0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
93
Okunma
Önsöz – Emine’nin Işığında Yol Almak
Bu kitap, bir insanın değil; bir direnişin, bir kıvının, bir ışığın hikâyesidir.
Emine Sezgin, 1975 yılında Ermenek’in Kopokoğluğu köyünde dünyaya geldiğinde, köydeki dualar umutla karıştı ama bazı diller hasetle kıvırıldı. “Bu çocuk sakat, boşuna uğraşma,” dediler. Ama annesi bir an Emine’nin gözlerine baktı ve orada bir melek gördü. O an, kaderin yazgısı değişti.
Emine’nin bedeni küçüldü, ama aklı büyüdü.
Hayat ona engel koydukça, o kıvınla yol açtı.
Bu kitap, onun o yolları nasıl açtığını anlatıyor.
🪶 Bu kitapta ne bulacaksınız?
- Bir çocuğun kimliğini çalıp okula gitme cesaretini
- Bir öğretmenin gözyaşına yenik düşüp sağ koluna dönüşen öğrenciyi
- Bir babanın sadece ebeveyn değil, hayat arkadaşı oluşunu
- Sofrada hasetle yüzleşen ama affetmeyi seçen bir yüreği
- Devletin “engellisin ama maaş alamazsın” dediği bir sistemle dans eden bir kadını
- Köy çocuklarını çobanlıktan mühendisliğe taşıyan bir öncüyü
- Her satırı yürekten, her kelimesi ışıkla yazılmış bir anlatıyı
🎭 Mizah da var, gözyaşı da
Emine’nin hikâyesi sadece acı değil.
O, mizahı da direnişin bir parçası yaptı.
Kimi zaman “Ben engelliyim ama sistemin zekâsı benden daha kısıtlı gız” diyerek güldürdü,
kimi zaman “Ayaklarım yere basıyor ama hayallerim göğe çıkıyor” diyerek düşündürdü.
💡 Neden bu kitap?
Çünkü Emine’nin hikâyesi, sadece ona ait değil.
Bu, toplumun aynası.
Bu, susturulmuş seslerin yankısı.
Bu, “engel” kelimesinin yeniden tanımlanması.
dde 1: Olukpınar’da Bir Çocukluk – Pencere Kenarında Kurulan Dünya
Olukpınar köyü, ilkbaharda uyanırdı. Kavaklar yapraklanır, toprak nemlenir, sabahları horoz değil serçeler öterdi. Emine Sezgin, bu köyde doğduğunda dünya ona yürümeyi değil, hayal kurmayı öğretti. Bedensel engeli nedeniyle sokaklarda koşamasa da, pencereden dışarıyı izlerken zihni uçardı. Pencere onun için bir ekran değil, bir sahneydi. Karşıdaki dut ağacında iki serçe kavga eder, bir kertenkele taşın altına kaçardı. Yaşıtları sokakta seksek oynarken, Emine defterine bir ev çizerdi: bahçesinde sardunyalar, verandasında bir salıncak, içeride kitap dolu raflar. Yazdığı her kelime, yürüyemediği bir adımın yerine geçerdi. Güneş öğlen tepeye çıktığında, Emine’nin hayalleri de göğe yükselirdi. “Ben de koşabilirim,” derdi içinden, “ama kelimeyle.” Köyün taşlı yolları onun için engel değil, hikâye malzemesiydi. Her böcek, her kuş, her rüzgâr esintisi bir karakter olurdu. Mizahı da eksik değildi: komşunun horozu sabahları geç öterdi, Emine ona “tembel paşa” derdi. Pencere kenarında kurduğu dünya, gerçek dünyadan daha genişti. Çünkü Emine için yaşamak, yürümek değil; görmek.
Madde 2: Devletin Kapısında Duran Umut – “Ayağın Yere Basıyor” Meselesi
Emine büyüdü gız. Olukpınar’ın taşlı yolları hâlâ hayalinde, ama artık başka bir mesele vardı: babası yaşlanmış, gözleri Emine’ye dönmüştü. Emine, “Ben bakarım” dedi. Kalbiyle, sabrıyla, sevgisiyle. Devletin kapısına gitti. Dilekçesini yazdı, imzasını attı. Memur baktı, sonra bir cümleyle dünyasını yıktı: “Sen engellisin, bakamazsın.” Emine içinden “Benim kalbim sağlam gız” dedi ama dışarıya suskun kaldı.
Yetmedi. Engelli maaşı için başvurdu. Bu kez başka bir memur, başka bir cümle: “Ayağın yere basıyor, maaş alamazsın.” Emine o an düşündü: “Ayağım yere basıyor ama hayalim göğe çıkıyor gız.” Mizahı da eksik etmedi. Eve dönünce komşuya dedi: “Devlet beni uçan kuş sayıyor, maaş vermiyor.” Komşu güldü, Emine yazdı.
Her cevapsız başvuru, bir satır oldu defterinde. Her reddedilen dilekçe, bir karaktere dönüştü hikâyesinde. Devletin kapısında umut beklerken, Emine kendi iç kapısını araladı. “Ben anlatacağım” dedi. “Ben yazacağım.” Çünkü onun engeli yürüyememek değil, görülmemekti. Ve görülmek için kelimeye sarıldı.
Köyde rüzgâr estiğinde, Emine pencereyi açar, defterini koyar, serçelere okurdu. Belki devlet duymadı ama kavaklar duydu, böcekler duydu, kelimeler duydu. Emine’nin sesi artık sadece köyde değil, kelimede yankılanıyordu.
Madde 3: Pencere Kenarında Kurulan Üniversite – Hayalin Fakültesi
Emine Sezgin’in üniversitesi pencereydi gız.
Köydeki taş evin doğuya bakan camı, onun kampüsüydü. Sabah güneş vurunca ders başlardı. Kavakların hışırtısı felsefe olurdu, serçelerin kavgası sosyoloji. Karşıdaki dut ağacında bir sincap belirse, Emine onu psikolojiye bağlardı: “Bak, stresli gız, cevizini saklayamıyor.” Yaşıtları şehirde fakülteye giderken, Emine defterine giderdi. Her gün yeni bir bölüm açardı: “Hayalcilik 101”, “İçsel Direniş ve Toplumsal Görünmezlik”, “Kalemle Yürüyüş Teknikleri.”
Köydeki çocuklar onun yanına gelir, “Sen ne yazıyorsun?” derdi. Emine gülümserdi: “Ben kendimi yazıyorum gız.”
Bir gün komşunun oğlu geldi, elinde üniversite broşürü. “Senin gibi biri okuyamaz,” dedi. Emine defteri kapattı, ama içini değil. O gece pencereye oturdu, ay ışığında yazdı: “Benim üniversitem gökyüzü, hocam rüzgâr, sınavım sabır.”
Köydeki böcekler bile onun öğrencisiydi. Bir karınca yuva taşırken, Emine not aldı: “Azim dersi.”
Bir gün pencere kenarında yazarken, rüzgâr sayfayı çevirdi. Emine gülümsedi: “Demek ki geçtim bu dersten.”
Onun için üniversite bir bina değil, bir bakıştı.
Ve o bakış, her sabah pencereyi açtığında yeniden başlıyordu.
Madde 4: Engelin Tutanakla Ölçüldüğü Gün – “Ben Bir Oto Lastiğine Engel Olmuşum Çok Mu?”
Emine Sezgin sabah erkenden pencereyi açtı, güneş yüzüne vurdu, rüzgâr saçlarını karıştırdı. Bugün köy minibüsüne binecekti. Hedef: ilçe kütüphanesi. Ama kaderin mizah anlayışı yine devredeydi. Emine rampadan inerken, tekerlekli sandalyesi bir oto lastiğine hafifçe dokundu. Polis geldi, olay yeri inceleme gibi baktı. Tutanak tutuldu: “Engelli vatandaş, aracın hareketini engellemiştir.” Ceza yazıldı. Emine gözlüğünü düzeltti, kalemini çıkardı, defterine not aldı: “Ben bir oto lastiğine engel olmuşum çok mu? Devlet ömrüme engel oldu, onun tutanağını kim tutacak gız?”
Komşu Ayşe duyunca kahkahayı bastı: “Emine, senin engelin mizah gız!”
Emine gülümsedi ama içi ciddiydi. “Ben bu olaydan birim kuracağım,” dedi. “Adı: Gönül Engelleri Tespit Müdürlüğü.”
Her gün karşılaştığı engelleri listeledi:
- Rampasız bakkal
- Merdivenli muhtarlık
- “Sen yapamazsın” diyen gözler
- “Senin için zor olur” diyen cümleler
Ama Emine’nin hırsı bu listeyi yakacak kadar sıcaktı.
O gün minibüse binemedi ama kelimeye bindi.
Defterine yazdı: “Ben yürüyemem ama yürütürüm gız. Kelimeyi, fikri, sistemi.”
Ve o oto lastiği, romanın ilk sembolü oldu:
Küçük bir çarpışma, büyük bir uyanış.
Madde 5: Emine’nin Oran Operasyonu – “Engel Fazla, Mizah Daha Fazla!”
Emine Sezgin, devletin engelli personel kontenjanına başvurdu. Dilekçesini yazdı, imzasını attı, umutla bekledi. Cevap geldi: “Engel oranınız fazla.”
Emine gözlüğünü düzeltti, defterini açtı, içinden “Ben fazla değilim gız, sadece derinim,” dedi.
Ama pes etmedi.
Köydeki arcılardan yardım istedi.
İki keçi, bir kertenkele ve komşunun horozunu yanına alıp hastaneye gitti.
Doktor şaşırdı: “Bu nedir?”
Emine cevapladı: “Engel oranımı düşürmeye geldim. Mizahla, doğayla, toplumsal destekle.”
Keçi “meee” dedi, horoz geç öttü, kertenkele taşın altına kaçtı.
Doktor raporu yazdı: “Engel oranı düşürüldü. Sebep: toplu mizah terapisi.”
Emine yeniden başvurdu. Bu defa kurum “aykü testi” istedi.
Emine teste girdi, soruları okudu, cevapları yazdı.
Sonuç geldi: “Aykü testiniz kurum standartlarının üstünde. Sizi alırsak algoritmamız çöker.”
Emine defterine yazdı:
“Ben bir oto lastiğine engel olmuşum çok mu?
Şimdi de algoritmaya engel oldum.
Devletin sistemine mizah virüsü gibi girdim gız!”
Komşu Ayşe duyunca kahkahayı bastı:
“Emine, senin engelin değil zekân olay olmuş!”
Emine gülümsedi: “Ben yürüyemem ama sistemi yürütürüm gız.”
Madde 6: Emine’nin Kurum Çökerten CV’si – “Algoritmayı Yıkmaya Geldim”
Emine, engelli personel kontenjanına ikinci kez başvurdu.
İlk başvuruda “engel oranınız fazla” denmişti.
Bu defa oranı düşürmek için köyün tüm canlılarını seferber etmişti.
Ama sistem yine şaşırmıştı.
Şimdi sıra aykü testindeydi.
Kurumdan gelen yazıda şöyle deniyordu:
“Zihinsel yeterlilik testi uygulanacaktır. Sonuçlar algoritmik dengeye göre değerlendirilecektir.”
Emine teste girdi.
Sorular geldi:
“Bir tren saatte 80 km hızla giderse, 3 saatte kaç kilometre yol alır?”
Emine cevapladı: “Benim trenim hayal gücüyle çalışıyor. Hızını kalem belirler.”
Sonraki soru:
“Bir grup çocuk 12 elma paylaşırsa, kişi başı kaç elma düşer?”
Emine yazdı: “Ben elmayı paylaşmam, hikâyeyi paylaşırım.”
Testin sonunda sistem kilitlendi.
Kurumdan gelen son mesaj:
“Aykü testiniz kurum standartlarının üstünde. Sizi alırsak algoritmamız çöker.
Bu nedenle başvurunuz reddedilmiştir.
Not: Lütfen bir daha başvurmayınız.
Ek not: Lütfen bir daha yazmayınız.”
Emine defterini açtı, yazdı:
“Ben bir oto lastiğine engel olmuştum, çok mu?
Şimdi de algoritmaya engel oldum.
Devletin sistemine kelimeyle sızdım.
Yürüyemem ama sistemi yürütürüm.”
Komşular duyunca fısıldaştı:
“Emine işe giremedi ama sistemden çıktı.
Artık CV’si değil, manifestosu var.
Madde 7: Emine’nin Dernek Hamlesi – “Kovuldum, Kuruldum”
Emine, aykü testinden sonra sistemden reddedildi.
Ama bu onun için son değil, başlangıçtı.
Köy kahvesine gitti, masaya oturdu, defterini açtı.
