocam” demiyordu. Çünkü o anda bir kahramandı. Ellerinde tebeşir değil, direksiyon vardı; ama yön verdiği şey bir hayatın kurtuluşuydu. Gözleri yolda değil, kalpteydi. Her virajda biraz daha yaklaşıyorlardı Emine’ye, biraz daha yaklaşıyorlardı insanlı-ğa.
Sami Can sessizdi ama gözleri doluydu. Kızına bakarken gurur değil, minnet hissediyordu. Çünkü o gece, bir baba sadece yol arkadaşlığı yapmıyor; bir öğretmenin, bir kadının, bir insanın nasıl kahramanlaştığını izliyordu.
Ve o an, Emine’nin defterine yazılacak bir cümle daha doğuyor-du: “Beni takip eden arabalar değil, umuttu. Farlar değil, yürekler aydınlattı yolu. O gece, öğretmen değil kahraman geldi bana.”
ERMENEK’TE BİTEN AMBULANS, BAŞLAYAN İNSANLIK
Hastaneye vardıklarında doktorlar hızlıca ilk müdahaleyi yaptı. Serumlar takıldı, tansiyon ölçüldü, tıbbi terimler havada uçuştu. Herkes görevini yapıyordu ama sonra bir cümle, tüm umutları yere serdi: “Artık ambulans veremeyiz.”
Cümle soğuktu. Sanki buz gibi bir dosya kapağıydı; prosedürle mühürlenmiş, duygudan arındırılmış. O an Emine’nin yanında bekleyenler bir araç değil, bir yürek bekliyordu. Ve o yürek, hiç tereddüt etmeden devreye girdi: Sami Can’ın öğretmen kızı Sevgi. Gözlerinde kararsızlık yoktu, sadece bir tür sessiz isyan. “Ben götürürüm,” dedi. Ne onay bekledi ne açıklama. O cümle, hastane koridorunda yankılandı; sanki bir siren sesi değil, bir umut çağrı-sıydı.
Sevgi direksiyona geçti. Bu kez sınıf tahtası değil, otoyol önün-deydi. Gaza bastı. Konya’ya doğru geceyle yarış başladı. Farlar sadece yolu değil, kaderi aydınlatıyordu. Her kilometrede biraz daha yaklaşıyordu Emine’nin iyileşmesine, biraz daha uzaklaşı-yordu çaresizlikten. Arka koltukta Emine vardı, ama ön koltukta insanlığın en sade hâli oturuyordu.
O gece, bir öğretmen ders vermedi—bir hayat taşıdı. Ve Emine defterine sonra şöyle yazdı: “Ambulans yoktu ama umut vardı. O gece, bir öğretmen beni taşıdı; sadece bedenimi değil, inancımı da. Direksiyonun başında Sevgi vardı—hem isim olarak, hem duygu olarak.”
KONYA’DA GÖZ GÖZ’E GELİŞ – GERÇEĞİN İLK TOKADI
Gece saat birdi. Konya’nın sokakları sessizdi ama Emine’nin içi gürültüyle doluydu. Ambulanssız bir yolculuktan sonra hastanenin kapısına vardığında, zaman durmuş gibiydi. Ne siren sesi vardı ne acil servis telaşı—sadece göz göze gelinen bir an. Kardeşi oradaydı. Gözleri uykusuzdu ama kalbi uyanıktı. Emine’nin göz-leriyle buluştuğunda, kelimeler gereksizleşti. O bakışta ne suçlama vardı ne teselli—sadece çıplak bir gerçek.
İşte o an Emine anladı: Bu sadece bir kaza değildi. Bu, hayatın yönünü yeniden çizen bir dönemeçti. Tekerlekli sandalyesiyle değil, duygularıyla savrulmuştu. O gece, asfalt değil, geçmişin üzerine çarpmıştı. Kardeşinin gözlerinde yılların birikimi vardı—anlatılmamış cümleler, ertelenmiş sarılmalar, sessizce taşınan endişeler.
Emine defterine sonra şöyle yazdı: “Konya’ya vardım ama ken-dime çarptım. Göz göze geldiğim şey kardeşim değil, hayatın bana söylemeyi unuttuğu gerçekti. Bu bir kaza değil, bir uyanıştı. Ve ben, o uyanışta yeniden doğdum.” Altına bir not daha ekledi:
“Bazen en sert tokat, bir bakışta saklıdır. Ve bazen en büyük deği-şim, bir hastane kapısında başlar.”
SALİHA SERPEK: HAYATIN YENİDEN BAŞLADIĞI KADIN
Hastane ile ev arasında gidip gelen yorgun günlerin ardından, kapı bir gün farklı çaldı. İçeri giren Saliha Serpek’ti. Ama o sadece bir ziyaretçi değildi—sanki Emine’nin hayatına yazılan yeni bir paragraf, umut defterine düşen ilk satırdı. Gelişiyle odanın havası değişti; sessizlik yerini sıcaklığa, yorgunluk yerini hafifliğe bıraktı. Yanında getirdiği kızı Mine Tatkan ise başka bir ışık oldu. Mine’nin zarafeti, gözlerinin dinginliği, konuşmadan bile huzur veren varlığı Emine’nin içindeki kırık aynaları onarmaya başladı.
Mine’nin babasının doktor olması, annesinin şefkatli sesiyle birle-şince Emine’nin zihninde bir cümle yankılandı: “Başlayabilirim.” O güne kadar umut hep içteydi, sessizdi, görünmezdi. Ama o gün, umut kalpte değil, gözle görünür oldu. Bir bakışta, bir gülümse-mede, bir “biz buradayız” hissinde.
Emine defterine sonra şöyle yazdı: “Hayat bazen yeniden başla-mak için büyük olaylar beklemez. Bazen sadece biri gelir, bir sandalye çeker, bir çay koyar ve sen yeniden yaşamak istersin. Saliha Serpek geldi, ama yanımda kalmadı—içimde kaldı.” Altına bir not daha ekledi: “Mine’nin gülümsemesi, bana unuttuğum bir şeyi hatırlattı: Zarafet, sadece estetik değil; iyileştirici bir güçtür.”
ORKİDE AİLESİ: ŞİMŞEK GİBİ BİR IŞIK
Emine, kurumun kapısından ilk kez girdiğinde onu bekleyen sa-dece tedavi değildi. Koridorlarda adıyla seslenen bir sıcaklık var-dı. Dosya değil, göz temasıyla karşılandı. O an anladı: burası bir kurum değil, bir aileydi. Ve o ailenin her bireyi, Emine’nin yeni-den doğuşuna birer ışık oldu.
İlk gün karşısına çıkan Didem Hocam’dı. Güler yüzüyle sadece kapıyı değil, Emine’nin içini de açtı. Gözlerinde yargı değil, anla-yış vardı. “Hoş geldin Emine,” dediğinde, bu iki kelime Emine’nin defterine umut olarak yazıldı.
Ercan Hocam, sesiyle geldi. Sözleri Emine’nin içindeki kırıkları onaran bir cesaret taşıyordu:
“Burada eski hayatın bitti, yeni bir sen başlıyor.” O cümle, Emi-ne’nin zihninde yankılandı. Sanki bir kapı kapanmadı, bir dünya açıldı.
Elif Hocam, sessizdi ama hep yakındaydı. Bir gölge gibi değil, bir güven gibi. Emine ne zaman göz ucuyla baksaydı, Elif oradaydı. Varlığıyla konuşan, sessizliğiyle destek olan bir yoldaştı.
Ve Ali Hocam… Hemşehrisiydi. Konuşmalarında köy kokusu vardı. Emine için bir parça memleketti. Onun sesi, çocukluğun sokaklarını, rampasız yolları, taşlı avluları hatırlatıyordu. Emine, Ali Hocam’la konuşurken sadece bilgi değil, aidiyet hissediyordu.
Orkide Ailesi, Emine’nin hayatına şimşek gibi bir ışıkla girdi. Aydınlatmadıkları tek bir köşe kalmadı. Emine defterine sonra şöyle yazdı:
“Ben tedaviye gelmedim, kendimi bulmaya geldim. Bu insanlar bana ilaç değil, insanlık verdi. Orkide Ailesi, benim yeniden filiz-lendiğim toprak oldu.”
FİZİK TEDAVİ KADROSU: ACIYI UMUDA ÇEVİREN EL-LER
Emine’nin fizik tedavisi sadece kaslarına değil, ruhuna da doku-nuyordu. Her hareket, sadece bir egzersiz değil; bir direniş, bir yeniden doğuştu. Ve bu yolculukta yanında olanlar, sadece sağlık çalışanları değil; umut mimarlarıydı.
Şerife ve Ömer Günündi çifti, disiplinli ama yürekli bir ekipti. Her egzersizde Emine’ye “bir gün daha, bir adım daha” dedirten bir ritim vardı. Şerife’nin sesi, sabırla örülmüş bir ilmek gibiydi; Ömer’in elleri ise güvenle uzanan bir köprü. Onlar, Emine’nin bedenini değil, inancını ayağa kaldırıyordu.
Yasemin ve Ilayda Hocalar, Emine’ye sadece öğretmen değil, yol arkadaşı oldular. Yorulduğunda sırtını yasladığı iki güçlü dağ gibiydiler. Yasemin’in bakışlarında “seninle yürüyorum” vardı; Ilayda’nın sessizliği ise “yanındayım” diyordu. Onlarla birlikte Emine, yalnız olmadığını değil, birlikte güçlü olduğunu öğrendi.
Ve Hüseyin Hoca… Erzurumluydı. Kültürüyle, disipliniyle, başka bir pencereden dünyayı gösterdi Emine’ye. Her bakışı “Sen yeter ki iste” der gibiydi. Onun varlığı, Emine’ye sadece teknik değil, karakter kazandırdı. Karlar altında büyümüş bir adamın sıcaklığı, Emine’nin içindeki buzları eritti.
Emine defterine sonra şöyle yazdı: “Bu insanlar bana kaslarımı değil, kalbimi çalıştırmayı öğretti. Her egzersiz bir dua gibiydi. Acıdan geçtim, ama umuda vardım. Fizik tedavi değil, ruhsal re-habilitasyon yaşadım.”
Altına bir not daha ekledi: “Beni kaldıran eller, sadece profesyo-nel değildi. Onlar, insanlığın en sade hâliydi. Ve ben, o ellerde yeniden şekillendim.”
ŞOFÖRLER: BU HİKÂYENİN GÖRÜNMEYEN MELEKLERİ
Sabahın ayazında, akşamın yorgunluğunda… Emine’yi evinden alıp kuruma ulaştıran şoförler, bu hikâyenin sessiz melekleriydi. Onlar direksiyon başında değil, hayatın arka planında kahramanlık yapıyorlardı. Her biri kendi yaşamında mücadele içindeydi ama Emine’nin yolculuğunda birer kurtarıcı oldular.
İlk adımı Hüseyin Ünver attı. Aracın kapısını açarken sadece bir yol değil, bir güven alanı sundu. Sonra Mehmet Kardeşi devraldı; sesiyle değil, sabrıyla konuştu. Ardından Ahmet Kardeşi geldi; onun direksiyonunda yollar daha kısa, zaman daha yumuşaktı.
Perşembe sabahları Erol Bey’in sesiyle uyanıyordu Emine. “Ha-zırsan çıkalım,” derken aslında “Seninle birlikteyim” diyordu. Cuma öğlenleri ise Zeki Bey yol arkadaşıydı; onun gülümsemesi, haftanın tüm yorgunluğunu silen bir tebessümdü.
Bu insanlar sadece araç kullanmadı. Onlar umut taşıdı, sessizce destek oldu, Emine’nin hayatına görünmeden dokundu. Emine defterine şöyle yazdı:
“Beni taşıyan araçlar değil, insanlıktı. Direksiyonun arkasında kahramanlar vardı—sessiz, sade, ama güçlü.”
GÖKHAN HOCAM VE İSİMSİZ KAHRAMANLAR – Sessizce İnşa Edilen Bir Hayat
Rehabilitasyonun kapısından ilk adımını attığında Emine, bedenini değil, ruhunu taşıyordu. Ağrılar sadece kaslarında değil, geçmi-şindeydi. Ve o karanlıkta ilk ışık, Gökhan Hocam oldu. Onun sesi, Emine’nin içindeki “yapamam”ları tek tek söktü, yerine “neden olmasın” cümlelerini yerleştirdi. Her seansta bir aynaydı; Emine kendini yeniden görmeye, yeniden tanımaya başladı. Gökhan Hocam, sadece egzersiz değil, içsel devrim yaptırıyordu. “Senin sınırın, başkalarının tahmini değil,” diyordu gözleriyle. Emine, onunla birlikte sadece yürümeyi değil, yeniden var olmayı öğrendi.
Ama bu yolculukta sahne ışıkları altında olmayan, adı anılmayan onlarca kahraman vardı. Temizlik görevlisi, çaycı, yemekhane personeli… Her biri bir tuğla koydu Emine’nin yeniden inşa edilen hayatına. Bir çay uzatırken, bir tepsiyi taşırken, bir koridoru silerken… Sessizce ama derinden katkı sundular. Onlar görünmü-yordu belki ama Emine onları hissediyordu. Çünkü iyileşmek, sadece tedaviyle değil; görülmekle, değer verilmekle, insanca karşılanmakla olurdu.
Emine defterine o gün şöyle yazdı: “İyileşmek sadece doktorla olmaz. Bazen bir temizlik görevlisinin selamı, bir çaycının gü-lümsemesi, bir yemekhane çalışanının ‘Afiyet olsun’ demesiyle başlar. Bu insanlar görünmezdi ama ben onları gördüm. Ve onlar sayesinde kendimi yeniden gördüm.”
Altına bir not daha ekledi: “Hayatım yeniden inşa ediliyorsa, bu tuğlaların harcı şefkattir. Ve ben, o harçla ayakta duruyorum.”
EMİNE ÇUKURA UÇTU MU YUVARLANDI MI
Kaza ile başlayan bu kırılma noktası, Emine’nin yaşam yolculu-ğunda yepyeni bir sayfa açtı. Konya’daki ilk günler, alıştığı köy sessizliğinden sonra adeta bir şehir uğultusuydu. Ama içindeki ses çok daha güçlüydü: “Hayattaysan, hikâyen bitmemiştir.”
Kardeşiyle birlikte hastaneye adım attığında, fiziksel acıdan çok, yaşadığı sarsıntının ağırlığını taşıyordu. Doktorlar, Emine’ye uzun bir tedavi süreci gerektiğini söylediklerinde o, kafasını hafifçe salladı ve dedi ki: “Ben alışığım uzun yollara… Bu da başka bir patika.”
Aylar süren fizik tedavi, kontroller, koridorda geçen umut yürü-yüşleri… Emine her günü bir cümleyle mühürledi. Bir defter açtı, önce o gün ne hissettiğini yazdı. Sonra diğerlerini. Her kelime bir dikiş gibiydi; ruhundaki yırtıkları kapatıyordu.
Yazdıkça hafifledi. Hastane odası bir yazı atölyesine dönüştü. Doktorlar şaşkındı: “Bu kadın sadece iyileşmiyor, dönüştürüyor.”
Ve bir sabah, yazdığı ilk kitabın ismini koydu: "Sessiz Çığlık."
O çığlık artık sadece acının değil, direnişin, umudun ve yeniden doğuşun sesiydi.
KAZA - KONYA - TEDAVİ - YAZARLIK BÖLÜMÜ
Artık Konya’da saat değil, kıssa takip ediliyordu. Dakikalar değil, kelimeler akıyordu. Ve Emine’nin günü sadece yaşanmıyor, ritimle yazılıyordu. Her işin bir saati vardı, ama her kıssanın da bir sesi.
Ritim Takvimi
14:00’te “Kıvrım yürüyüşü” vardı. Emine koridora çıktı, sandal-yesini sessizce itti ama havası yerindeydi—adeta ritimli drift. Her adımda bir kelime bıraktı, sanki geçmişe susamış kuşlar için söz-cük kırıntısı serpiştiriyordu. Kardeşi arkadan topladı, deftere ya-pıştırdı; tam bir “geri dönüşüm değil, ileri kıssa dönüşüm progra-mı”ydı.
16:00’da “Kalemle terapi” başladı. Kalem, Emine’den bağımsız hareket etti. Sayfaya şunu yazdı: “Bugün Emine değil, ben konuş-tum. Ve ritim hâlâ canlı.” Ayşe kaleme bir bakış attı ama müdaha-le etmedi. Çünkü o kalem artık sadece yazmıyor, adeta “duygusal dövme” yapıyordu.
18:00’de kahveyle birlikte evde sessizlik geldi. Ayşe sustu, Emine sustu, kuş bile sustu. Ama defter? Susturulamadı. Çünkü o defter, kendi kendine yazan ilk efsanevi varlıktı—bazen kalem değil, sessizlik yazardı. Ve o sessizlik… bildiğin yaygara
KÖYDE KAZA – HASTANE – YAZARLIK BÖLÜMÜ
Bir sabah, köyde hava yine kuş cıvıltısıyla uyanmıştı ama o gün Emine’nin uyanışı farklıydı. Ayaklarını yere uzatırken bir terslik hissetti. Bir anda dengesini kaybetti, bir çukur, bir taş, bir anlık boşluk… Ve Emine düştü. O düşüş, sadece bedeni değil; annesi-nin yüreğini, kardeşinin gözlerini, komşuların dualarını da yere serdi.
Ambulans köy yolunda sekerek ilerledi. Her sarsıntıda Emine’nin canı değil, annesinin yüreği sızladı. “Kırık var” dediler. Ama en çok ne kırılmıştı, bilemediler: Bacağı mı, kaderin sabrı mı?
Hastaneye yatırıldı. Tedavi uzun sürecekti. Ama o sırada bir şey fark edildi: Emine’nin kelimeleri daha hızlı iyileşiyordu. Koltuk değnekleriyle yürüyemezken, kalemiyle koşuyordu.
Konya’daki fizik tedavi süreci başladığında artık Emine sadece kaslarını değil, cümlelerini de esnetiyordu. Terapist, “Bugün ne yazdın?” diye sorar olmuştu. Her gün bir paragraf, her hafta bir öykü derken, odadaki sessizlik hikâyeye dönüşüyordu.
Derken bir gün, eline aldığı defteri kendine doğru çekti ve şöyle yazdı: “Bu yatakta bedenim yatsa da, ruhum yazıyor. Yazdıkça iyileşiyorum.” Ve işte o gün yazarlık serüveni başladı.