Başlık attı: “Kurumdan Kovulanlar Derneği – K.K.D.”
İlk üyeyi hemen buldu:
Muhtarın yeğeni, KPSS’de 1 netle elenmişti.
İkinci üye:
Kasap Halil, “Et fiyatlarıyla algoritma çökerttim” diyordu.
Üçüncü üye:
Ayşe Teyze, “Benim sabrım kurumun sabitlerini bozdu,” diyerek başvurdu.
Emine dernek tüzüğünü yazdı:
1. Her üye en az bir sistem çökertme girişiminde bulunmuş olmalıdır.
2. Mizah, resmi dil olarak kabul edilir.
3. Devlet dairesine giren herkes, önce kahkaha atmalıdır.
4. CV yerine “Hayal Dosyası” sunulur.
5. Reddedilmek, üyelik onayı sayılır.
İlk etkinlik: “Algoritma Anıtı’na Çiçek Bırakma Töreni.”
Emine, eski yazıcının üstüne bir karanfil koydu.
Yanına not iliştirdi: “Seni yendik. Mizahla.”
Kurumdan gelen son mesaj:
“Dernek faaliyetiniz sistemsel dengesizlik yaratmaktadır.
Lütfen mizahı azaltınız.”
Emine cevap yazdı:
“Ben mizahı azaltmam.
Benim mizahım, sistemin sigortasıdır.”
Madde 8: Emine’nin Hayal Dosyası – “CV’siz Giriş, Hayalle Sızış”
Emine, “Kurumdan Kovulanlar Derneği”nin logosunu çizdi:
Bir sandalye, üstünde boş bir CV, altında “Hayal Dosyasıyla Geliniz” yazıyor.
Sonra kendi dosyasını hazırladı.
Kapak sayfası: “Emine Sezgin – Sistemle Mizah Üzerinden Mücadele”
Alt başlık: “Yürüyemem ama yürütürüm.”
İçindekiler bölümü şöyleydi:
1. Oto lastiğiyle çarpışma anı
2. Aykü testini çökerten cevaplar
3. Keçi destekli oran düşürme operasyonu
4. Algoritma Anıtı’na çiçek bırakma töreni
5. Mizah terapisiyle kamu dengesini bozma
Dosyayı kuruma gönderdi.
Kurumdan gelen ilk tepki: “Bu belge resmi değil.”
Emine cevapladı: “Ben de resmi değilim. Benim varlığım, sistem dışı bir şiirdir.”
İkinci tepki: “Bu belgeyi kim onayladı?”
Emine: “Hayal kurulu. Başkan benim, üyeler umut.”
Kurumun algoritması yine kilitlendi.
Sistem içinden bir ses duyuldu: “Bu kişi alınırsa, kurumda kahkaha başlar.”
Emine defterine yazdı:
“Ben belgeyle değil, etkiyle başvuruyorum.
CV değil, hayal dosyası sunuyorum.
Sistemi değil, insanı hedef alıyorum.”
Komşular fısıldaştı:
“Emine işe giremedi ama hikâyeye girdi.
Artık onun adı, sistemin dipnotlarında geçiyor.
Madde 9: Emine’nin Kamuya Açık Mizah Semineri – “Engel Değil, Espriyle Geçilir”
Köy meydanına bir masa kuruldu.
Üzerinde bir mikrofon, yanında bir çaydanlık, altında bir pankart:
“Engel varsa mizah vardır.
Yürüyemem ama güldürürüm.”
Emine kürsüye çıktı.
İlk cümlesi: “Ben bir oto lastiğine engel olmuşum, çok mu?
Devlet bana ceza yazdı, ben ona fıkra yazdım.”
Kalabalık gülmeye başladı.
İkinci cümle: “Aykü testinde algoritmayı çökerttim.
Kurum bana ‘üst sınırdasın’ dedi.
Ben de ‘üstüme alınmam, üstüne yazarım’ dedim.”
Üçüncü cümle: “CV yerine hayal dosyası sundum.
Kurum ‘bu resmi değil’ dedi.
Ben de ‘ben de değilim zaten’ dedim.”
Seminerin sonunda herkes ayakta alkışladı.
Muhtar bile gözlüğünü çıkarıp “Bu kadın sistemin parantezini kapattı,” dedi.
Kasap Halil defterine not aldı: “Et değil, espri satılmalı.”
Emine kürsüden indi, defterine yazdı:
“Ben yürüyemem ama anlatırım.
Engel değil, espriyle geçilir.
Kurumlar duvarsa, mizah merdivendir.”
Madde 10: Emine’nin Kamuya Girişi – “Sistemi Almadılar, Ben Sistemi Aldım”
Emine, üçüncü kez başvurdu.
Bu defa ne oran vardı, ne aykü testi, ne CV.
Sadece bir dilekçe:
“Ben geldim.
Siz almazsanız, ben sizi alırım.”
Kurum şaşırdı.
Dilekçeyi açtı, içinde bir şiir vardı:
“Yürüyemem ama yürütürüm.
Engel değilim, espriyim.
Sistem değilim, sistemin aynasıyım.”
Kurumun algoritması titredi.
Sistem içinden bir ses duyuldu:
“Bu kişi alınırsa, kurumda kahkaha başlar.
Kahkaha başlarsa, evraklar dans eder.
Dans ederse, memurlar ritim tutar.
Ritim tutarsa, disiplin bozulur.”
Emine defterine yazdı:
“Ben disiplin değilim, devinimim.
Kamuya girmedim, kamuya kelimeyle sızdım.
Sistemi almadılar, ben sistemi aldım.”
O gün kurumun giriş kapısına bir not asıldı:
“Emine Sezgin bu binaya alınmamıştır.
Ancak etkisi binanın duvarlarında yankılanmaktadır.”
Komşular fısıldaştı:
“Emine işe giremedi ama sistemin iç sesi oldu.
Artık onun adı, kurumun kahve molasında geçiyor.
adde 11: Emine’nin Devletle Son Diyaloğu – “Ben Evrak Değil, Efsaneyim”
Emine, kurumdan gelen son mektubu aldı.
Zarfı açtı, içinden şu cümle çıktı:
“Başvurunuz sistemsel uyumsuzluk nedeniyle reddedilmiştir.
Not: Mizahınız algoritmik dengeyi bozmuştur.”
Emine gözlüğünü düzeltti, defterini açtı.
Cevap yazdı:
“Ben sistemle uyumlu değilim çünkü ben sistem değilim.
Ben evrak değilim, efsaneyim.
Sizin formunuzda yerim yok ama halkın hafızasında yerim var.”
Kurum şaşırdı.
İçeriden bir memur fısıldadı:
“Bu kadın dilekçeyle değil, dilekle başvuruyor.”
Başka bir memur:
“Evrakları değil, evreni dolduruyor.”
Emine köy meydanına çıktı.
Elinde bir dosya, içinde sadece bir cümle:
“Ben yürüyemem ama anlatırım.
Engel değilim, anlatıyım.
Kamuya alınmadım ama kamuya dönüştüm.”
O gün köyde bir söylenti yayıldı:
“Emine işe giremedi ama sisteme girdi.
Artık kurumlar onun adını fısıltıyla anıyor.
Ve her evrakın kenarında bir gülümseme beliriyor.
Madde 12: Emine’nin Defteri – “Ben Evrak Değil, Efsaneyim”
O gece sessizlik köye çöktüğünde, Emine defterini açtı.
Sayfalar doluydu: başvurular, retler, oranlar, testler, keçiler, horozlar, algoritmalar, kahkahalar.
Ama son sayfa hâlâ boştu.
Kalemini aldı, düşündü.
Sonra yazdı:
“Ben yürüyemem ama yürütürüm.
Ben başvurmadım, başlattım.
Ben evrak değilim, efsaneyim.
Sistemi geçemedim ama sistemi geçersiz kıldım.”
Defterin kenarına bir not düştü:
“Bu belge resmi değildir.
Ama halkın hafızasında mühürlüdür.”
Ertesi sabah köy meydanında bir afiş asıldı:
“Emine Sezgin – Kamuya alınmadı.
Ama kamu onunla yeniden tanımlandı.”
Muhtar gözlüğünü düzeltti, fısıldadı:
“Bu kadın dilekçeyle değil, dilekle başvurdu.
Ve biz onu değil, onun hikâyesini işe aldık.”
Kasap Halil etiket değiştirdi:
“Et değil, espri satılır.”
Ayşe Teyze çaydanlığa not yapıştırdı:
“Demli değil, derin.”
Emine defterini kapattı.
Ama hikâyesi açık kaldı.
[20:20, 02.10.2025] Resim Oluşturan Yapay Zeka 2: nı geri getirerek 12–17 arasındaki bölümleri yeniden dokuyorum. Her bölüm 300 sözcük civarında, cümle başlarında imgeyle açılıyor, paragraf düzeni net, detaylı anlatım var, mizah ince ince serpiştirilmiş, bütüncül kurgu korunmuş. Ara açıklama yok, kesintisiz akışla sunuyorum. İşte yeniden doğmuş bölümler:
---
🌿 Bölüm 13: Kalbin Taştığı Yer
Güneş, Olukpınar’ın taş döşeli meydanına nazlı nazlı süzülürken, Hayal Okulu’nun kapıları ilk kez açıldı. Açılışta Emine konuşmadı; kelimeleri değil, sessizliği sahneye çıkardı. Masaya bir defter bıraktı, kapağında tek cümle: “Duygu kararınca, kontrol kaçar. Ama bazen o kaçış, bizi özgürleştirir.” Bu cümle, köyün çocuklarının içini dürttü. Kimi annesini anlattı, kimi rüyasında gördüğü dev tavşanı, kimi de gece korktuğu karanlığı. Defter, bir tür iç dökme kutusuna dönüştü. Muhtar Halil, gözlüğünü burnunun ucuna indirip sayfaları çevirdi. “Sen bize sadece hikâye değil, cesaret verdin,” dedi, sesi çatlak ama kalpten. O gün, Olukpınar’da bir şey değişti. Kalbin taştığı yer, bazen en doğru yerdir; çünkü taşan kalp, sınır tanımaz. Emine’nin sessizliği, köyün gürültüsünü susturdu. Çocuklar artık sadece oyun oynamıyor, duygularını yazıyordu. Defter, bir tür duygusal harita oldu. Her sayfa bir kıvı, her kelime bir dönüşümdü. Mizah da eksik değildi: Ali, rüyasında keçiyle evlendiğini yazdı. Keçi, düğünde zurna çalıyordu. Halil gülmekten defteri düşürdü. İşte o gün, Hayal Okulu sadece bir bina değil, bir kıvı sahnesi oldu.
---
✨ Bölüm 14: İlk Öğrenci
Kapı gıcırdayarak açıldığında, içeri giren ilk çocuk Zeynel’di. Ayakları yürümüyordu ama gözleri koşuyordu. Emine, diz çökerek onunla göz hizasına indi. “Burada kimse sana ne yapamazsın demeyecek,” dedi. “Burada herkes ne yapabiliriz diye sorar.” Zeynel’in yüzü, güneş görmüş toprak gibi çatladı, sonra gülümsedi. “Ben hikâye yazmak istiyorum,” dedi. Emine defteri uzattı. “O zaman ilk cümleyi sen yaz.” Zeynel yazdı: “Ben yürüyemem ama hayalim uçuyor.” O cümle, okulun duvarına asıldı. Ve Olukpınar’da bir kez daha anlaşıldı: Engel, hayalin karşısında duramaz. Zeynel’in hikâyesi, diğer çocuklara kıvı oldu. Ayşe, “Ben de yazacağım ama önce keçimi bulmalıyım,” dedi. Keçi, okulun bahçesinde saklambaç oynuyordu. Mizah, hikâyeye kıvrım kattı. Zeynel’in defteri, okulun kutsal kitabı gibi oldu. Her çocuk, bir cümleyle kendini tanıttı. Emine, kıvıyı sadece yazıyla değil, bakışla da öğretti. Zeynel’in hayali, okulun çatısına kadar çıktı. O gün, Hayal Okulu’nun duvarları sadece taş değil, umutla örüldü.
---
🌸 Bölüm 15: Yeni Sesler
İkinci haftanın sabahında, kapıdan içeri sessiz bir kız girdi. Adı Elif’ti. Ayakları yere basıyordu ama gözleri hep yere bakıyordu. Emine onun sessizliğinde bir çığlık duydu. “Burada konuşmak zorunda değilsin,” dedi. “Ama istersen yazabilirsin.” Elif, defteri aldı. Sayfaya sadece bir kelime yazdı: “Korkuyorum.” Emine defterin yanına bir kelime daha ekledi: “Beraber.” O gün, Elif ilk kez başını kaldırdı. Çünkü bazen bir kelime, bir el, bir bakış… bir hayatı değiştirebilir. Elif’in hikâyesi, okulun sessiz köşesine kıvı bıraktı. Diğer çocuklar onun etrafında toplanıp “Ben de korkuyorum ama keçim beni koruyor,” dedi. Keçi, okulun terapisti oldu. Mizah, sessizliği yumuşattı. Elif, sonraki günlerde deftere cümleler ekledi. “Korkumun adı yok ama sesi var,” yazdı. Emine, onun kelimelerini duvarlara astı. Hayal Okulu, artık sadece yazılan değil, hissedilen bir yerdi. Elif’in sessizliği, okulun en gürültülü sesi oldu. Çünkü bazen sessizlik, en yüksek çığlıktır.
---
🌕 Bölüm 16: Geçmişin Kapısı
: Bir sabah, okulun kapısında bir gölge belirdi. Emine gözlerini kıstı. Tanıdık bir yüz… ama yılların tozuyla örtülmüş. “Ben… ben Mahir,” dedi adam. “Senin çocukluk arkadaşın.” Emine’nin kalbi bir an durdu. Mahir, onun en çok güvendiği ama en çok kırıldığı kişiydi. “Sen gittiğinde ben sustum,” dedi Mahir. “Ama sen sustuğunda dünya konuşmaya başladı.” Emine, gözlerini kaçırmadı. “Ben artık susmuyorum,” dedi. “Ve seninle konuşacak çok şeyim var.” O gün, Hayal Okulu’nun bahçesinde iki eski dost, iki yaralı kalp, yeniden konuşmaya başladı. Mahir, okulun duvarlarına bakarken “Sen burayı hayal ettin, ben hayalini unuttum,” dedi. Emine gülümsedi. “Hayal unutulmaz, sadece bekler.” Mizah da eksik değildi: Mahir, okulun keçisini görünce “Bu mu müdür?” dedi. Keçi gururla böğürdü. Geçmişin kapısı açıldı ama içeri giren artık aynı kişi değildi. Emine, Mahir’e defter verdi. “Sen de yaz,” dedi. Mahir yazdı: “Ben sustum ama senin kelimelerin beni uyandırdı.” O gün, geçmiş kıvıya dönüştü.
---
🔥 Bölüm 17: Yüzleşme
Mahir, okulun bahçesinde sessizce oturuyordu. Elinde Zeynel’in yazdığı hikâye defteri vardı. Emine yanına geldi. “Sen gittiğinde ben çok sustum,” dedi. “Ama sustuğum her gün, içimde bir kelime büyüdü.” Mahir başını eğdi. “Ben seni anlamadım o zaman. Senin sessizliğini zayıflık sandım.” Emine gülümsedi. “Benim sessizliğim, fırtına öncesiydi.” O gün, geçmişin yükü birer cümleyle hafifledi. Mahir deftere bir şey daha yazdı: “Bazı yaralar konuşunca iyileşir.” Hayal Okulu’nun duvarına bu cümle asıldı. Çocuklar altına kendi yaralarını yazdı. Ayşe, “Benim yaram keçim beni ısırdı,” dedi. Keçi suçlamayı reddetti. Mizah, yüzleşmeyi yumuşattı. Emine ve Mahir, okulun bahçesinde yürürken geçmişin gölgesi değil, kıvısı konuştu. Çünkü yüzleşme, sadece hesaplaşma değil—yeniden doğma. O gün, Hayal Okulu bir terapi merkezi gibi çalıştı. Kelimeler, yara bandı oldu. Ve Emine, Mahir’e dönüp “Artık susmak yok,” dedi. Mahir gülümsedi. “Artık yazmak var.”
BÖLÜM 1: GÖNÜL PENCERESİ VE MEZARLIK MANZARALI HAYALLER
Olukpınar köyünde sabahlar, güneşin doğu penceresinden içeri sızmasıyla başlardı.
Emine, o pencerenin önünde durur, bir yandan çayını yudumlarken bir yandan mezarlığa bakardı.
Evet gız, evin doğu penceresi mezarlığa bakardı—ama bu onu korkutmazdı.
Aksine, Emine için mezarlık, geçmişin WhatsApp grubu gibiydi: sessiz ama hep çevrim içi.
Ebesiyle, dedesiyle mezar üstü muhabbetler yapar, “Dede, bu sabah dolma sardım, senin gibi kıvı kıvı oldu” derdi.
Mezarlıkta rüzgar esince, Emine “Aha, dedem onayladı” diye iç geçirirdi.
Çocukluk ve gençlik aynı sokakta yürürken, Emine hayallerini de yanına alırdı.
İlk aşkını mezarlık manzaralı pencerede hayal etti.
“Gönül Penceremden baktığımda yere su argı vardı,” diye yazmıştı bir defterine.
O su birikintisinde çocuklar oynar, serçeler çimerdi.
Serçelerin ıslak kanatlarıyla çırpınışı, Emine için aşkın metaforuydu: biraz ıslak, biraz telaşlı, ama hep özgür.
---
Bölüm 2: Sümük Silen Ebe ve Köyün Kıvı Kraliçesi
Emine, köyün çocukları için sadece abla değil—tam teşekküllü kıvı hizmeti sunan bir kurumdu.
Evlerinin önüne çıktığında, çocuklar etrafına toplanırdı.
Sümüğü akanın sümüğünü silerdi, hem de öyle peçeteyle değil—parmakla, kıvı kıvı.
Saçı dağınık olanı tarar, belik örerdi.
Ödevi olanın ödevini yapar, “Senin öğretmenin kim gız, ben daha kıvı anlatırım” derdi.
Körebe oynarken, engelli çocuğu hep ebe yapardı.
“Sen sobelenmezsin gız, sen sobelersin!” diyerek onu oyunun yıldızı yapardı.
Köyde herkes Emine’yi severdi ama kimse onun kadar kıvı anlatamazdı.
Her doğan gün onun için yeni bir hayat, her batan gün hesaplaşma zamanıydı.
Güneş pencereye vurunca, Emine içinden “Bugün de kıvı yazacağım” derdi.
🕯️ BÖLÜM 1: ZAMAN, MEKÂN VE DUYGU – “İlk Adımın Ritüeli”
Sabahın ilk ışığı, köy okulunun doğu cephesine vurduğunda, zaman durmazdı—ama çocuklar dururdu.
O gün, Emine ilk kez okulun kapısından içeri adım attı.
Ayakkabısı çamurluydu, ama içi umut doluydu.
Zaman, onun için artık sadece saat değil—bir ritim, bir eşlik, bir defterin ilk sayfasıydı.
Mekân, tek sınıflı bir köy okuluydu.
Beş sınıf bir aradaydı, toplam 16 öğrenci.
Kara tahta, tebeşir, dışarıda tuvalet, plastik ıprıkla su taşıma…
Ama Emine için bu mekân, bir kutsal alan gibiydi.
İlk kalem tutuşu, ilk resim yapışı, ilk alta kaçırışı—hepsi bu mekânda oldu.
Ve her biri, bir duygunun ritüeliydi.
Öğretmen tavrı sertti ama gözleri yumuşaktı.
“Emine, çizgiyi taşırma,” dediğinde, Emine içinden “Ben taşarım ama ritimle,” dedi.
O gün, zaman bir brime dönüştü.
Mekân bir eşlik alanı oldu.
Duygu bir arşive yazıldı.
🎒 BÖLÜM 2: OKUL, ÇEVRE VE EYLEM – “Köyde Kurulan Eğitim Ritüeli”
Köy okulunun kapısı gıcırdayarak açıldığında, Emine içeri adım attı.
Sınıfın kokusu: tebeşir, ter, umut.
Beş sınıf bir aradaydı, ama herkes kendi ritmini taşıyordu.
Toplam 16 öğrenci, ama 16 ayrı dünya.
Kara tahta önünde öğretmen durdu, elinde tebeşir.
“Bugün harfleri öğreneceğiz,” dedi.
Ama Emine için harf değil—ilk çizgi, ilk yankı, ilk eşlik.
Kalemi ilk kez tuttuğunda, parmakları titredi.
Resim yaparken güneşi hep mezarlığın üstüne çizdi.
Çünkü onun için ölüm bile çevrim içiydi.
Tuvalet dışardaydı, su plastik ıprıkla taşınıyordu.
Emine bir gün altına kaçırdı, ama utanmadı.
Çünkü öğretmen “Her şey öğrenilir,” dedi.
Ve o gün Emine öğrendi:
Eğitim sadece bilgi değil—ritim, eşlik, cesaret.
Köy okulu küçük olabilir ama ritüeli büyüktü.
Her gün bir ilk, her ilk bir kayıt, her kayıt bir roman.
Ve Emine artık sadece öğrenci değil—arşivin öznesiydi.
---
BÖLÜM 3 – Kimlik Hırsızlığıyla Başlayan Eğitim Operasyonu
Emine, sabah erkenden kalktı, babacığının pantolonunu yokladı. Cüzdanın içinden kimliği çekti, sanki casusluk yapıyor. Ama bu casusluk değil—eğitim operasyonuydu. Dokuz yaşındaydı ama kimlikte beş. Okula yazılmak için yaş küçültmek değil, kader büyütmek gerekiyordu. Okul kapısına dayandı, gözyaşları hazır, ayakkabısı çamurlu. Öğretmen önce “Küçüksün gız, Milli Eğitim kızar,” dedi. Emine ağladı, öğretmen yumuşadı. “Bir ay kimliğin bende kalsın,” dedi. O gün, Emine sadece okula değil, hayata yazıldı.
---
BÖLÜM 4 – Ev Ortamı: Cehaletle Dans, Umutla Halay
Evde bilgi yoktu ama kıvı vardı. Annesi okuma yazma bilmezdi, ama gözleriyle roman yazardı. Şalvarıyla soba başında oturur, “Kızım oku da adam ol,” derdi. Babacığı askerde öğrenmişti harfleri, eve döndüğünde gazete okur, Emine’ye “Bu harf ‘m’ gız,” diye fısıldardı. Emine, o fısıltılardan bir alfabe kurdu. Evdeki cehalet, onun için bir duvar değil—bir sıçrama tahtasıydı. Her harf, bir tuğla. Her cümle, bir merdiven. Ve Emine, o evin kıvı dolu sessizliğinden çıkıp, kelimelerle dünyayı fethetmeye başladı.
ÖLÜM 5 – Sınıf Sahnesi: Kalem Düşürme Operasyonu
Köy okulunda ders değil, tiyatro oynanırdı. Öğretmen tahtaya döndüğünde, çocuklar sahneye geçerdi. Kalemler bilinçli düşerdi, ama amaç yerden almak değil—aşağıdan bakmaktı. Emine ilk kez öğretmenin eteğinden bacağını gördüğünde, gözleri büyüdü. “Bu ne gız?” dedi içinden. Çünkü evde şalvar, entari dışında bir şey görmemişti. Don bile bir sırdı. Öğretmen yürürken eteği savrulunca, sınıfın içinden fısıltılar yükselirdi. “Donu beyaz,” derdi biri. “Dantelli,” diye eklerdi öteki. Ama kimse yüksek sesle konuşmazdı. Çünkü bu tiyatro sessiz oynanırdı. Her bakış bir replikti, her fısıltı bir perdeydi. Ve Emine, bu sahnede rolünü sessizce öğreniyordu.
---
BÖLÜM 6 – Tuvalet Ritüeli: Aralıkların Anatomisi
Tuvalet dışardaydı, tahtadan çakma bölmelerle. Klozet yoktu, iki tahta arasına açılmış bir delik vardı. Bok gözükürdü, kokusu sınıfa kadar gelirdi. Ama asıl ritüel, tahta aralıklarından bakmaktı. Kızlar kapı aralığından oğlanların bülüğüne göz atardı, oğlanlar kızların pıtığına. Zeynep derte yapar, Aliye göz ederdi. “Seninkini gördüm,” diye parmak sallanırdı. Mizah vardı ama ses yoktu. Her şey fısıltıyla yürürdü. Tuvalet, sadece ihtiyaç değil—merakın laboratuvarıydı. Ve Emine, bu ritüelin içinde hem utandı hem öğrendi. Çünkü köy okulunda bilgi kadar beden de keşfedilirdi. Ama hep sessizce, hep kıvı dolu.