KONYA: KADERİN YENİDEN YAZILDIĞI ŞEHİR
Konya, Emine için haritada bir nokta değil, kaderin yeniden çizil-diği bir kavşaktı. Buraya düşerek gelmedi; burada doğrularak kal-dı. Fizik tedavi merkezinin koridorları onun ikinci okuluydu. Ama bu okulda dersler kas gevşetme değil, hayatla barışma üzerineydi. Her adım, bir içsel yolculuktu. Her egzersiz, bir geçmişle yüzleş-meydi.
Bir gün doktorlardan biri, Emine’nin defterine göz gezdirdi ve durdu. Sonra başını kaldırıp şöyle dedi: “Emine, senin gücün ba-caklarında değil, kaleminde.”
O cümle, Emine’nin içindeki sessiz yazarı uyandırdı. Bir başka doktor, kontrol sırasında defterdeki bir satırı okuduğunda gözleri doldu: “Bizi iyileştirmek için gelmişsin ama asıl biz senden öğre-niyoruz.”
Tedavi odasında artık Emine’den başka bir şey daha vardı: Defte-ri. Her hareket sonrası yazdığı bir satır. Her gözyaşına eşlik eden bir dize. Kalem, onun terapi arkadaşı oldu. Kaslar gevşerken ke-limeler güçlendi. Ağrı azaldıkça cümleler derinleşti.
Bir gün defterin üstüne şu başlığı attı: “Engel, sadece tabelada kalırsa zararsızdır.” O cümle, duvarlara değil zihinlere yazıldı.
Sonra o defter doldu. Ardından bir yenisi… Sonra biri geldi, say-faları karıştırdı, durdu ve dedi ki: “Bunları kitap yapalım.” Emine önce şaşırdı, sonra gülümsedi. Çünkü o yazarken iyileşmişti. “Ben hayatımı yaşarken yazdım,” dedi, “siz de okurken yaşayacaksı-nız.”
KELİMELERLE KURULAN BİR GÜN
Emine’nin hayatı artık saatle değil, kıssayla ölçülüyordu. Kon-ya’da dakikalar akmıyor, cümleler yürüyordu. Her gün bir ritimle başlıyor, bir kıssa ile bitiyordu. Fizik tedavi merkezinin duvarları artık sadece egzersiz değil, edebiyat kokuyordu. Her işin bir saati vardı, ama her kıssanın da bir sesi.
14:00 – Kıvrım Yürüyüşü.
Emine koridora çıktı. Sandalyesini sessizce itti ama havası yerin-deydi—adeta ritimli drift. Tekerlekler değil, kelimeler dönüyordu. Her adımda bir kelime bıraktı, sanki geçmişe susamış kuşlar için sözcük kırıntısı serpiştiriyordu. Kardeşi arkadan topladı, deftere yapıştırdı. Bu bir geri dönüşüm değil, ileri kıssa dönüşüm prog-ramıydı. Her kelime, bir zaman kapsülüydü; geçmişin acısını ge-leceğin mizahına dönüştürüyordu.
15:30 – “Dizeyle Dinlenme” Saati.
Emine pencere kenarına geçti. Gözlerini dışarıya değil, içeriye çevirdi. Bir dize yazdı: “Bugün yürüyemedim ama bir cümleyle uçtum.” Yanına bir not düştü: “Ruhun egzersizi, bedeninkinden önce başlar.”
17:00 – “Kıssa Çayı.”
Tedavi merkezinin çay saatinde artık sadece bardaklar değil, hi-kâyeler de demleniyordu. Emine bir sandalye çevirdi, iki kelime uzattı, üç kahkaha aldı. Mizah onun savunma mekanizması değil, iletişim diliydi. Çaylar bittiğinde herkes biraz daha hafiflemişti—çünkü Emine’nin kıssaları, şekerden daha tatlıydı.
Ve bir gün, defterin kapağına şu başlığı attı: “Ben saatle değil, kıssayla iyileştim.”
KISSADAN SAHNEYE: EMİNE’NİN İLK OKUMASI
Bir gün, fizik tedavi merkezinin küçük salonunda sandalye sıraları kuruldu. Duyuru basitti: “Emine Hanım yazılarını okuyacak.” Ama içerideki heyecan, bir tiyatro prömiyeri gibiydi. Hemşireler, doktorlar, temizlik görevlileri, hatta sabah servis şoförleri bile oradaydı. Çünkü bu sadece bir okuma değildi—bir hayatın ses bulmasıydı.
Emine sahneye çıkmadı; sandalyesiyle geldi. Elinde defteri vardı, ama bu defter artık bir kitap gibi tutuluyordu. İlk cümleyi okudu-ğunda salon sessizleşti. Sonra bir kahkaha, ardından bir gözyaşı… Her satır bir nabız gibi attı. Mizah ve acı, kelimelerde dans etti. Ayşe kenarda duruyordu, gözleri dolu ama gururluydu. Çünkü o gün, Emine sadece yazmadı—yaşattı.
Okuma sonunda biri ayağa kalktı:
— “Emine Hanım, siz bize yürümeyi değil, düşünmeyi öğrettiniz.”
Emine defterine sonra şöyle yazdı: “Bugün sahneye çıkmadım, ama sahne bana geldi. Kalemimle yürüdüm, kelimemle koştum. Ve anladım ki, bazen en güçlü adım, bir cümlede saklıdır.”
Parça 9 – Kıssadan Sahneye: Emine’nin İlk Okuması
Bir gün, fizik tedavi merkezinin küçük salonunda sandalye sıraları kuruldu. Duyuru basitti: “Emine Hanım yazılarını okuyacak.” Ama içerideki heyecan, bir tiyatro prömiyeri gibiydi. Hemşireler, doktorlar, temizlik görevlileri, hatta sabah servis şoförleri bile oradaydı. Çünkü bu sadece bir okuma değildi—bir hayatın ses bulmasıydı.
Emine sahneye çıkmadı; sandalyesiyle geldi. Elinde defteri vardı, ama bu defter artık bir kitap gibi tutuluyordu. İlk cümleyi okudu-ğunda salon sessizleşti. Sonra bir kahkaha, ardından bir gözyaşı… Her satır bir nabız gibi attı. Mizah ve acı, kelimelerde dans etti. Ayşe kenarda duruyordu, gözleri dolu ama gururluydu. Çünkü o gün, Emine sadece yazmadı—yaşattı.
Okuma sonunda biri ayağa kalktı:
— “Emine Hanım, siz bize yürümeyi değil düşünmeyi öğrettiniz.”
Emine defterine sonra şöyle yazdı: “Bugün sahneye çıkmadım, ama sahne bana geldi. Kalemimle yürüdüm, kelimemle koştum. Ve anladım ki, bazen en güçlü adım, bir cümlede saklıdır.”
YAZMAK BİR DİRENİŞ
Emine için yazmak, bir hobi değil; bir hayatta kalma biçimiydi. Kalem onun silahı, defteri siperiydi. Kelimelerle mücadele etti, cümlelerle savaş verdi. Her paragraf, bir rampayı aşmak gibiydi. Her sayfa, bir adım ileri demekti. Yazarken ağladı, güldü, sustu, haykırdı.
Bir gün defterine şöyle yazdı: “Yazmasaydım, kim beni hatırlardı? Kim benim rampasız sokaklarımı, sessiz çığlıklarımı duyardı?”
Ve o gün anladı: Yazmak, onun görünür olma hakkıydı. Direnişin en zarif hâliydi.
TOPLUMA AYNA TUTMAK
Emine’nin yazdıkları sadece kendi hikâyesini anlatmıyordu. Her satır, toplumun görmezden geldiği gerçeklere bir projektör tutu-yordu. Engelli bireylerin karşılaştığı engelleri, dışlanmışlıkları, sessiz mücadelelerini görünür kılıyordu.
Okuyucular onun kitaplarını ellerine aldıklarında sadece bir hikâye okumuyordu; bir vicdanla yüzleşiyorlardı.
Bir öğretmen şöyle dedi:
“Emine’nin kitabını okuduktan sonra okul rampasını ölçtüm. Yetmediğini fark ettim. O bize sadece hikâye değil, ölçü verdi.”
Yazdıkları, empatiyi tetikledi. Farkındalık, sayfalardan sokaklara taştı.
YENİ PROJELER VE UMUTLAR
Artık Emine sadece yazmıyordu; konuşuyordu, anlatıyordu, ilham veriyordu. Konferanslara davet ediliyor, söyleşilerde mikrofonu eline alıyordu.
“Yazmak bitti demek değil,” diyordu, “yeni yolculuklar başlıyor.”
Bir gün bir üniversite salonunda şöyle seslendi:
“Ben rampasız bir sokakta büyüdüm. Şimdi kelimelerimle rampa-lar inşa ediyorum.”
Yeni kitaplar için planlar yapıyor, engelli bireylerin sesi olma yolunda adımlar atıyordu. Artık sadece bir yazar değil, bir yürü-yen kıssa hâline gelmişti.
KONYA GÜNLERİ VE HAYATIN YENİDEN BAŞLAMASI
Konya, onun için bir hastane değil, bir yeniden doğuş mekânıydı. Doktorlarla tanıştı, tedaviler başladı. Her seans, her muayene bir umut ışığıydı.