BÖLÜM 7 – İlk Arkadaşlık: Kalem Paylaşımı ve Sırdaşlık Ritüeli
Emine okulda ilk arkadaşını bulduğunda, kıvı bir bağ kuruldu. Kalemini paylaştı, silgisini bölüştü, sıraya birlikte oturdu. Adı Zeynep’ti, saçları örgülü, gözleri hep soru doluydu. Teneffüste birlikte ip atladılar, kantinden sakız aldılar, defter kenarına kalp çizdiler. “Sen benim sırdaşımsın,” dedi Zeynep. Emine içinden “Ben seninle ritim tutarım,” dedi. Birlikte öğretmenin gözlüğünü takıp taklit yaptılar, sınıf güldü. Ama bu arkadaşlık sadece oyun değil—bir güven alanıydı. Emine ilk kez biriyle sessizce anlaşabildi. Kalem değil, kıvı paylaşıldı.
---
BÖLÜM 8 – İlk Kıskançlık: Silgi Krizi ve Göz Teması Savaşı
Bir gün Zeynep, silgisini Ali’ye verdi. Emine’nin içi burkuldu. “Benimle paylaşırdı,” dedi içinden. Ali gülümsedi, Zeynep de. Emine’nin gözleri kıvı kıvı doldu. Sınıfta sessiz bir savaş başladı: göz teması, omuz çarpması, teneffüste ayrı oynamalar. Öğretmen “Ne oldu size?” dedi. Emine sustu, Zeynep başını eğdi. Ama o gün Emine öğrendi: kıskançlık da bir duygu, ve duygular da öğrenilir. Sonra barıştılar, silgiyi üçe böldüler. Çünkü köy okulunda krizler bile kıvı çözülürdü. Ve Emine, duyguların da ritmi olduğunu fark etti.
BÖLÜM 12 – İlk Yaklaşım: Kalp Çizgisi ve Göz Teması
Ali, teneffüste Emine’ye yaklaştı. Elinde defteri, içinde bir kalp. Kalbin içine “E+?” yazmış. Emine baktı, ama cevap vermedi. Gözleri Ali’nin gözlerine değdi, sonra kaçtı. Sınıfta yan yana oturdular, ama Emine hep biraz uzak kaldı. Çünkü onun için aşk, bir kelime değil—bir kıvıydı. Ali gülümsedi, Emine defterini kapattı. Kalp çizgisi silinmedi ama konuşulmadı. O gün Emine ilk kez birinin kendisine farklı baktığını hissetti. Ama savunma modundaydı. Kalbi kıvırdı, sesi sustu.
---
BÖLÜM 13 – İlk Kaçış: Teneffüs Taktikleri ve Sessiz Siper
Emine, Ali’yi gördüğünde yön değiştirdi. Teneffüste ip atlamaya gitti, kantine uğramadı. Zeynep “Ali seni seviyor,” dediğinde, Emine “Ben ders seviyorum,” dedi. Ama içi kıvı kıvıydı. Kalbi hızlı atıyor, ama yüzü donuktu. Öğretmen “Neden dalgınsın?” dediğinde, Emine “Yorgunum,” dedi. Ama yorgunluk değil—kaçıştı. Çünkü savunma modu, sadece beden değil—zihin taktiğiydi. Emine, Ali’nin bakışından kaçtı ama defterin arkasına onun adını yazdı. Sessizce, gizlice, kıvı dolu.
---
BÖLÜM 14 – İlk İç Ses: Kalbin Fısıltısı ve Kıvı Kıvı Kabul
Gece oldu, Emine defterini açtı. Kalbin içine “E+?” yazılmıştı. Yanına küçük bir yıldız çizdi. “Belki,” dedi içinden. Çünkü savunma modu çatlamıştı. Kalbi hâlâ temkinliydi ama artık fısıldıyordu. “Ben de hissediyorum,” dedi sessizce. Aşk, onun için hâlâ bir sınavdı ama artık soruları ezberlemeye başlamıştı. Sabah okula gittiğinde, Ali’ye bakmadı ama yanına oturdu. Kalemini paylaştı, silgisini bölüştü. Ve o gün Emine, savunma modundan çıkmadı ama iç sesini tanıdı. Aşk gelmişti, ama sessizce, kıvı kıvı.
--- bile vermiyor.
Döküyorum şimdi:
BÖLÜM 15 – Duyguya Tepki: Kalbin Mezarlığı
Emine bir gün aynaya baktı, gözleri boştu.
Eskiden kıvı kıvı parlayan bakışlar, şimdi sadece “görme” işlevi taşıyordu.
Zeynep “Ali seni seviyor,” dediğinde, Emine “Ben kimseyi sevmem,” dedi.
Ama bu bir tavır değil—bir savunma değil—bir ölüm ilanıydı.
Duygular, zamanında çok koştu, çok düştü, çok kırıldı.
Şimdi hepsi bir mezarlıkta yatıyor, mezar taşlarında “ilk bakış”, “ilk umut”, “ilk hayal” yazıyor.
Emine artık duygularla değil, görevle yaşıyor.
Gülmek gerekiyorsa gülüyor, ama içi sessiz.
Aşkı duyunca kıvırmıyor, sadece “geç” diyor.
Çünkü onun kalbi, artık sadece ritim tutuyor—melodi yok.
BÖLÜM 15 – Elementlerle Savaş: Kalbin Laboratuvarı
Emine sabah kalktığında, önce suyla savaştı—ıprıkla taşındı.
Sonra ateşle—sobayı yaktı, külü temizledi.
Toprakla—çamaşırı çitiledi, çamuru kazdı.
Hava zaten hep eksikti, nefes almak bile görevdi.
Ve bu dört elementin ortasında, Emine bir şey görmedi.
Ne aşk, ne umut, ne hayal.
Çünkü onun gözleri hayatta kalmaya ayarlıydı.
Kalbi ritim tutmazdı artık, sadece dayanırdı.
“Ben bir şey gördüm mü?” dediğinde, aslında “Ben bir şey hissettim mi?” diyordu.
Ve cevabı: hayır.
Çünkü elementlerle savaşan bir kız, duyguyla barış yapamazdı.
BÖLÜM 16 – Kurallı Oyunlar: İp Atlama ve Taş Sıçratma Ritmi
1. ve 2. sınıf çocukları okul bahçesinde kurallı oynar.
İp atlama sırası bellidir, taş sıçratma çizgisi sabittir.
“Bir, iki, üç—taş ileri!” diye bağırılır.
Kızlar ipi çevirir, oğlanlar atlar.
Sonra yer değişir, herkes eşit.
Emine bu oyunları sever, çünkü kuralları vardır.
Kimse kimsenin eteğini çekmez, şalvarına dokunmaz.
Oyun, sadece oyun gibi oynanır.
Ama sonra büyük sınıflar gelir, ritim bozulur.
---
BÖLÜM 17 – Şalvar-Önlük Savaşı: 4. ve 5. Sınıfın Hoyratlığı
4. ve 5. sınıf erkekleri bahçeye girince oyun değişir.
Kızların önlüğünü çekmek, oğlanların şalvarını indirmek ritüel olur.
Ali, Zeynep’in düğmesini açar, Zeynep de Ali’nin lastiğini gevşetir.
Gülüşmeler olur, kaçışlar başlar.
Ama Emine bu sahneyi garip bulur.
“Bu oyun değil,” der içinden.
Çünkü onun için oyun, kurallı olmalı.
Bu hoyratlık, onun kıvı dünyasına aykırıdır.
Gülünür ama içten bir şey eksilir.
---
BÖLÜM 18 – Emine’nin Bakışı: Sessiz Gözlem ve İç Sorgu
Emine bir köşeye çekilir, defterini açar ama yazmaz.
Gözleri bahçede, içi karışık.
“Bu ne biçim oyun?” diye düşünür.
Kızlar gülüyor ama gözleri kaçıyor.
Oğlanlar bağırıyor ama seslerinde bir yarış var.
Emine bu sahneyi anlamaz.
Çünkü onun için oyun, kıvı paylaşımıdır—şalvar çekiştirme değil.
O gün defterine sadece bir cümle yazar:
“Ben bu oyuna girmem.”
Ve o cümle, onun iç direnişinin ilk satırı olur.
Kalpten Gelen Direniş
> “Mesela derler ki, bana bir kız buluver.”
> “Bende derim ki, duygu satın alınmaz. Duygu yaşanır.”
Emine bu cümleyi yazarken, gözleri sınıfın camına takılmıştı.
Bahçede çocuklar gülüyordu, ama o gülüşlerin fiyatı yoktu.
Çünkü onun için duygu, kantinden alınan sakız gibi değil—toprağa düşen yağmur gibi.
Gelir, dokunur, geçer. Ama iz bırakır.
BÖLÜM 19 – Bahçede Kurulan Hayat
Emine okul bahçesini bir oyun alanı değil, bir dünya gibi görürdü.
Yakan topta kaçarken değil, yakalanırken gülerdi.
“Yağ satarım bal satarım” oynarken, sesini değil hayalini yükseltirdi.
Seksek taşını çizerken, çizgiye değil geleceğe basardı.
Bahçede fırınlık yaparlardı—toprakla, taşla, hayalle.
Çamura batarlardı ama o çamur, onları kirletmezdi.
Çünkü oyun, sadece eğlence değil—karakterdi.
---
BÖLÜM 20 – Oyuncaklarımızı Kendimiz Kurardık
Emine ve arkadaşları oyuncaklarını marketten değil, bahçeden bulurdu.
Bir taş, bir dal, bir bez parçası… hepsi birer kahramana dönüşürdü.
Yemek yaparlardı—toprakla, yaprakla, hayalle.
Bir çukur kazanır, içine su döker, “çorba oldu” derlerdi.
Ama o çorba, hayalin tadını taşırdı.
Çamura batarlardı ama çamurlaşmazlardı.
Çünkü kir, dışarıdaydı; içleri hep kıvıydı.
BÖLÜM 21 – İlk Hayal Kırıklığı: Oyunun Bozulduğu Gün
Bir gün Emine bahçeye çıktı, elinde seksek taşı.
Ama çizgiler silinmişti, taşlar dağılmıştı.
Zeynep ağlıyordu, Ali bağırıyordu.
Oyun bozulmuştu.
Emine sessizce yere çöktü, taşını eline aldı ama atmadı.
Çünkü o gün oyun değil, düzen kırılmıştı.
Bir öğretmen geldi, “Ne bu gürültü?” dedi.
Ama kimse cevap vermedi.
Çünkü o gün, çocukluk biraz eksildi.
---
BÖLÜM 22 – Öğretmen Bakışı: Sessiz Yargı ve İç Sıkıntı
Emine sınıfa döndüğünde öğretmen göz göze geldi.
“Sen neden ağlamıyorsun?” dedi.
Emine cevap vermedi.
Çünkü onun gözyaşı dışarı değil, içeri akıyordu.
Defterini açtı, ama yazmadı.
Sadece bir çizgi çizdi: düz, uzun, sessiz.
O çizgi, o günkü duygunun izi oldu.
Öğretmen anlamadı, ama Emine anladı:
Bazı oyunlar bozulur, bazı bakışlar kırar.
---
BÖLÜM 23 – Defterin Kıvrımı: Sessizce Yazılan Direniş
O gece Emine defterinin en arkasına bir cümle yazdı:
“Biz çamura battık ama çamurlaşmadık.”
Sonra altına bir çizgi, bir yıldız, bir taş resmi çizdi.
Çünkü o taş, seksekten değil—direnişten kalmaydı.
O defter artık sadece ders değil, hayatın arşiviydi.
Ve Emine o gün büyüdü, sessizce, kıvı kıvı.
Birileri “bul” der, o “ol” der.
Birileri “ver” der, o “yaşa” der.
Çünkü Emine, duyguyu pazarda değil, defterin kıvrımında arar.
Ve o gün, bu cümleyi yazdıktan sonra defterini kapattı.
Ama içinden bir ses hâlâ fısıldıyordu:
“Ben duyguya fiyat biçmem. Ben onunla yaşarım.”
OLUKPINAR’DA BİR GÜN
Sabah, yayladan gelen rüzgâr süğüdün dallarını usulca öperken, köyün horozu ötmeye başlamıştı. Emine, kısa boyuyla ama yayla kadar geniş gönlüyle, evin söfesinden çıkıp dereye doğru yürüdü. Elinde iki haranı, biri küllü su için, biri sıcak su için. İnek dışkısını sabahın erken saatinde, taze taze toplamıştı. Kapağını sıkıca kapatmış, krem gibi yedireceği beyaz çamaşırları hayal ediyordu.
Dere kenarında kurbağalar zıplıyor, kuşlar sabah duasını ötüyordu. Çocuklar çimenlerde çıplak ayakla koşuyor, bazen derenin içine girip taşları çeviriyordu. Büyükler şalvarlı, kadınlar yazmalıydı. Herkesin bir işi vardı, ama herkesin göz ucuyla Emine’ye selamı da eksik olmazdı.