Doktorların sabrı, hemşirelerin şefkati, Emine’nin içindeki yazma azmini körükledi.“Her kelimem, onlara teşekkürün bir parçası,” diyordu. Tedavi odasında artık sadece fiziksel iyileşme değil, ruh-sal bir devrim yaşanıyordu.
YAZAR OLARAK KENDİNİ BULMASI
Konya’da geçen günler, Emine’nin iç sesini büyüttü. Yaşadığı zorluklar, umutlar ve hayaller yazdıklarına yansıdı. Her satırda yeni bir pencere açtı; bazen geçmişe, bazen geleceğe.
Yazmak artık onun için bir terapi değil, bir yaşam biçimiydi.“Ben artık kelimelerle yürüyen biriyim,” diyordu. Ve bu yürüyüş, sade-ce kendine değil, başkalarına da yol açıyordu. ---
OKUYUCULARLA BULUŞMA
Kitapları yayımlandığında, Emine’nin sesi duvarları aştı. İmza günleri başladı. Okuyucularla buluşmalar, onun için bir bayram gibiydi.
Bir kadın gelip şöyle dedi: “Benim oğlum da engelli. Sizin kitabı-nızı okuduğunda ilk kez güldü.”
Emine gülümsedi. Çünkü artık yazdıkları sadece satır değil, umut taşıyordu. Her sohbet, her buluşma yeni hikâyeler için ilham oldu.
“Onların gözlerindeki sevgi, beni yazmaya daha çok teşvik edi-yor,” diyordu.
GELECEK PLANLARI
Yazarlık onun için bir yol değil, hayatın kendisiydi. Yeni hikâye-ler, yeni kitaplar için hayalleri vardı.
Engelli bireylerin yaşamlarını kolaylaştırmak için projeler gelişti-riyordu. “Yazdıklarımın bir gün toplumda büyük değişimlere yol açacağını biliyorum,” diyordu. Ve o değişim, kelime kelime örü-lüyordu.
Bir gün bir belediye başkanı onun kitabını okudu ve şöyle dedi:
“Biz rampaları betonla değil, Emine’nin kelimeleriyle inşa edece-ğiz.”
YAZARLIĞIN GÜCÜ VE ENGELLİLİK
Emine yazarlığıyla sadece kendi hayatını değil binlerce kişinin sesini duyuruyordu. “Yazmak, benim direnişim,” diyordu.
Kitapları, toplumun engellilere bakış açısını değiştirmek için bir köprü oldu. Her kelime, farkındalık ve umut taşıyordu.
Bir okur şöyle yazdı: “Emine’nin kitabını okuduktan sonra, artık kaldırım kenarına değil insanın kalbine bakıyorum.
HEYKELİNİN DİKİLİŞİ: DİRENİŞİN TAŞA DÖNÜŞMÜŞ HÂLİ
Olukpınar köyü o sabah alışılmadık bir heyecanla uyandı. Mey-danda bir örtüyle kaplı heykel duruyordu—ama bu sıradan bir taş figür değil, bir hayatın direnişle yoğrulmuş özeti gibiydi. Emi-ne’nin hikâyesi artık sadece kitaplarda değil, meydanda da ayakta duruyordu.
Törene gelenler arasında yaşlılar, çocuklar, öğretmenler, kayma-kamlar ve “selfie çubuğu”nu köyün teknolojik devrimi sanan tey-zeler vardı. Muhtar Hilmi, mikrofonu kaptı ve klasik açılış ko-nuşmasından saparak şöyle dedi: “Bu heykel sadece taş değil, köyümüzün Instagram’a açılan kapısıdır!”
Köylüler kahkahaya boğuldu. Bir çocuk heykele top attı, muhtar hemen refleks gösterdi: “Hey, bu taş değil, bizim kahraman!”
Emine kürsüye geldiğinde gözleri doluydu ama sesi dimdikti:
“Bu heykel benim için değil, bizim için. Çünkü bu köyün insanları engelleri değil, espriyi geçemez!”
Arka sıralardan bir teyze bağırdı: “Heykel o kadar gerçek ki, ben ona ‘Emine abla nasılsın?’ dedim, cevap vermeyince küstüm!”
Heykelin kaidesine şu cümle kazınmıştı: “Yürüyemedi ama yazdı. Susturulmadı, güldürdü. Bu taş, bir kadının değil, bir toplumun direnişidir.”
O gün Olukpınar sadece bir köy olmadı; kahkahalarla, inatla ve sevgiyle yoğrulmuş bir efsanenin yuvası oldu.
GELECEĞE MEKTUP: KALEMLE KAZINAN YOL HARİTASI
Emine bir gün defterinin arasına bir zarf koydu. Üzerine sadece tek kelime yazdı: “Geleceğe.”
İçinde ne bir reçete vardı ne bir öğüt listesi. Sadece kalpten gelen bir çağrı: “Zorluklar sizi yıldırmasın. Kalbinizdeki ışığı söndür-meyin. Yazın, konuşun, direnişinizi çoğaltın. Hayat ne getirirse getirsin, siz kendi yolunuzu çizin.”
Bu mektup, bir okulun panosuna asıldı. Bir öğrenci okuduğunda şöyle dedi: “Ben artık sadece sınavlara değil, hayata hazırlanıyo-rum.”
Bir öğretmen gözyaşlarını silerek ekledi: “Bu mektup, müfredatın eksik kalan kısmı.”
Emine defterine sonra şöyle yazdı: “Geleceğe mektup yazmak, geçmişe teşekkür etmektir. Çünkü ben o mektubu, rampasız so-kaklarda yürürken yazdım.”
SONSÖZ: KALEMLE KAZINMIŞ BİR HAYAT
Emine’nin hayatı, düz bir çizgi değil; rampalı, virajlı, bazen çu-kurlu ama hep ilerleyen bir yoldu. Zorluklar ona “dur” dediğinde, o kalemini çıkarıp “devam” yazdı. Her engel, bir paragraf oldu. Her gözyaşı, bir cümleye dönüştü. Ve sonunda ortaya çıkan şey, sadece bir yaşam değil—bir edebi direniş manifestosuydu.
Yazarlığı onun için süs değil, silah oldu. Mizahı ise zırhı.
Bir gün şöyle dedi: “Ben acıyı yazmadım, acıyla dans ettim. Ka-lemimle halay çektim, metaforla zıpladım.” Ve gerçekten de yaz-dıkları, sadece satır değil; ritim, kahkaha, gözyaşı ve umut taşı-yordu.
Onun hikâyesi, bir hastane odasında başlamadı—bir sessizlikte doğdu. Ve şimdi, binlerce insana ses oldu.
Bir okur şöyle yazdı: “Emine’nin kitabını okurken ağladım, gül-düm, sonra gidip anneme sarıldım. Çünkü o bana insan olmayı hatırlattı.”
Emine defterine son bir not düştü: “Ben yürüyemedim belki ama kelimelerim koştu. Rampasız sokaklarda değil, yüreklerde iz bı-raktım.”
Ve o gün, sonsöz yazılmadı—sonsuzluk başladı.
OLUKPINAR’DA EMİNE’NİN HEYKELİNİN DİKİLİŞİ:
“Taş Değil, Kahkahalarla Dolu Bir Efsane!”
Köy meydanı o gün tam bir festival alanına dönüştü. Çünkü Emi-ne’nin heykeli sadece taş değil, yürekten gelen bir kahkahaydı adeta. Zira o, engelleri devirmiş, hayata meydan okumuş bir efsa-neydi ve bu heykel, ona sonsuz bir “Bravo!” demekti.
Törene küçük çocuklar, yaşlı dedeler, öğretmenler, kaymakamlar ve selfie manyağı köylüler akın etti. Hatta muhtar Hilmi bile elin-de mikrofon “Heykel dikildi, artık köyümüz Instagram’da ünlü!” diye espiri yaptı. Gözler parıldıyor, yüzlerde tebessüm vardı; çün-kü herkes biliyordu ki bu sadece bir taş değil, tam bir hayat dersi!
Muhtar Hilmi: “Bu heykel sadece taş değil, Emine’nin yürüdüğü her yolda bıraktığı inat ve neşenin somut hali!”
Emine, gözleri dolu dolu, “Benim için değil, bizim için yapıldı bu heykel. Çünkü bu köyün insanları, engelleri değil, espriyi geçe-mez!” dedi.
Ardından tatlı teyze mikrofonu kaptı, “Heykel o kadar gerçek ki, ben ona ‘Emine abla’ diye seslendim, şaşırdı sanırım!” diye kah-kahayla ekledi.Bir ara çocuklardan biri heykele top attı, muhtar hemen “Hey, bu taş değil, bizim kahraman!” diye bağırdı; tabii kahkahalar koptu. O gün Olukpınar sadece bir köy olmadı; kah-kahalarla, inatla ve sevgiyle yoğrulmuş koca bir efsanenin yuvası oldu.
EMİNE ÇUKURA UÇMADI GELECEĞİNE UÇTU
Kaza ile başlayan bu kırılma noktası, Emine’nin yaşam yolculu-ğunda yepyeni bir sayfa açtı. Konya’daki ilk günler, alıştığı köy sessizliğinden sonra adeta bir şehir uğultusuydu. Ama içindeki ses çok daha güçlüydü: “Hayattaysan, hikâyen bitmemiştir.”