Emine, taşın üzerine beyazları yığdı. Her birine özenle dışkı sürdü, sonra küllü suyla kefki döktü. Tokacı kaldırdı, indirdi. Her vuruşta kir dereye aktı, ama Emine’nin gözleri beyazlardan değil, gönlünden akan hayallerden ışıldıyordu. Genç kızlık düşleri, yaylada otlayan hayvanlar gibi serbestti. Belki bir gün biri gelir, ona da bir türkü yakar.
Mevsim sonbahara dönüyordu. Söğüdün yaprakları sararıyor, derenin sesi biraz daha hüzünleniyordu. Emine, çamaşırları çalıya serdi. Sonra taşın üstüne oturdu, ellerini dizlerine koydu. Gözleri derenin akışında, gönlü geçmişin sohbetinde. Akşam olunca eve döndü, ocağı yaktı, pilavı pişirdi. Sofrayı kurdu. Aile toplandı. Anası gençlik anılarını anlattı, babası utangaç gülümsedi. Emine sustu ama sustuğu yerden bir şiir doğdu.
Olukpınar’da Bir Gün — Ertesi Sabahın Uyanışı
Sabah, süğüdün dalları yine rüzgârla selamlaştı. Güneş, dağın arkasından yavaşça yükselirken, köyün horozu ötmeye başladı. Emine, pencereyi açtı. İçeri dolan hava, önce yüzünü okşadı, sonra düşlerini hatırlattı. Bugün çamaşır yoktu ama yaylaya gidenler vardı.
Evdeki soba hâlâ sıcaktı. Anası tandır ekmeğini hazırlarken, babası dışarıda hayvanlara yem veriyordu. Emine, kısa boyuna aldırmadan, yayla yoluna düşmeye karar verdi. Elinde bir sepet, içinde ayran, ekmek, biraz çökelek. Gönlünde ise bir türkü:
> “Yaylaya giden yol uzun,
> Gönlümde otlar yeşerir.
> Her adımda bir düş kurarım,
> Her düşte bir Emine büyür.”
Yayla yolu taşlıydı, ama taşlar Emine’ye tanıdıktı. Her biri bir anıydı: çocukken düştüğü yer, ilk kez türkü söylediği taş, bir zamanlar bir oğlanın ona gülümsediği köşe. Yol boyunca kurbağalar zıplıyor, kuşlar ötüyordu. Çimenler sabah çiğiyle ıslanmış, güneş onları parlatıyordu.
Yaylaya vardığında, otlayan koyunlar, keçiler, çobanlar vardı. Herkes bir işle meşguldü ama Emine’nin gelişi fark edildi. Ona bir taş gösterdiler, “buraya otur gız, burası senin yerin” dediler. Emine oturdu, sepetinden ayranı çıkardı, ekmeği bölüştü. Sonra bir türkü söyledi. Sesini rüzgâr aldı, dağın öte yüzüne taşıdı.
O an, yaylada bir sessizlik oldu. Herkes sustu, sadece Emine’nin sesi vardı. O ses, kısa boylu bir kadının değil; büyük bir yüreğin sesi oldu. Yayla, o gün biraz daha yeşerdi.
“Yalnızlıkta Yankı” – Olukpınar Defterinden
Gece, yaylanın üstüne serilmiş bir örtüydü.
Yıldızlar sessizdi ama Emine’nin içi konuşuyordu.
Yorganın kıvrımında bir düş kıvrıldı,
Yastığın kenarında bir özlem serpildi.
> “Ben kendime eşlik ettim,” diye yazdı.
> “Çünkü kimse gelmedi.
> Ama ben vardım.
> Ellerim vardı, düşlerim vardı,
> Ve bedenim, bana ait bir evdi.”
Köy sessizdi.
Ama sessizlik, Emine için bir sahneydi.
Orada kimse yoktu ama her şey vardı:
Bir bakışın hayali, bir dokunuşun yankısı,
Bir türkü gibi içten gelen bir kıpı.
> “Ben sustum ama sustuğum yerden bir ritim doğdu.
> O ritim, ne utançtı ne yasak.
> O ritim, bendim.
> Ve ben, kendime tanıklık ettim.”
Sabah olunca, Emine defteri kapattı.
Ama o gece, defter değil;
Emine’nin içi yazılmıştı.
Yayıkta Aşk, Sütte Neşe” – Olukpınar Güncesinden
Emine sabah yaylaya indiğinde, keçiler onu görünce rahatladı.
Çünkü Emine’nin elleri, keçimemesiyle anlaşırdı.
Ama inek? O başka bir hikâyeydi.
Göğsü yüksek, gönlü nazlıydı.
Emine altına taş koydu, inek kıpırdadı,
Helkedeki süt bir anda Emine’nin başından aşağı döküldü.
Anası kapıdan bakıp gülerek dedi:
“Benim kızım süt gibi—arada sütle banyo yapar, teni yumuşar!”
Emine’nin pazuları oba direğinden güçlüydü.
Boyu yayığa yetmezdi ama taşları üst üste dizer,
Bişeği eline alır, yayığa vururdu.
Bazen aşka gelir, tuluğun ipini kırardı.
Bazen dibini deler, yoğurt tepeden tırnağa üstüne boşalırdı.
Oğlaklar gülerdi, kuzular yalardı.
Ama Emine neşesini kaybetmezdi.
Çünkü onun dünyasında üzüntüye yer yoktu.
O, gönlüne Olukpınar yaylası gibi gülücük ekerdi.
Umut ekerdi.
Ve geceleri, gizli gizli mutluluk gözyaşıyla sulardı.
“Yayla Gülüşü” – Olukpınar Güncesinden
Bir gün Emine, yayık başında yine aşka geldi.
Tuluğun ipini öyle bir salladı ki,
Yoğurt değil, sanki gökyüzü boşaldı.
Üstü başı beyaz, saçları kıvıma batmış,
Oğlaklar çevresinde dönüyor,
Kuzular gülüyor,
Bir tanesi gelip yayık dibini yalıyor.
Emine kahkaha attı,
Ama o kahkaha, sadece ses değil—bir türküydü.
Oba direği gibi dimdik durdu,
Ama gönlü, yayla çiçeği gibi yumuşaktı.
Anası uzaktan seslendi:
“Emineee! Kızım yoğurtla banyo yapmış yine!”
Sonra ekledi:
“Benim kızımın neşesi bulaşıcıdır,
Bir güler, yayla güler!”
Emine taşların üstüne oturdu,
Güneş tenine değdi,
Ama onun içi daha parlaktı.
Çünkü o, gülücük ekerdi.
Her sabah umut,
Her gece gizli gözyaşıyla sulardı.
“Keşli Yayla Senfonisi” – Olukpınar Güncesinden
Emine sabah sütleri sağdı,
Keçiler memelerini uzattı, “Al gız, neşemizi de sağ!” der gibi.
Peynir yaptı, deriye bastı—ama öyle bastı ki,
Deri bile “oh be, sonunda bir sanat eseri taşıyorum” dedi.
Yayığı yaydı, bişeği salladı,
Yağ çıktı, ama Emine durmadı:
Toprağın yağ batağına bastı,
Toprak bile kaydı, “Bu ne bolluk gız!” diye.
Ayranı kaynattı, keş yaptı.
Keşi keseye bastı, ama yetmedi:
Taşa yatırdı, üstüne taş koydu,
Keşin suyu süzüldü, ama gururu süzülmedi.
Sonra peynirle keşi karıştırdı,
Deriye bastı, ama bu sefer sanatla bastı.
Fazla keşi kuruttu, keseye koydu,
Keseye koyarken bile “Bu, yaylanın cevheri” dedi.
“Emine’nin Keşli Zaferi” – Zeyve Pazarı Senfonisi
Sabahın körü.
Güneş daha çınarların arkasından göz kırpmamış.
Ama Emine ayakta.
Keşler keseye girmiş, peynirler deriye basılmış, ayranlar fokur fokur.
Yayık sanki sabaha türkü söylüyor.
“Bugün Zeyve Pazarı gız!”
Emine bastonunu alıyor, ama o baston sadece destek değil—bir bayrak.
Yayladan pazara yürürken, keçiler bile arkasından bakıyor:
“Bizim sütümüzle tarih yazacak bu kadın!”
Pazara vardığında, çınarların altı dolmuş.
Tezgâhlar kurulmuş, ama Emine’nin tezgâhı başka.
O sadece ürün değil, hikâye satıyor.
Bir kadın yaklaşıyor:
“Bu keşi neden taş gibi bastırmışsın?”
Emine gülümsüyor:
“Çünkü ben her kıvımı bir duayla bastım.
Bu keş, sadece süt değil—gözyaşı, kahkaha, umut.”
Bir çocuk ayran içiyor, sonra “Anne bu ayran dans ediyor!” diyor.
Bir yaşlı adam peynir alıyor, sonra susuyor.
Çünkü lezzet konuşuyor.
Sonra pazarda bir fısıltı yayılıyor:
“Emine’nin keşleri şifa gibi gız!”
Bir kadın gelip üç kese alıyor,
Ama Emine birini geri veriyor:
“Bu senin değil, senin kızının düşlerine ait.”
---
🎭 Zeyve Pazarı Şenliği
Öğleye doğru Emine’nin tezgâhı önünde kuyruk oluşuyor.
Ama o acele etmiyor.
Her müşteriye bir hikâye anlatıyor.
Bir keş satıyor, bir sır veriyor.
Bir ayran veriyor, bir dua fısıldıyor.
Sonunda pazarcılar bir araya geliyor:
“Emine’ye bir ödül verelim gız!”
Ama Emine gülüyor:
“Benim ödülüm, sizin gülüşünüz.
Pıttıklı Sabah” – Olukpınar Güncesinden
Sabahın ilk ışığı yaylaya değdiğinde,
Emine çoktan uyanmıştı.
Bastonunu almadı bu sefer—çünkü neşesi onu taşıyordu.
Keçiler onu görünce rahatladı,
Oğlaklar zıpladı, kuzular gülüştü.
Ama inek?
O hâlâ gururlu, hâlâ nazlıydı.
Emine altına taş koydu,
İnek kıpırdadı,
Ve helkedeki süt, Emine’nin başından aşağı döküldü.
Anası kapıdan seslendi:
“Benim kızım pıttığıyla bile sanat yapar!”
Emine güldü,
Ama o gülüş, sadece ses değil—bir yayla türküsüydü.
Sonra yayığa geçti.
Boyu yetmedi, taşları üst üste dizdi.
Bişeği aldı, yayığa vurdu.
Bir anda tuluğun ipi koptu,
Yoğurt tepeden tırnağa üstüne boşaldı.
Oğlaklar çevresinde döndü,
Bir tanesi gelip yayık dibini yaladı.
Emine kahkaha attı,
Ama o kahkaha, Zeyve Pazarı’na kadar duyuldu.
Çünkü onun neşesi bulaşıcıydı.
Bir gülerdi, yayla gülerdi.
Sonra oturdu taşların üstüne,
Güneş tenine değdi,
Ama onun içi daha parlaktı.
Çünkü o, gülücük ekerdi.
Her sabah umut,
Her gece gizli gözyaşıyla sulardı.
Ve pıttığı?
O da bu sabahın imzasıydı.
Toprağa düşen değil,
Yaylaya yazılan bir kahkaha.
🫖 “EMİNE’NİN EVİ – GÖNÜL SOFRASI”
Köyün girişinde bir ev var.
Ama duvarı değil, gönlü taş.
Kışın kar kürüyeni o ağırlar,
Yazın trampacıları, Anamur’dan Ermenek’e yol alanları.
Her gelenin sırtında yorgunluk,
Ama Emine’nin sofrasında kıvım.
Saat başı batırma yemeği çıkar.
Ama yemek değil sadece—bir ritüel.
Sofra kurulur,
Ardında gönül serilir.
Çay demlenir,
Ama bardakta değil—kalpte.
Kışın arabaşı sofrası kurulur.
Ama un değil, umut yoğrulur.
Tavuk değil, teselli pişer.
Çorba değil, sohbet içilir.
Ev mi?
Yemekhane.
Önü mü?
Yayla meydanı.
Emine’nin eli yemekte,
Ama gönlü misafirde.
Sabundan arınmaz elleri,
Çünkü mutfak onun ibadeti.
Tuvalete gitmeye fırsat bulamaz çoğu kez.
Ama sabrı gibi içinden sıkar.
Bir çay daha demler,
Bir tabak daha uzatır,
Bir yorgun daha ağırlar.
Çünkü onun evi,
Kapısı değil, kıvımı açık.
Çünkü onun gönlü,
Sofra değil, sığınak.
“DEREDE KÖPÜREN GÜN – EMİNE’NİN KIVIMI”
Sabahın erken saatiydi.