Kardeşiyle birlikte hastaneye adım attığında, fiziksel acıdan çok, yaşadığı sarsıntının ağırlığını taşıyordu. Doktorlar, Emine’ye uzun bir tedavi süreci gerektiğini söylediklerinde o, kafasını hafifçe salladı ve dedi ki: “Ben alışığım uzun yollara… Bu da başka bir patika.”
Aylar süren fizik tedavi, kontroller, koridorda geçen umut yürü-yüşleri… Emine her günü bir cümleyle mühürledi. Bir defter açtı, önce o gün ne hissettiğini yazdı. Sonra diğerlerini. Her kelime bir dikiş gibiydi; ruhundaki yırtıkları kapatıyordu.
Yazdıkça hafifledi. Hastane odası bir yazı atölyesine dönüştü. Doktorlar şaşkındı: “Bu kadın sadece iyileşmiyor, dönüştürüyor.”
Ve bir sabah, yazdığı ilk kitabın ismini koydu: "Sessiz Çığlık."
O çığlık artık sadece acının değil, direnişin, umudun ve yeniden doğuşun sesiydi.
KAZA - KONYA - TEDAVİ - YAZARLIK BÖLÜMÜ
Artık Konya’da saat değil kıssa takip ediliyordu. Dakikalar değil, kelimeler akıyordu. Ve Emine’nin günü sadece yaşanmıyor, ritimle yazılıyordu. Her işin bir saati vardı, ama her kıssanın da bir sesi.
Ritim Takvimi
14:00’te “Kıvrım yürüyüşü” vardı. Emine koridora çıktı, sandal-yesini sessizce itti ama havası yerindeydi—adeta ritimli drift. Her adımda bir kelime bıraktı, sanki geçmişe susamış kuşlar için söz-cük kırıntısı serpiştiriyordu. Kardeşi arkadan topladı, deftere ya-pıştırdı; tam bir “geri dönüşüm değil, ileri kıssa dönüşüm progra-mı”ydı.
16:00’da “Kalemle terapi” başladı. Kalem, Emine’den bağımsız hareket etti. Sayfaya şunu yazdı: “Bugün Emine değil, ben konuş-tum. Ve ritim hâlâ canlı.” Ayşe kaleme bir bakış attı ama müdaha-le etmedi. Çünkü o kalem artık sadece yazmıyor, adeta “duygusal dövme” yapıyordu.
18:00’de kahveyle birlikte evde sessizlik geldi. Ayşe sustu, Emine sustu, kuş bile sustu. Ama defter? Susturulamadı. Çünkü o defter, kendi kendine yazan ilk efsanevi varlıktı—bazen kalem değil, sessizlik yazardı. Ve o sessizlik… bildiğin yaygara
KÖYDE KAZA – HASTANE – YAZARLIK BÖLÜMÜ
Bir sabah, köyde hava yine kuş cıvıltısıyla uyanmıştı ama o gün Emine’nin uyanışı farklıydı. Ayaklarını yere uzatırken bir terslik hissetti. Bir anda dengesini kaybetti, bir çukur, bir taş, bir anlık boşluk… Ve Emine düştü. O düşüş, sadece bedeni değil; annesi-nin yüreğini, kardeşinin gözlerini, komşuların dualarını da yere serdi.
Ambulans köy yolunda sekerek ilerledi. Her sarsıntıda Emine’nin canı değil, annesinin yüreği sızladı. “Kırık var” dediler. Ama en çok ne kırılmıştı, bilemediler: Bacağı mı, kaderin sabrı mı?
Hastaneye yatırıldı. Tedavi uzun sürecekti. Ama o sırada bir şey fark edildi: Emine’nin kelimeleri daha hızlı iyileşiyordu. Koltuk değnekleriyle yürüyemezken, kalemiyle koşuyordu.
Konya’daki fizik tedavi süreci başladığında artık Emine sadece kaslarını değil, cümlelerini de esnetiyordu. Terapist, “Bugün ne yazdın?” diye sorar olmuştu. Her gün bir paragraf, her hafta bir öykü derken, odadaki sessizlik hikâyeye dönüşüyordu.
Derken bir gün, eline aldığı defteri kendine doğru çekti ve şöyle yazdı: “Bu yatakta bedenim yatsa da, ruhum yazıyor. Yazdıkça iyileşiyorum.”
Ve işte o gün yazarlık serüveni başladı.
KONYA: KADERİN YENİDEN YAZILDIĞI ŞEHİR
Konya, Emine için sadece bir şehir olmadı; o, düştüğü yerden yeniden doğrulduğu yerdir. Fizik tedavi merkezinin koridorları, onun ikinci okuluydu. Ama bu sefer dersler kas gevşetme değil, hayatla barışma üzerineydi.
Doktorlardan biri bir gün şöyle dedi: “Emine, senin gücün bacak-larında değil, kaleminde.” Bir başkası, kontrol sırasında yazdığı bir satırı okuduğunda gözleri doldu: “Bizi iyileştirmek için gel-mişsin, ama asıl biz senden öğreniyoruz.”
Tedavi odasında artık Emine’den başka bir şey daha vardı: Defte-ri. Her hareket sonrası yazdığı bir satır. Her gözyaşına eşlik eden bir dize. Kalem, onun terapi arkadaşı oldu.
Bir gün defterin üstüne şu başlığı attı: “Engel, sadece tabelada kalırsa zararsızdır.” Sonra o defter doldu. Ardından bir yenisi… Sonra biri geldi, “Bunları kitap yapalım,” dedi. Emine önce şaşır-dı, sonra gülümsedi: “Ben hayatımı yaşarken yazdım, siz de okurken yaşayacaksınız.”
Ve böylece ilk kitabının temelleri atıldı. Her sayfası, hem acının hem mizahın izlerini taşıyordu. Çünkü Emine sadece acıyı değil, mizahı da ilmek ilmek işlemişti hayatına.
Ve bir gün Konya’da, bir doktorun masasında Emine’nin kitabı vardı. Arka kapağında şu satır yazıyordu: “Bedenimi değil, keli-melerimi yürüttüm. Ve o kelimeler şimdi başkalarının yoluna ışık oluyor.”
“Artık Konya’da saat değil, kıssa takip ediliyordu. Dakikalar de-ğil, kelimeler akıyordu. Ve Emine’nin günü sadece yaşanmıyor, ritimle yazılıyordu. Her işin bir saati vardı, ama her kıssanın da bir sesi.”
“Ritim Takvimi
14:00’te ‘Kıvrım yürüyüşü’ vardı. Emine koridora çıktı, sandalye-sini sessizce itti ama havası yerindeydi—adeta ritimli drift. Her adımda bir kelime bıraktı, sanki geçmişe susamış kuşlar için söz-cük kırıntısı serpiştiriyordu. Kardeşi arkadan topladı, deftere ya-pıştırdı; tam bir ‘geri dönüşüm değil, ileri kıssa dönüşüm progra-mı’ydı.”
“16:00’da ‘Kalemle terapi’ başladı. Kalem, Emine’den bağımsız hareket etti. Sayfaya şunu yazdı: ‘Bugün Emine değil, ben konuş-tum. Ve ritim hâlâ canlı.’ Ayşe kaleme bir bakış attı ama müdahale etmedi. Çünkü o kalem artık sadece yazmıyor, adeta ‘duygusal dövme’ yapıyordu.”
“18:00’de kahveyle birlikte evde sessizlik geldi. Ayşe sustu, Emine sustu, kuş bile sustu. Ama defter? Susturulamadı. Çünkü o defter, kendi kendine yazan ilk efsanevi varlıktı—bazen kalem değil, sessizlik yazardı. Ve o sessizlik… bildiğin yaygara.”
Konya’da geçen her gün, Emine için sadece iyileşme süreci değil, bir dönüşüm romanının satırlarıydı. Fizik tedavi seansları bitince, kelime tedavisi başlıyordu. O artık sadece bedenini değil, ruhunu da ayağa kaldırıyordu.
Doktorları şaşkındı. “Bu kadın hem acı çekiyor, hem de mizah yapıyor” diyorlardı. Emine gülümsüyordu: “Benim tedavi pla-nımda morfin yok, metafor var.” Bir hemşire onun yazılarını giz-lice fotokopi çekip diğer hastalara veriyordu. Çünkü Emine’nin yazdıkları, koridorda yürüme çubuğundan daha çok moral veri-yordu.
Sonra bir gün, bir sosyal hizmet uzmanı geldi:
— “Emine Hanım, bu yazılarla kitap yazsanız ya?”
Emine, gözlüklerinin üstünden baktı:
— “Yazıyorum zaten. Kitap da gelir, kıssa da... Benim ilham kaynağım, merdiven çıkamayıp rampa bekleyenlerin duası.”
Ve o günlerde ilk defa dosya klasörü açıldı. Adı: “Olukpınar’ın Sessiz Çığlığı.” Sayfalar çoğaldıkça Emine, sadece iyileşmedi; bir yazar doğdu. Her satır, Konya’daki hastane odasında değil, Ana-dolu’nun bağrında yazıldı. Yüreğiyle.
YAZIYLA İLK TEMAS
Konya’da hastane odasında başlayan sessizlik, Emine’ye kendi sesini duyurdu. Kalemle tanışıklığı yeni değildi ama ilk kez kalem onun dili olmuştu. Yazmaya başladığında sadece yaşadıklarını değil, başkalarının sustuklarını da yazıyordu. “Ben yazmazsam, kimse duymayacak” diyordu içinden.