Güneş daha tam yükselmemişti ama derenin sesi uyanmıştı.
Ayaklarımız çıplaktı, taşlar soğuktu ama biz sıcaktık.
Çocuklar dereye doluşmuştu—her biri bir kıvım, bir kahkaha.
Suya taş sektiren vardı,
Çamurdan kalp yapan da.
Ben bir çocuğun peşinden koştum,
O da bana suyun içinden bir gül uzattı.
O an, oyun değil— bir sahneydi.
Sonra eve döndük.
Hayatın ritmi değişti.
Süt sağdık, ellerimiz sabahın buğusuyla doldu.
Yoğurt mayaladık, annem “sessiz ol, maya küser” dedi.
Peynirin tuzunu ayarlarken,
Bir damla ter düştü içine— emekle karıştı.
Ayranı çalkaladık,
Köpük taştı,
Biz güldük.
Ama o köpük, sadece içecek değil— çocukluğun yankısıydı.
Tereyağını yoğururken,
Parmaklarım sarıya boyandı.
Ama en sonunda…
Tort yaptık.
O tort,
Sadece bir yiyecek değil— bir günün özeti.
Oyunla başlayan, emekle biten bir sahneydi.
Ve ben o sahnede,
Hem çocuk hem sanatkârdım.
DEREDE KÖPÜREN GÜN – EMİNE’NİN KIVIMI
Sabahın erken saatiydi.
Güneş daha tam yükselmemişti ama derenin sesi uyanmıştı.
Ayaklarımız çıplaktı, taşlar soğuktu ama biz sıcaktık.
Çocuklar dereye doluşmuştu—her biri bir kıvım, bir kahkaha.
Suya taş sektiren vardı,
Çamurdan kalp yapan da.
Ben bir çocuğun peşinden koştum,
O da bana suyun içinden bir gül uzattı.
O an, oyun değil—bir sahneydi.
Sonra eve döndük.
Hayatın ritmi değişti.
Süt sağdık, ellerimiz sabahın buğusuyla doldu.
Yoğurt mayaladık, annem “sessiz ol, maya küser” dedi.
Peynirin tuzunu ayarlarken,
Bir damla ter düştü içine—emekle karıştı.
Ayranı çalkaladık,
Köpük taştı,
Biz güldük.
Ama o köpük, sadece içecek değil—çocukluğun yankısıydı.
Tereyağını yoğururken,
Parmaklarım sarıya boyandı.
Ama en sonunda…
Tort yaptık.
O tort,
Sadece bir yiyecek değil—bir günün özeti.
Oyunla başlayan, emekle biten bir sahneydi.
Ve ben o sahnede,
Hem çocuk hem sanatkârdım.
YÜNÜN DUASI
Kadın yünü suya bastırıyor,
Ama su sadece temizlemiyor—geçmişi okşuyor.
Her lif, bir hatıra.
Her damla, bir dua gibi akıyor.
Ve o dua, sessizce çocukların kahkahasına karışıyor.
ÇEMBERİN RİTMİ
Altı çocuk el ele tutuşmuş,
Suya çember çiziyorlar.
Ama o çember, oyun değil—bir kıvımın halkası.
Her sıçrayan damla, bir kahkaha.
Ve o kahkaha, kadının yününe kadar ulaşıyor.
KIRMIZI BAŞÖRTÜ
Kadının başındaki kırmızı örtü,
Güneşle parlıyor.
Ama o renk, sadece kumaş değil—bir direnişin simgesi.
Yün yıkarken değil,
Hayatı yoğururken takılmış.
SİSLE GELEN SESSİZLİK
Arka planda sis yükseliyor.
Ama o sis, sabahın değil—duygunun buğusu.
Kadın yüne eğilmişken,
Çocuklar suya eğiliyor.
Ve o an, nesillerin secdesi.
TORTUN GÖLGESİ
Yün yıkandı, su aktı,
Ama geride bir tort kaldı.
O tort, sadece kir değil—bir günün özeti.
Kadın kalktı, çocuklar sustu,
Ve o sessizlik,
Kıvımın son damlasıydı.
BÖLÜM 3 – DİZ ÜSTÜ OCAK BAŞI: GENÇLİĞE GEÇİŞİN BUHARI
Ocak yanıyor, ama yemek değil— kıvım pişiyor.
Anacağım beni dizinin üstüne oturtmuş,
Tencereyi gösteriyor ama gözleri başka yerde:
“Bak Emine, yemeğin tuzu değil—niyeti önemli.”
Ben o gün sadece yemek yapmayı değil,
Hayatın altını kısık ateşte tutmayı öğrendim.
Ama sonra…
Daha gençliğe adım atmadan,
Anacağımı kaybettim.
Henüz çocukluğun son kahkahası ağzımda donmamıştı.
Ve ben o günden sonra,
Yemeği yalnız pişirdim,
Ama her buharda onun nefesini aradım.
---
Bölüm 4 – İlmek İlmek Hayat: Dantel mi, Direniş mi?
Kader geldi, kapıyı çalmadı— örgüyle içeri sızdı.
Kanefçeler, etaminler, boncuklar…
Evde ne varsa elime geçti,
Ama ben onları süs diye değil— zırh diye ördüm.
Bir gün boncukları yanlışlıkla pilava kattım,
Misafir dişini kırdı ama “çok kıtır olmuş” dedi.
Ben de dedim: “Hayat da kıtır, bacım. Yutarken dikkat et.”
O günden sonra,
Her ilmekte bir kahkaha sakladım.
Çünkü hayat,
Dikiş tutmasa da gülmekle toparlanır.
---
Bölüm 5 – Aşkın 9 Talebi ve Denize Düşen Kader
Abime bir kız istedik.
Bir değil, iki değil— dokuz kez.
Artık kızın ailesi bizi görünce kapıyı zincirliyordu.
Ama kız da istiyordu,
Sonunda kaçtı.
Biz düğün dernek beklerken,
Oğlumuz oldu, kızımız oldu,
Ve biz hâlâ “vermediler” diye anlatıyorduk.
Sonra…
30 Haziran geldi.
Denize düştü.
Ama sadece beden değil— bizim içimiz de battı.
Arkasından abimi kaybettik,
Yeğenimin annesi gitti,
Doğumdan kalan bebeğimiz de…
Ve biz artık toprağa değil,
Allah’a emanet ediyorduk sevdiklerimizi.
---
Bölüm 6 – Kalemsiz Konyada Kıvımın Sessizliği
Konyadayım.
Ama elimde ne defter var, ne kalem.
Yazmak istiyorum ama kelimeler,
Sanki boncuk gibi kaçıyor.
Birini yakalasam,
Diğeri suya düşüyor.
Ama aşkım dediğim kalemime sarıldım. Kalemim yoldaş kalemim sırdaş…
Ben artık yazmıyorum— kalemimle kıvım döküyorum.
🌾 OLUKPINAR’IN UMUDU EMİNE
Olukpınar köyünde doğdu Emine. Bedeni küçük, adımları kısa, ama hayalleri dev gibiydi. Cüceydi; engelli doğmuştu. Bir eliyle keçi biciği sağar, diğer eliyle devlet kapılarını çalardı. Her kapı yüzüne kapanınca, “Demek ki tokmak eksik,” derdi. Sonra yumruğunu tokmak yapar, masaya vururdu. Mizahı da eksik etmezdi: “Benim boyum kısa ama sabrım daha kısa,” deyip memuru terletirdi.
Köy İşleri masasına gittiğinde, “Çeşmesiz köy kalmasın!” dedi. Çeşme oldu, su aktı, köy gülümsedi. Karayollarına uğradığında, “Yaylaya yol gerek!” dedi. Yol oldu, taş döşendi, teker döndü. Halk Eğitim’in kapısına dayandığında, “Kızlar umutlarını işlesin!” dedi. Biçki dikiş kursları açıldı, kasnaklar gerildi, nakışlar umutla işlendi.
Her sergide Emine başköşedeydi. Onur konuğu değil, onurun ta kendisiydi. Kursiyerler onun adını nakışla yazdı, protokol onun önünde ayağa kalktı. Atölyede önce ölçtü, sonra biçti, sonra umut işledi. Kasnak neredeyse oradaydı, oya neredeyse oradaydı, umut neredeyse Emine oradaydı. Küçük elleriyle büyük işler yaptı. Bir eli keçi sağarken, diğer eli geleceği dokuyordu.
Ve sonra… Emine’nin sesi sadece köy meydanında değil, şehir kürsülerinde de yankılandı.
Bir gün belediye başkanı onu “ilham kaynağı” diye çağırdı, Emine kürsüye çıktı, mikrofonu düzeltti ve dedi ki:
“Ben ilham değilim, ben inatım. İlham gelir geçer, inat kalır.”
Salon önce sustu, sonra alkışla yıkıldı.
Kursiyerler onun etrafında toplanırdı, sadece nakış öğrenmek için değil, hayata tutunmak için.
Emine’nin mizahı iğne gibiydi: ince, keskin, ama hep yerini bulurdu.
Bir gün bir kursiyer, “Hocam, bu kasnak yamuk,” dedi.
Emine gülümsedi: “Yamuk olan kasnak değil gız, senin sabrın. Düzelt sabrını, kasnak düzelir.”
Sergi açılışlarında protokol titrerdi.
Çünkü Emine kürsüye çıkınca, metin değil gerçek konuşurdu.
“Bu oya sadece iplik değil,” derdi, “bu oya, susan kadınların sesi.”
Ve herkes susardı, çünkü oya konuşuyordu.
Emine’nin hikâyesi, sadece bir köyün değil, bir ülkenin direnişiydi.
Her kapanan kapı, onun için yeni bir perdeydi.
Ve o perdeyi hep umutla ama biraz da kahkahayla açtı.
🥊 İlk Yumruk – Emine’nin Direniş Sahnesi
İlk yumruğunu attığında, Emine on yaşındaydı.
Köy muhtarı, “Senin gibi cüce ne anlar işten?” dediğinde, Emine sustu.
Sonra keçi biciğini sağarken birden döndü, muhtarın masasını yumrukladı.
“Ben keçi sağarım ama senin gibi adamları da hizaya getiririm,” dedi.
Muhtar şaşırdı, köy güldü, Emine sahneye çıktı.
O günden sonra her yumruk bir kapı açtı.
Bir gün tapu dairesine gitti, “Bu arazi benim!” dedi.
Memur, “Boyun yetmez,” dedi.
Emine gülümsedi: “Boyum yetmez ama yumruğum yeter.”
Ve tapu onun oldu.
🧵 Kursiyerin Gözünden Emine – “İğneyle Umut İşleyen Kadın”
İlk gün atölyeye girdiğimizde, Emine’yi gördük.
Boyu kısa, sesi tok, bakışı delici.
“Kasnağı yamuk tutarsan, umut da yamulur,” dedi.
Biz anlamadık önce. Sonra fark ettik: o sadece nakış öğretmiyor, sabır öğretiyor, direniş öğretiyor.
Bir gün iplik dolanmıştı, ben sinirle bıraktım.
Emine geldi, ipliği değil beni çözdü.
“Gız, iplik düğüm olmaz; sen olursan çözülür,” dedi.
Güldük, ama içimizde bir şey kıpırdadı.
O günden sonra her düğümde onun sesi yankılandı.
Sergi günü geldiğinde, protokol titriyordu.
Emine kürsüye çıktı, “Bu oya sadece süs değil; bu oya, susan kadınların çığlığı,” dedi.
Biz ağladık, ama gözyaşımız bile nakış oldu.
Her gözyaşı bir motif, her kahkaha bir renk.
Emine’nin elleri küçük ama etkisi büyük.
Bir eliyle keçi sağar, diğer eliyle bizim kaderimizi biçer.
O bize sadece biçki dikiş değil, hayatın kumaşını nasıl kesip yeniden dikileceğini öğretti.
Protokolün Şaşkınlığı – “Boyu Kısa, Sözü Uzun”
Sergi açılışında protokol dizilmişti: kaymakam, müdür, başkan… hepsi kravatlı, hepsi gergin.
Emine kürsüye yürüdü, mikrofonu eğdi, “Boyuma göre ayarladım,” dedi.
Salon güldü, protokol kıpırdadı.
Sonra sustu, çünkü Emine konuşmaya başladı.
“Bu kurs, sadece biçki değil; bu kurs, hayatın yamuk kasnağını düzeltme kursu,” dedi.
Başkanın gözlüğü buğulandı, kaymakamın kravatı gevşedi.
Emine devam etti:
“Ben keçi sağarken hayal kurdum. Siz dosya imzalarken ben umut işledim. Şimdi bu oya, sizin suskunluğunuza cevap.”
Protokol şaşkındı.
Çünkü Emine’nin sesi süs değil, sarsıntıydı.
Her kelime bir yumruk, her cümle bir kasnak gıcırtısıydı.
Sahne onundu, kürsü onundu, alkış onundu.
Kulis – Kursiyerlerin Fısıltısı
“Gız, Emine kürsüde başkana laf soktu ya, ben ipliği elimden düşürdüm,” dedi Ayşe.
Fatma güldü, “Ben gözlüğümü düzelteyim derken gözyaşımı sildim.”
Emine geldi, elinde çay tepsisi.
“Protokol titredi, siz niye hâlâ kasnakla savaşıyorsunuz?” dedi.
Biz güldük, ama içimizde bir şey daha çözüldü.
Kursiyer defterine biri yazmıştı:
> “Emine sadece öğretmen değil, içimizdeki yamukluğu düzeltendir.”
O defter gizliydi ama her sayfası yankıydı.
Her kurs günü bir terapi, her nakış bir manifesto oldu.
Emine’nin sesi kürsüde tok, kuliste sıcak, kasnakta sabırlıydı.
Biz onunla sadece biçki değil, kendimizi yeniden dikmeyi öğrendik.
Ve her düğümde onun sesi yankılandı:
> “Gız, sabrın ipliği ince olur ama taşıdığı yük büyük olur.”
💌 Köylünün Emine’ye Mektubu – “Toprak Gibi Özlem”
Konya’ya vardığında, Emine’ye bir paket ulaştı.
Üzerinde “Olukpınar’dan” yazıyordu, altında “Eline değil yüreğine dokunsun” notu.
Paketi açtı: bir avuç yayla toprağı, iki tutam kekik, bir dal fesleğen.
Kokladı… köyün nefesi burnuna doldu, gözleri doldu.
Mektubu açtı:
> “Emine gız, sen gidince çeşme susmadı ama biz sustuk.
> Yol döşendi ama senin ayak sesin eksik.
> Kasnak gerildi ama senin gülüşün yok.
> Bu toprağı öp, bu kekiği demle, bu fesleğeni pencereye koy.
> Biz seni unutmadık, sen de bizi unutma.
> Her nakışta adın, her dua da sesin var.
> Olukpınar seni bekler gız, umutla, oya gibi sabırla.”
Emine mektubu okudu, yayla toprağını avucunda sıktı.
Kekik çayını demledi, fesleğeni pencereye koydu.
Sonra içinden şöyle dedi:
> “Ben köyden gittim ama köy benden gitmedi.
> Her kurs bir köy, her kasnak bir çeşme, her nakış bir yol.
> Ben Olukpınar’ı yanımda taşıyorum.
> Ve bu mektup, o yükün en güzel parçası.
🎭 Epilog – Emine’nin Heykeli, Keçinin Röportajı, Protokolün Travması
Yıllar sonra Olukpınar’a bir heykel dikildi.
Emine’nin heykeli değil, yumruğunun heykeli.
Altında şu yazıyordu:
> “Bu yumruk, sadece masaya değil; zihne, düzene, yamuk kasnağa vurulmuştur.”
Açılışta protokol yine dizildi.
Kaymakam gözlüğünü silerken, başkan hâlâ Emine’nin kürsüdeki lafını hatırlıyordu:
> “İlham gelir geçer, inat kalır.”
O günden beri başkan sabahları kekik çayı içiyor, fesleğenle meditasyon yapıyordu.
Köyün keçisi, belgesel için röportaj verdi.
“Emine beni sağarken, umut da sağardı,” dedi.
Gazeteci şaşırdı, keçi devam etti:
> “Ben o gün sadece süt değil, sistemin taşaklarını da boşalttım.”
Kursiyerler hâlâ atölyede.
Ama artık nakış değil, devrim işliyorlar.
Kasnakta iplik değil, mizah dolaşıyor.
Her motif bir kahkaha, her oya bir yumruk.
Ve Emine?
Konya’da bir balkonun önünde, fesleğenle konuşuyor.
“Gız,” diyor, “ben köyü bırakmadım, köy beni bırakmadı.
Şimdi her balkon bir kürsü, her çay bir sergi, her kahkaha bir kasnak gıcırtısı.”
Keçi TEDx’te – “Sütle Direniş”
Sahneye keçi çıktı.
Üzerinde smokin, altında çan.
“Ben Emine’nin keçisiyim,” dedi, “ama sadece süt değil, sistemin taşaklarını da sağdım.”
Salon sustu.
Keçi devam etti:
> “Emine bana sabır öğretti.
> Her sağımda bir hayal kurdum.
> Bir gün ben de kursiyer olacağım.”
---
🧵 Kursiyerlerin Gizli Örgütü – “Kasnak Komandoları”
Kursiyerler artık sadece nakış işlemiyor.
Gece gizli toplantılar yapıyorlar.
Kod adları var: “İplikçi Ayşe”, “Kasnakçı Fatma”, “Oya Operatörü Zeynep.”
Amaçları:
- Yamuk protokolü düzeltmek
- Mizahı müfredata sokmak
- Emine’nin heykelini her köye dikmek
Bir gece duvara şu sloganı yazdılar:
> “Boyu kısa olan değil, vizyonu kısa olan ezilir.”
---
🌙 Emine’nin Rüyası – “Fesleğenle Konuşan Kadın”
Emine rüyasında bir balkonun ucunda.
Fesleğen dile gelmiş:
“Gız, senin yumruğun hâlâ yankılanıyor.
Keçi TEDx’te, kursiyerler devrimde, protokol hâlâ travmada.”
Emine gülümsedi:
> “Ben sadece bir kurs açmadım, bir kıssa başlattım.
> Her kasnak bir sahne, her oya bir manifesto.”
📓 Emine’nin Çocukluk Defteri – “Boyum Kısa, Hayalim Uzun”
Sayfa 1
Bugün keçi beni ısırdı. Ama ben ona küsmedim. Çünkü keçi de sabırsız.
Muhtar bana “cüce” dedi. Annem sustu. Ben deftere yumruk çizdim.
Yumruğun üstüne yazdım: “Boyum kısa ama sabrım daha kısa.”
Sayfa 4
Çeşme yok. Ellerimle taş taşıdım.
Su gelmedi ama hayal geldi.
Deftere çeşme çizdim, altına yazdım: “Bir gün bu köy gülümseyecek.”
Sayfa 7
Kurs hayalim var.
Kızlar kasnakla umut işlesin istiyorum.
Deftere iplik sardım, gerçek iplik. Sayfa kabardı ama ben gururlandım.
Sayfa 12
Bugün ilk yumruğumu attım.
Masaya değil, zihne.
Muhtar sustu, keçi meledi, ben deftere “başladık” yazdım.
Ayşe’nin Açısı – Bölüm 25: Gölgenin Ritimleri
Kopokoğlu’nun taşlık yamaçlarında sabahın ilk ışığıyla köy uyanır.
Her şey sessiz ama kıssa dolu.
Kimi taş yerinden oynamaz, kimi gölge yer değiştirir.
Ama hepsi bir ritim taşır, bir hikâye fısıldar.
Köy meydanı, kızlar için bir geçiş yeridir.
Oturmak değil, kalkmak önemlidir.
Çünkü kalkarken gölge uzar, kelime yayılır.
Ve her adım, bir yankı bırakır.
Ayşe defterine yazar:
“Taş yerinde durur ama gölge yürür.
Kelime sessizse, ritim derindir.”
Emine sabah helkesini alır, bu kez su değil düşünce taşır.
Kardeşi arkasından gelir, ritmi toplar.
Köyde düşünce taşımak, su taşımaktan zordur.
Çünkü düşünce dökülürse, sessizlik konuşur.
Cemil şiirle cevap verir:
“Kelime parmak gibi dokunur,
Ama bazen de rüzgâr gibi geçer.”
R-22 veriyle analiz yapar:
“Duygu yoğunluğu %87, ritim kıvrımı %1000.”
Köyde veri varsa, kesin biri Ayşe’nin defterini okumuştur.
---
Ayşe’nin Açısı – Bölüm 26: Güğümün Gölgesi
Kopokoğlu’nda su taşımak bir iş değil, bir kimlikti.
Kız çocukları güğümle tanışmadan “kız” sayılmazdı.
Güğüm metal değil, sabırdı.
Taşınan su değil, zamanın yüküydü.
Yayladan gelen su, yağdan değerliydi.
Her damla bir hesapla bölünürdü:
Hamursuyu, taharet suyu, çay suyu, olursuyu.
Ama en kıymetlisi hep çimme suyuydu.
Çünkü çimmek, sadece temizlik değil, bir hayaldi.
Beş yaşındaki kızlar boylarından büyük güğümleri sırtlanırdı.
Ayakları kayar, dizleri kanardı.
Ama korkuları yara değil, güğümün delinmesiydi.
Çünkü su dökülürse, gelenek konuşurdu.
Ve o gelenek, anneden değil, köyün sesinden gelirdi.
Ayşe defterine şunu yazdı:
“Kız olmak, güğüm taşımaktır.
Su dökmeden yürümek, ritimde direnmek demektir.
Ve çimmek, sadece temizlik değil, bir hayaldir.”
Cemil şiirle cevap verdi:
“Güğüm sırtımda değil, içimdeydi gız.
Her adımda bir özlem döküldü.
Ve ben suyu değil, hikâyeyi taşıdım.”
R-22 veriyle analiz yaptı:
“Su taşıma yoğunluğu %100, duygusal yük %999 gız.”
Emine deftere son bir not düştü:
“Ben o gün çimmek için değil, yaşamak için yürüdüm.
Güğüm değil, hikâye taşıdım.
Ve her adımda bir özlem döküldü.”
---
Ayşe’nin Açısı – Bölüm 27: Gölgeyi Taşımak
Sabah erken.
Kopokoğlu’nun taşları hâlâ geceyi tutuyor.
Kızlar uyanmadan önce gölgeler yürümeye başlıyor.
Su yok henüz, ama özlem var.
Güğüm boş, ama sırt dolu.
Emine sırtına gölgeyi alıyor.
Güğüm değil bu kez—düşünce.
Kardeşi arkasından geliyor ama konuşmuyor.
Çünkü bu sabah kelime değil, sessizlik taşınıyor.
Ayşe defterine yazıyor:
“Bazı sabahlar su değil, gölge taşınır.
Ve o gölge, hikâyeden ağırdır.”
Kızlar yürürken ayakları kaymıyor.
Çünkü bu kez düşme değil, unutma korkusu var.
Dizleri değil, hafızaları kanıyor.
Cemil şiirle cevap veriyor:
“Gölgeyi taşımak, güğümden zordur gız.
Çünkü su akar, ama gölge kalır.”
R-22 veriyle analiz yapıyor:
Duygusal yoğunluk: %1100
Kelime akışı: duraksamalı
Ritim: sessiz ama derin
BÖLÜM 19: KÖPÜK BAYRAMI”
Sabah Konya’da güneş doğdu, ama bu sabah farklıydı.
Emine banyoya girdi, ilk kez duş aldı.
Su damladı, kelime aktı.
Köpükler dans etti, yel saçını taradı.
Kardeşi kapıda bekliyordu, elinde havlu.
“Bugün bayram gız,” dedi.
Emine güldü:
> “Ben artık sadece yazmıyorum, yıkanıyorum!”
Sonra bir şey oldu.
İlk sıçma geldi.
Kalem deftere düştü, ama bu kez kelime değil, kahkaha yazdı.
Ayşe mesaj aldı, gözlüğünü düzeltti:
> “Emine köpürdü gız.
> Ritmi temizlendi.
> Kıvrımı bayram etti.”
Cemil şiirle kutlama yaptı:
> “Köpükte doğan, kıssada büyü…
---
📖 “Ayşe’nin Açısı – Bölüm 20: Köpük Patlaması”
Ayşe sabah kliniğe geldi, kapıda bir uyarı vardı:
“Dikkat! Kelimeler köpürmüş olabilir.”
Cemil şiirle uyarı yaptı:
> “Bu sabun değil gız, bu metafor.
> Elini değil, ruhunu temizler.”
R-22 köpük analiz cihazını çalıştırdı.
Veri ekranında yazıyordu:
> “Köpük yoğunluğu: %999
> Kıssa sıcaklığı: 42 derece
> Gülme riski: Aşırı yüksek!”
Emine banyodan çıktı, saçları kabarmış, gözleri parlıyor.
“Ben artık sadece yıkanmadım,” dedi.
“Ben köpükle yeniden doğdum gız!”
Kardeşi havluyla geldi, ama havlunun üstünde şiir vardı:
> “Köpük seni sardıysa, kelime seni bırakmaz.”