KÖPÜK BAYRAMI – 12 Ayın Özlemine Köpükle Cevap
Emine için o gün sıradan bir duş değil, bir ritüeldi. 12 ay boyunca biriken özlem, dokunulmamış ten, hissedilmemiş su… Hepsi o anda köpükle buluştu. İlk damla düştüğünde, kelime değil kahka-ha yazıldı. “Ben artık sadece yazmıyorum, yıkanıyorum!” dedi.
Ve o cümle, klinik duvarlarında yankılandı. Köpükle gelen ritim, bayram gibi doğdu. Her baloncuk, bir kıssa; her sıçrama, bir yaşam sevinciydi. Sabun değil metafor aktı vücuduna. Suyun sıcaklığı değil, hayatın dokunuşuydu onu titreten.
Ayşe kapıda bekliyordu, gözleri dolu ama gülüyordu. “Klinik uyarısı: Kelimeler köpürmüş olabilir!” dedi hemşire, güle-rek.Çünkü o gün, Emine’nin defteri değil duş kabini yazdı.
AYŞE’NİN AÇISI: KÖPÜK PATLAMASI
Ayşe o günü şöyle anlattı: “Emine’nin ilk çığlığı suyun içinden geldi. Sanki kelimeler değil, kahkahalar doğurdu.”
Duş başlığı ritim tuttu, sabun dans etti, su şarkı söyledi. Her ba-loncuk bir kıssa, her sıçrama bir ritimdi. Ayşe deftere şu notu düş-tü: “Bugün Emine’nin cümleleri değil, gözenekleri konuştu.”
Köpük patladıkça geçmişin kabukları soyuldu. Ve o gün, klinik sadece bir tedavi merkezi değil, bir sahne oldu. Emine’nin duşu, bir tiyatro perdesi gibi açıldı—ve alkışlar köpükle geldi.
KÖPÜKTEN DİRİLİŞ
Sessizlikten doğan kıssa, köpükle yeniden yazıldı.Sabır köpürdü, kelime aktı. Emine aynaya baktı, kendini ilk kez görür gibi. “Ben artık sürgünde değilim. Ben köpükte yaşıyorum,” dedi. O cümle, defterin kapağına değil, kalbinin kapağına yazıldı.
Duş sonrası Emine’nin saçları değil, ruhu kurutuldu.Ve Ayşe, havluyu uzatırken şöyle fısıldadı: “Bugün sen yıkanmadın, yeni-den doğdun.”
EMİNE’NİN RİTİM TAKVİMİ – GÜNLÜK KISSA BAŞLIK-LARI
- 08:00 – Köpükle Uyanış: “Sabun değil, sabırla arındım.”
Köpükler dans etti, duş başlığı ritim tuttu. Banyoda konser ver-dim, dinleyici: fayanslar.
- 10:30 – Baloncuk Meditasyonu: “Her kabarcık bir geçmiş, her patlama bir özgürlük.” Bir baloncukta eski sevgiliyi gördüm, diğerinde elektrik faturasını. İkisi de patladı, rahatladım.
- 14:00 – Ritmik Kurulama: “Havlu değil, hayat sardı beni.”
Havlu o kadar büyük ki, sarınca kendimi battaniye ilan ettim. Kıssa battaniyesi: ısıtır, düşündürür.
- 17:00 – Köpük Günlüğü: “Bugün duş aldım, ama kelimelerim hâlâ ıslak.”
Defterim nemlendi, kelimeler buharlaştı. Ayşe “Buharla yazı mı olur?” dedi, ben “Olur, sen oku.”
21:00 – Köpükle Veda: “Yarın yeniden köpüreceğim.”
Köpük bitti, ama umut hâlâ kabarıyor. Banyoya değil, hayata duş alıyorum.
Sabah çayı ritimle demlenir. Çaydanlık whistle çaldı, ben dans ettim. Ayşe “Bu ne ritim?” dedi, ben “Demli caz.”
Her saat bir metafor, her dakika bir kıssa
Saat 11:11’de dilek tuttum: “Kıssalar Nobel alsın.” Dakika 12:34’te dilek geri döndü: “Önce duş al.”
Sessizlik defteri doldurur. Sessizlik o kadar yoğun ki, defter “Ben bu kadar duyguyu kaldıramam” dedi.
Ritim Takvimi Detayları
08:00 – Uyanış ve Metafor Taraması
“Bugün kelimeyle yürürüm, kahveyle değil.” Kahve bana baktı, “Ben ne olacağım?” dedi. Dedim, “Sen sadece kokuyla ilham ver.”
- 09:00 – Temizlik ve Kıssa Silkeleme
“Bugün %72 nostalji, %28 kahkaha içeriyor.” Temizlik bezine “Bugün geçmişi sil” dedim, bez “Ben sadece toz alırım” dedi.
10:30 – Pencere Seansı
“Bugün dışarı çıkmasam da, içeri dönerim.” Camdan baktım, dışarısı bana baktı. İkimiz de “Bugünlük böyle kalsın” dedik.
- 12:00 – Öğle Yemeği ve Ritim Sindirimi
“Bu yemek değil, bu kıssa gız.” Pilavın üstüne yazı yazdım, Ayşe “Bu edebi karbonhidrat mı?” dedi.
14:00 – Kıvrım Yürüyüşü
Her adımda kelime, her kelime deftere yapışır. Yürürken kelime düştü, Ayşe yapıştırıcıyla geri koydu. Artık defterde iz değil, izle-nim var.
16:00 – Kalemle Terapi
“Bugün Emine değil, ben konuştum.” Kalem konuştu, defter alkışladı. Ayşe “Bu terapi mi, talk show mu?” dedi.
18:00 – Akşam Kahvesi ve Sessizlik
“Sessizlik, en gürültülü kıssadır.”
KISSA KISSA YOLCULUK – Kelimelerle Yürüyen Bir Kadın
Emine’nin defteri başta küçüktü, ama içindeki dünya devasa. Her yazı bir kıssaya dönüştü; her kıssa bir başka kalbe dokundu. Fizik tedavi seanslarından arta kalan zamanlarda, o “duygu tedavisi”ne geçiyordu. Kalem onun yürüyemeyen ayakları, defter ise basto-nuydu.
Doktorlar şaşkındı:“Bir hasta, aynı anda hem iyileşip hem edebi-yat mı yapar?” Emine gülümsedi:“Ben yürüyemem ama kelimele-rim koşuyor. Hem de maraton gibi.”
Her paragraf bir kas gevşetme, her dize bir ruh masajıydı.
Bir gün defterine şöyle yazdı: “Ben fiziksel olarak ayağa kalka-masam da, her satırda dik duruyorum.”
Ve o satırlar, sadece hastane odasında değil, koridorlarda, kantin-lerde, hatta çay bardaklarında yankılandı.
KİTAP DOSYASI: OLUKPINAR’IN SESSİZ ÇIĞLIĞI
Emine’nin defteri artık bir klasöre dönüşmüştü. Sayfalar çoğaldı, cümleler kabardı, kıssalar taşmaya başladı. Ayşe bir gün klasörü açtı, içinden çıkan kelimelere bakıp şöyle dedi: “Bu kitap ağlat-maz… sarsar. Hem de öyle bir sarsar ki, duygular yerinden oynar, mantık ‘ben çıkıyorum’ der.”
Başlık netti: “Olukpınar’ın Sessiz Çığlığı.” Ama bu çığlık sessiz değildi; satır satır bağırıyordu. Emine sadece köyünü anlatmıyor-du.
Rampasız sokakları, göz teması kurmayan bakışları, “senin için uygun değil” denilen kapıları yazıyordu.Her sayfa bir pencereydi; dışarıyı değil, içerideki sesi gösteriyordu.
Ayşe klasörü okurken bir ara durdu, gözlüğünü çıkardı, gözlerini silip şöyle dedi: “Bu kitap, sessizliğin megafonu olmuş. Emine, sen yazmamışsın; sen bağırmışsın.”
Ve o klasör, bir gün yayınevine gitti. Editör ilk sayfayı okudu-ğunda şöyle fısıldadı: “Bu kadın kelimeyle yürümüş. Biz sadece izleri takip ediyoruz.”
YAZIYLA İLK TEMAS: SESSİZLİKTEN DOĞAN SES
Konya’daki hastane odasında sessizlik vardı. Ama bu sessizlik, boşluk değil; bir doğum sancısıydı.Emine kalemi eline aldığında, ilk kelimeyi yazmadı—ilk nefesini aldı.
Kalemle tanışıklığı eskiydi ama bu kez kalem onun dili olmuştu.
Yazmaya başladığında sadece yaşadıklarını değil, başkalarının sustuklarını da yazıyordu. “Ben yazmazsam, kimse duymayacak,” diyordu içinden.
Ve o gün, defter sadece bir nesne değil bir sahne oldu. İlk satır şöyleydi: “Bugün yürüyemedim ama bir cümleyle uçtum.”
Ayşe defteri okuduğunda şöyle dedi: “Bu yazı değil, bu içsel bir havaalanı. Her kelime kalkışta.”
Emine’nin yazıları artık sadece terapi değil, teliflikti. Doktorlar bile şaşkındı: “Bu kadın hem fiziksel olarak iyileşiyor, hem edebi olarak yükseliyor. Bu ne biçim çift yönlü kalkış?”
KISSA KISSA YOLCULUK
Her yazı bir kıssaya dönüştü. Küçücük deftere yazdığı satırlar büyüdü, çoğaldı. Fizik tedavi seanslarından kalan zamanları, “duygu tedavisi”ne ayırıyordu. Doktorlar bile şaşkındı: “Bir hasta, aynı anda hem iyileşip hem edebiyat mı yapar?”
İLK KİTAP BASIMI VE HEYECANI: Mürekkep Değil, Yürek Akıyor
Emine’nin yazdığı kıssalar, Ayşe’nin sessiz editörlüğüyle dosya-dan kitaba dönüştü. Matbaadan gelen ilk kutu, Olukpınar’a ulaştı-ğında hava değişti. Kuşlar bile daha ritmik öttü, çünkü o kutunun içinde sadece kitap değil, bir devrim vardı.
Kutu açıldığında Emine’nin gözleri değil, kalbi doldu. Kitabı eline aldığında kapağa değil, kapağın ardındaki yıllara baktı.
“Bu sadece benim değil, bizim sesimiz,” dedi.
Ayşe hemen atıldı: “Ve bu ses, sessizliği bile bastırır! Gerekirse megafon olur, gerekirse sabun!”
Kitabın kokusu bile farklıydı—mürekkep değil mücadele koku-yordu. Ayşe kitabı burnuna götürüp şöyle dedi: “Bu kokuyu par-füm yapsak, adı ‘Direniş No. 5’ olurdu.”
İlk sayfayı okuyanlar şaşırdı. Çünkü o kelimeler sadece yazı değil, yürekten dökülen bir yaşam manifestosuydu.
Bir okuyucu şöyle dedi: “Bu kitap bana yürümeyi öğretmedi ama durup düşünmeyi öğretti. Ve düşündükçe yürümek kolaylaştı.”
Ayşe kitabı eline alıp şöyle fısıldadı: “Bu kitap ağlatmaz… sarsar. Hem de öyle bir sarsar ki, duygular Richter ölçeğinde ölçülür.”
Ardından ekledi: “Ve bazı sayfalar var ki, okurken kalp ritmi de-ğiştiriyor. Resmen edebi EKG!”
Emine defterine son bir not düştü: “Ben bu kitabı yazmadım. Bu kitap beni yazdı. Her satırda yeniden doğdum, her paragrafta yü-rüdüm.”
Ve o gün, Olukpınar’da sadece bir kitap doğmadı—bir kıssa dev-rimi başladı. Köy meydanında çocuklar kitap ayracı yerine dua yazdı, yaşlılar kitabı başucuna koydu, gençler ilk kez sessizce okudu.
Ayşe ise kitabı göğsüne bastırıp şöyle dedi:“Bu kitap, rampasız
SOKAKLARA DÖŞENMİŞ KELİME TAŞLARIDIR.”
ELEŞTİRİYE KAHKAHA İLE CEVAP:
“Yazmasam Hayata Haksızlık Olurdu”Tabii ki eleştiriler de vardı. Bazıları dudak bükerek, kaş çatıp şöyle diyordu: “Engelli kadın yazar olur mu?” Emine bu soruya ne kalemle ne defterle cevap verdi. Kahkahasıyla verdi.
— “Benim hayatım zaten eleştiriden ibaret. Yazmasam, hayata haksızlık olurdu.”Sonra ekledi:
— “Ben rampasız sokakta yürüyemedim ama kelimesiz dünyada koşuyorum. Hangisi daha zor, siz karar verin.”
Bu cesaret, onun yazarlığını güçlendirdi. Yazdıkça güçlendi, güç-lendikçe yazdı.
Ayşe bir gün şöyle dedi: “Senin kalemin eleştiriyle çalışıyor. Ne zaman biri ‘olmaz’ dese, sen bir kıssa daha yazıyorsun.”
Emine defterine şu notu düştü: “Eleştiri bana engel değil, yakıt oldu. Ben o yakıtla sayfa sayfa yürüdüm.”
YAZMAK BİR DİRENİŞ: KALEMLE KAZILAN YOL
Yazmak onun için sadece bir hobi değildi; bir direnişti.Kalem onun kalkanı, cümleleri kılıcıydı.Her paragraf bir rampaydı, her sayfa bir merdivendi.Ve Emine hepsini kelimelerle tırmandı.
“Yazmasaydım, kim beni hatırlardı?” dedi bir gün.
Ayşe hemen atladı: “Yazmasaydın, biz seni değil; sen bizi unu-turdun.”
Yazarken ağladı, güldü, sustu, haykırdı.Bir gün defterine şöyle yazdı: “Ben yürüyemedim ama yazdım. Ve yazdıkça yürüdüm. Bu bir edebi fizyoterapi.”
Doktorlar bile şaşkındı:
“Bu kadın hem fiziksel olarak iyileşiyor, hem edebi olarak yükse-liyor. Bu ne biçim çift yönlü kalkış?”
TOPLUMA AYNA TUTMAK: Görünmeyeni Görünür Kılmak
Emine’nin eserleri, sadece kendi yaşamını değil, engelli bireylerin toplumdaki yerini, karşılaştıkları zorlukları da anlatıyordu. Ama anlatmakla kalmıyor, gösteriyordu.
Toplumun görmezden geldiği gerçeklere ayna tutuyordu—ama bu ayna sıradan değil, büyüteçliydi. Her satır, bir “bak” çağrısıydı.
Okuyucular sadece bir hikâye okumuyordu; bir vicdanla yüzleşi-yordu. Bir öğretmen şöyle dedi: “Emine’nin kitabını okuduktan sonra okul rampasını ölçtüm. Yetmediğini fark ettim. O bize sa-dece hikâye değil, ölçü verdi.”
Ermenek Kaymakamı şöyle yazdı:“Bu kitap, kaldırım yüksekliğini değil, empati derinliğini ölçüyor.”
Emine defterine şu notu düştü: “Ben görünmeyeni yazdım. Çünkü görünmeyenler, en çok hissedilenlerdir.”
YENİ PROJELER VE UMUTLAR: KISSADAN KONFERAN-SA
Emine için yazarlık bir varış değil, kalkış noktasıydı. Kitap basıl-dıktan sonra defteri kapatmadı—aksine, yeni bir defter açtı.
Konferanslar, söyleşiler, paneller… Artık kelimeleri sadece sayfa-larda değil, mikrofonlarda yankılanıyordu.
Bir gün bir etkinlikte şöyle dedi:
“Yazmak bitti demek değil, yeni yolculuklar başlıyor. Ben kıssayla geldim, kıssayla gideceğim.”
Ayşe kuliste fısıldadı: “Sen konuşurken ben not alıyorum. Bu söyleşi değil, canlı kitap yayını!”
Emine engelli bireylerin sesi olma yolunda adımlar atıyordu.
Bir belediye toplantısında şöyle seslendi: “Rampalar betonla değil, empatiyle döşenir. Ben kelimeyle inşa ediyorum.”
Yeni kitaplar için planlar yapıyor, her yeni proje bir umut tohumu gibi filizleniyordu.
Ayşe bir gün şöyle dedi: “Senin projelerin öyle hızlı büyüyor ki, biz daha kapağı tasarlamadan kıssa çiçek açıyor.”
KONYA GÜNLERİ VE HAYATIN YENİDEN BAŞLAMASI: Tedavi Değil Tefekkür
Konya’ya geldiğinde Emine’nin hayatı bir dönüm noktasına girdi.
Fizik tedavi merkezinin koridorları onun için sadece iyileşme değil, içsel keşif alanıydı.
Her seans bir umut ışığıydı. Doktorlar sabırlıydı, hemşireler şef-katliydi. Ve Emine bir gün defterine şöyle yazdı: “Her kelimem, onlara teşekkürün bir parçası. Çünkü onlar bana sadece yürümeyi değil, yazmayı da öğrettiler.”
Ayşe tedavi sonrası şöyle dedi:“Bugün fiziksel egzersiz değil, edebi esneme yaptık. Senin metaforların kas gevşetiyor.”
Konya’da geçen günler, Emine’nin içindeki yazma azmini körük-ledi. Her muayene sonrası bir paragraf doğdu. Her ağrı sonrası bir kıssa serpildi.
YAZAR OLARAK KENDİNİ BULMASI: Satır Satır Kendine Dönüş
Konya’da geçirdiği günler, Emine’nin kendini ifade etme biçimini derinleştirdi.Yaşadığı zorluklar, umutlar ve hayaller yazdıklarına yansıdı. Her satırda yaşama dair yepyeni pencereler açtı.
Bir gün defterine şöyle yazdı: “Ben artık kelimeyle nefes alıyo-rum. Yazmak, oksijenim oldu.”
Ayşe defteri okurken şöyle dedi: “Senin cümlelerin öyle güçlü ki, bazen sayfa bile taşıyamıyor. Kıssa taşması yaşanıyor.” Yazmak artık onun hayatının en büyük parçasıydı. Kalem onun yürüyeme-yen ayakları, defter ise bastonuydu.
Ve bu baston, onu sadece ileri değil, derine götürüyordu.
OKUYUCULARLA BULUŞMA: İMZA DEĞİL, İLHAM GÜ-NÜ
Kitapları yayımlandığında Emine’nin sesi duvarları aştı. İmza günleri başladı. Ama bu günler sadece kitap imzalamak değil, hayatlara dokunmaktı.
Bir kadın gelip şöyle dedi: “Benim oğlum da engelli. Sizin kitabı-nızı okuduğunda ilk kez güldü.”
Emine gülümsedi: “Demek ki kıssalar sadece ağlatmaz, güldürür de.”
Ayşe imza masasının arkasında kıssa çayı dağıtıyordu. Bir çocuk geldi, kitap ayracı yerine dua verdi. Bir yaşlı amca kitabı başucuna koydu, “Bu bana gece lambası gibi,” dedi.
Her sohbet, her buluşma yeni hikâyeler için ilham oldu.Emine defterine şu notu düştü: “Ben kitap yazmadım, kıssa ektim. Ve şimdi insanlar gelip hasat yapıyor.”
GELECEK PLANLARI: KISSADAN KISSAYA YOLCULUK
Emine için yazarlık artık bir meslek değil, bir yaşam biçimiydi. Kalem onun pusulası, defter ise haritasıydı. Yeni hikâyeler, yeni kitaplar için hayalleri vardı—ama hayal kurarken bile kıssa yazı-yordu.
Ayşe bir gün şöyle dedi: “Senin hayallerin bile paragraf yapısında. Rüya görürken bile giriş-gelişme-sonuç var!”
Emine engelli bireylerin yaşamlarını kolaylaştırmak için projeler düşünüyordu. Rampasız sokaklar, erişilebilir okullar, kıssa atölye-leri…
Bir gün şöyle yazdı: “Yazdıklarımın bir gün toplumda büyük de-ğişimlere yol açacağını biliyorum. Çünkü kelimeyle yürüyen bir toplum, engeli aşar.”
Ayşe projeleri duyunca hemen not aldı: “Bu liste TED konuşması değil, toplumsal devrim manifestosu!”
YAZARLIĞIN GÜCÜ VE ENGELLİLİK: KALEMLE KURU-LAN KÖPRÜ
Emine yazarlığıyla sadece kendi hayatını değil, binlerce kişinin sesini duyuruyordu. “Yazmak, benim direnişim,” diyordu. Ve bu direniş, sessiz değil; kıssalıydı.
Kitapları toplumun engellilere bakış açısını değiştirmek için bir köprü oldu—ama bu köprü beton değil, metaforla örülmüştü.
Bir okur şöyle dedi: “Emine’nin kitabını okuduktan sonra kaldı-rıma değil, kalbe baktım.”
Ayşe bir gün şöyle fısıldadı: “Senin kelimelerin rampadan daha etkili. Çünkü sen zihinsel engelleri kaldırıyorsun.” Her kelime farkındalık taşıyordu. Her paragraf umut serpiyordu.Ve her kitap, bir toplumun aynası oluyordu.
HEYKELİNİN DİKİLİŞİ: DİRENİŞİN TAŞA DÖNÜŞÜ
Olukpınar köyü o sabah bayram havasındaydı. Çünkü meydanda bir heykel dikilmişti—ama bu heykel sıradan bir taş figür değil, bir hayatın direnişle yoğrulmuş özeti gibiydi.Emine’nin hikâyesi artık sadece kitaplarda değil meydanda da ayakta duruyordu.
Açılışta herkes gözyaşlarını tutamadı. Emine kürsüye geldi, gözleri dolu ama sesi dimdikti: “Bu heykel sadece bana değil, tüm engelli kardeşlerime adanmıştır.”
Ayşe mikrofonu kaptı: “Bu heykel taş değil, kıssa kabartması. Her kıvrımı bir satır, her çizgisi bir direniş.”
Bir teyze heykelin yanına gelip şöyle dedi: “Ben ona ‘Emine abla’ diye seslendim, cevap vermeyince küstüm. Sonra taş olduğunu hatırladım.”
O gün Olukpınar sadece bir köy olmadı; kahkahalarla, inatla ve sevgiyle yoğrulmuş bir efsanenin yuvası oldu.
GELECEĞE MEKTUP: KISSAYLA KAZINAN YOL HARİ-TASI
Emine bir gün defterinin arasına bir zarf koydu. Üzerine tek keli-me yazdı. “Geleceğe.”
İçinde ne bir reçete vardı ne bir öğüt listesi. Sadece kalpten gelen bir çağrı:
“Zorluklar sizi yıldırmasın. Kalbinizdeki ışığı söndürmeyin. Yazın, konuşun, direnişinizi çoğaltın. Hayat ne getirirse getirsin, siz kendi yolunuzu çizin.”
Bu mektup bir okulun panosuna asıldı. Bir öğrenci okuduğunda şöyle dedi: “Ben artık sadece sınavlara değil hayata hazırlanıyo-rum.”
Ayşe mektubu okurken gözleri doldu: “Bu mektup, müfredatın eksik kalan kısmı. Resmen duygusal ders kitabı.”
Emine defterine son bir not düştü: “Geleceğe mektup yazmak, geçmişe teşekkür etmektir. Çünkü ben o mektubu rampasız so-kaklarda yürürken yazdım.”
SONSÖZ:
Kalemle Kazınmış Bir HayatEmine’nin hayatı, düz bir çizgi değil; rampalı, virajlı, bazen çukurlu ama hep ilerleyen bir yoldu. Zorluklar ona “dur” dediğinde, o kalemini çıkarıp “devam” yazdı. Her engel, bir paragraf oldu. Her gözyaşı, bir cümleye dönüştü. Ve sonunda ortaya çıkan şey, sadece bir yaşam değil—bir edebi direniş manifestosuydu.Yazarlığı onun için süs değil, silah oldu. Mizahı ise zırhı.Bir gün şöyle dedi: “Ben acıyı yaz-madım, acıyla dans ettim. Kalemimle halay çektim, metaforla zıpladım.”Ve gerçekten de yazdıkları, sadece satır değil; ritim, kahkaha, gözyaşı ve umut taşıyordu. Onun hikâyesi, bir hastane odasında başlamadı—bir sessizlikte doğdu. Ve şimdi, binlerce insana ses oldu. Bir okur şöyle yazdı:
“Emine’nin kitabını okurken ağladım, güldüm, sonra gidip an-neme sarıldım. Çünkü o bana insan olmayı hatırlattı.”
Emine defterine son bir not düştü:“Ben yürüyemedim belki ama kelimelerim koştu. Rampasız sokaklarda değil, yüreklerde iz bıraktım.”Ve o gün, sonsöz yazılmadı—sonsuzluk başladı.
KISSADAN EFSANEYE, TAŞTAN KALBE
Emine’nin hayatı, rampasız sokaklarda başlayan ama kelime-lerle döşenmiş bir yoldu. Zorluklar ona “dur” dediğinde, o “de-vam” yazdı. Her engel bir paragraf oldu, her gözyaşı bir cümleye dönüştü.
Yazarlığı, onun sessiz çığlığıydı—ama bu çığlık, kıssayla yankı-landı. Ve sonunda ortaya çıkan şey, sadece bir yaşam değil; bir edebi direniş manifestosuydu.
“Ben yürüyemedim belki ama kelimelerim koştu,” dedi bir gün.
Ayşe defteri kapatırken fısıldadı:
“Sen kitap yazmadın, kıssa ektin. Şimdi herkes gelip hasat yapı-yor.”
OLUKPINAR’DA EMİNE’NİN HEYKELİNİN DİKİLİŞİ: “Taş Değil, Kahkahalarla Dolu Bir Efsane!”
Köy meydanı o gün tam bir festival alanına dönüştü. Davul yok-tu ama ritim vardı. Zurna çalmadı ama kahkahalar yankılandı.
Çünkü Emine’nin heykeli dikilmişti—ama bu heykel sadece taş değil, yürekten gelen bir kahkahaydı adeta.
Zira o, engelleri devirmiş, hayata meydan okumuş bir efsaneydi.
Ve bu heykel, ona sonsuz bir “Bravo!” demekti.
Törene küçük çocuklar, yaşlı dedeler, öğretmenler, kaymakam-lar ve selfie manyağı köylüler akın etti.Hatta muhtar Hilmi bile elinde mikrofonla sahneye çıktı:“Heykel dikildi, artık köyümüz Instagram’da ünlü!”
Köylüler kahkahaya boğuldu.Bir teyze hemen araya gir-di:“Heykel o kadar gerçek ki, ben ona ‘Emine abla’ diye seslen-dim, cevap vermeyince küstüm!”
Emine kürsüye geldi, gözleri dolu ama sesi dimdikti:“Benim için değil, bizim için yapıldı bu heykel. Çünkü bu köyün insanları, engelleri değil, espriyi geçemez!”
Muhtar Hilmi mikrofonu tekrar kaptı:“Bu heykel sadece taş değil, Emine’nin yürüdüğü her yolda bıraktığı inat ve neşenin somut hali!”
Bir ara çocuklardan biri heykele top attı. Muhtar hemen refleks gösterdi:“Hey, bu taş değil, bizim kahraman!”Top geri sektirdi, ama kahkahalar ileri gitti.
O gün Olukpınar sadece bir köy olmadı; kahkahalarla, inatla ve sevgiyle yoğrulmuş bir efsanenin yuvası oldu.
Ve Emine’nin hikâyesi, sadece kitaplarda değil, meydanlarda da ayakta durdu.