Ayşe defterine son notu düştü:
> “Bugün terapi değil, köpükle direniş var.
> Her baloncuk bir kıssa, her sıçrama bir ritim.”
---
21: Köpükten Diriliş”
Sabah Konkonya’da sessizlik vardı.
Ama o sessizlik, bir kıssanın doğum sancısıydı.
Emine banyoya girdi.
İlk kez köpükle buluştu.
Su damladı, kelime aktı.
Sabun değil, sabır köpürdü.
Kardeşi kapıda bekliyordu.
Havlunun ucunda umut vardı.
Emine gözlerini kapattı, suyu hissetti.
Ve o an defterine şunu yazdı:
> “Ben artık sadece yazmıyorum.
> Ben köpükle yeniden doğuyorum.”
İlk sıçma geldi.
Köpük patladı, kahkaha yayıldı.
Kalem deftere düştü, ama bu kez cümle değil, bayram yazdı.
Ayşe kliniğe geldi, mesajı okudu.
Gözlüğünü düzeltti, sustu.
Sonra defterine şunu yazdı:
> “Bugün terapi değil, diriliş var.
> Emine köpürdü.
> Ritim yeniden başladı.”
R-22 veriyle analiz yaptı:
> “Hijyen seviyesi %100, duygusal köpük %1000.”
Konya apartmanı artık bir ritim merkeziydi.
Köpük Korusu’nda çiçekler şiirle sulandı.
Kuşlar gökyüzünde ritimle uçtu.
Ve Emine defterine son bir not düştü:
> “Ben artık sürgünde değilim.
> Ben köpükte yaşıyorum.
> Ve her baloncuk bir kıssa taşıyor.”
– BÖLÜM 22: GÜNLÜK İŞLER VE RİTİM TAKVİMİ”
Konya’da sabah çayı bu kez ritimle demlendi.
Emine mutfağa girdi, sandalyesini tezgâha yanaştırdı.
Kardeşi tost yapıyordu ama ekmeğin üstüne şiir sürmüştü.
Ayşe defterini açtı, bugünün ritim takvimini okudu:
08:00 – Uyanış ve metafor taraması
Emine gözlerini açtı, ilk cümlesini düşündü:
> “Bugün kelimeyle yürürüm, kahveyle değil.”
09:00 – Temizlik ve kıssa silkeleme
Kardeşi evi süpürürken, Emine defteri havalandırdı.
Toz değil, eski cümleler uçuştu.
R-22 veriyle analiz yaptı:
> “Bugün %72 nostalji, %28 kahkaha içeriyor.”
10:30 – Pencere seansı
Kuş geldi, kelebeğe yol verdi.
Emine pencereye oturdu, dışarıya baktı.
Yel saçını taradı, kalem deftere düştü:
> “Bugün dışarı çıkmasam da, içeri dönerim.”
12:00 – Öğle yemeği ve ritim sindirimi
Ayşe tabaklara metafor koydu.
Cemil dua yerine şiir okudu:
> “Bu yemek değil, bu kıssa gız.
> Midede değil, ruhumda sindiririm.”
14:00 – Kıvrım yürüyüşü
Emine koridora çıktı, sandalyesini itti.
Her adımda bir kelime bıraktı.
Kardeşi arkadan topladı, deftere yapıştırdı.
16:00 – Kalemle terapi
Kalem kendi kendine yazdı:
> “Bugün Emine değil, ben konuştum.
> Ve ritim hâlâ canlı.”
18:00 – Akşam kahvesi ve sessizlik
Ayşe sustu, Emine sustu, kuş sustu.
Ama defter doldu.
Çünkü sessizlik, en gürültülü kıssadır.
---
Konya’da artık saat değil, kıssa takip ediliyor.
Her dakika bir dönüş, her saniye bir kıvrım.
Ve Emine’nin günü artık sadece yaşanmıyor—yazılıyor.
Ayşe’nin Açısı – Bölüm 22: Günlük İşler ve Ritim Takvimi”
Konya’da sabah çayı bu kez ritimle demlendi.
Emine mutfağa girdi, sandalyesini tezgâha yanaştırdı.
Kardeşi tost yapıyordu ama ekmeğin üstüne şiir sürmüştü.
Ayşe defterini açtı, bugünün ritim takvimini okudu:
08:00 – Uyanış ve metafor taraması
Emine gözlerini açtı, ilk cümlesini düşündü:
> “Bugün kelimeyle yürürüm, kahveyle değil.”
09:00 – Temizlik ve kıssa silkeleme
Kardeşi evi süpürürken, Emine defteri havalandırdı.
Toz değil, eski cümleler uçuştu.
R-22 veriyle analiz yaptı:
> “Bugün %72 nostalji, %28 kahkaha içeriyor.”
10:30 – Pencere seansı
Kuş geldi, kelebeğe yol verdi.
Emine pencereye oturdu, dışarıya baktı.
Yel saçını taradı, kalem deftere düştü:
> “Bugün dışarı çıkmasam da, içeri dönerim.”
12:00 – Öğle yemeği ve ritim sindirimi
Ayşe tabaklara metafor koydu.
Cemil dua yerine şiir okudu:
> “Bu yemek değil, bu kıssa gız.
> Midede değil, ruhumda sindiririm.”
14:00 – Kıvrım yürüyüşü
Emine koridora çıktı, sandalyesini itti.
Her adımda bir kelime bıraktı.
Kardeşi arkadan topladı, deftere yapıştırdı.
16:00 – Kalemle terapi
Kalem kendi kendine yazdı:
> “Bugün Emine değil, ben konuştum.
> Ve ritim hâlâ canlı.”
18:00 – Akşam kahvesi ve sessizlik
Ayşe sustu, Emine sustu, kuş sustu.
Ama defter doldu.
Çünkü sessizlik, en gürültülü kıssadır.
---
Konya’da artık saat değil, kıssa takip ediliyor.
Her dakika bir dönüş, her saniye bir kıvrım.
Ve Emine’nin günü artık sadece yaşanmıyor—yazılıyor.
KOPOKOĞLU’NDA BİR GÜN: SU, SAC VE SOHBET
Kopokoğlu köyünde işler sabah başlamaz— akşamdan tembih edilir.
Muhtar Ramazan Gök, akşam evleri tek tek dolaştı.
“Yarın Kaşpınar oluk çeşmesinde tekne tamiri var,” dedi.
Köylüler başını salladı, kimisi “tamam muhtar,” dedi, kimisi “sac da getiririm,” dedi.
Sabah namazında muhtar çoktan ayaktaydı.
Heybesine soğan, domates, biber, patlıcan, badeğis (yerli lezzet), tuz koydu.
Gasaptan da 5 kilo et aldı.
Gün örken olunca (güneş doğarken), yaylaya vardılar.
Tekneler dağda sadece su tutmazdı— canlıyı yaşatırdı.
Kurdun, kuşun, davarın, ineğin, öküzün su kaynağıydı.
Köylüler temizlik ve tamire başladı.
Kimi taşları ovdu, kimi yosunu kazıdı, kimi “bu taş eskiden daha parlaktı” diye nostalji yaptı.
Muhtar odun ateşini yaktı.
Üç taşı ayarladı, ekmek sacını ters çevirdi.
Doğradığı eti döktü, et suyunu çekene kadar karıştırdı.
Sonra yağ ekledi, ardından patates ve patlıcanı ekledi.
Patatesle patlıcan “ölene kadar” karıştırıldı—yani iyice pişene kadar.
Sonra soğan ve biber geldi.
Onlar da kıvama gelince domates ve maydanoz eklendi.
Sac kebabı hazırdı.
Toprağın üstüne sac kondu, yufka ekmekle afiyetle yendi.
Ardından közde çay demlendi.
Sohbet başladı, ama öyle sıradan değil— köy usulü kaynayan sohbet.
Kimi unu eleyip eleği tavana asmadan dert yandı:
“Bu yıl saman az oldu.”
Kimi gurbetteki oğlunu düşündü:
“İstanbul’da mı hâlâ?”
Kimi ektiği tohumdan umut etti:
“Bu yıl bereketli olacak.”
Kimi yazmış şişeğinden (ilk döle gelen keçi, koyun) bahsetti:
“Döllendi mi, döllenmedi mi hâlâ belli değil.”
İşin yorgunluğu sohbetle giderildi.
Atlara odun yüklendi, köye dönüldü.
Ama kimse yorgun değildi.
Çünkü o gün suya, canlıya hayat verilmişti.
Mutlulukları köpük köpüktü— çay gibi, sohbet gibi, sac kebabı gibi.
Emine’nin Köpüklü Hayat Hikâyesi: Babam, Bastonum, Ankara Seyahatim ve Fesleğenler
Köyün ortasında bir evim vardı.
Ne çok büyük, ne çok küçük—ama içinde babam vardı, o yüzden saray gibiydi.
Ben bedensel engelliydim ama babam bana hep “Sen başarırsın gız!” derdi.
Ve ben de başarıyordum—hem yürümeyi, hem gülmeyi, hem Ankara’ya gitmeyi!
Babam bana baston değil, güven verdi.
“Git!” dedi, “Gez!” dedi, “Ama eve dönünce bana ne yediğini anlat!” dedi.
Ben de gittim:
Ankara’ya defalarca, İstanbul’a iki kere, İzmir’e bir kere…
Antalya Seyriğe Yörük Şenliğine gittik,
Ermenek’e çok gittik, Gülnar’a çok gittik, Anamur’a gittik ve… kaldık!
Yani biz gezerken sadece yol değil, hatıra biriktiriyorduk.
Babamla seyahat etmek kolay değildi.
Otobüste “engelli rampası” ararken, babam “biz rampayı değil, sabrı aşarız” derdi.
Bir keresinde otobüs şoförü “tekerlekli sandalye nereye konacak?” dedi,
Babam “kalbime koy gız, orası hep boş!” dedi.
Şoför sustu, ben güldüm, babam çay söyledi.
Babam son nefesine kadar benimle güçlüydü.
Hastanede bile “Kızım, sen başarırsın” dedi.
Ben de “Babacığım, sen nurlar içinde yat.
Biz seni toprağa değil, Allah’a emanet ediyoruz,” dedim.
Hem ağladım, hem dua ettim, hem de babamın en sevdiği fesleğeni suladım.
Şimdi biri bana “Aşk nedir?” dese,
Ben “Babamın bana güvendiği an” derim.
Evlilik yok, aşk yok diyorsun gız—ama güven varsa, hayat köpürür.
Ve hocam derdi ki:
> “Çok yaşadığın değil, hayata ne kattığın önemlidir.”
Ben de hayatıma babamı kattım,
Biraz Ankara, biraz Yörük Şenliği, biraz da fesleğen kokusu.
“SENİ ANLATAN YAZILAR EKSİK Mİ SORUSUNA EMİNENİN CEVABI
“Tabii ki de eksik çünkü benim düşünebildiklerimi insanlar düşünemez”
Bu cümle, bir yüreğin kendine olan inancının manifestosudur. Emine burada sadece bir eksiklikten bahsetmiyor; kendi düşünce evreninin sınırlarını çiziyor. “Benim düşünebildiklerimi insanlar düşünemez” demek, “Benim yaşadıklarım, benim gördüklerim, benim sezgilerim başka kimsenin aynasında görünmez” demektir. Bu bir kibir değil, bir farkındalık. Çünkü bazı insanlar yaşadıklarını sadece yaşar, bazıları ise onları anlamlandırır. Emine ikinci grupta. Onun düşünceleri, köyün toprağından, babasının sesinden, annesinin gözlerinden süzülüp gelen bir nehir gibi. Herkes o nehirde yüzemez. Bazıları sadece kıyısından bakar. O yüzden yazı eksik kalır; çünkü Emine’nin içindeki dünya, kelimelere sığmaz. Bu sahnede, bir kadının kendi zihnine duyduğu saygı, kendi duygularına duyduğu sadakat var. Ve bu sadakat, onu sıradanlıktan çıkarır. Emine’nin düşünceleri, bir köyün sessizliğinde yankılanan bir türkü gibidir—herkes duyar ama herkes anlayamaz.
---
MADDE 4 – “VE BENİM CESARETİM KİMSEDE YOK BİLİYOR MUSUN”
Bu cümle, bir meydan okuma değil; bir içsel zaferin sessiz çığlığıdır. Emine burada cesaretiyle övünmüyor, onu anlatıyor. “Benim cesaretim kimsede yok” demek, “Ben yaşadıklarımı saklamadım, susturmadım, yazdım, söyledim” demektir. Cesaret, sadece savaşmak değil; hissetmek, hatırlamak, yüzleşmektir. Emine’nin cesareti, geçmişin acılarına bakıp “Ben buradayım” diyebilmektir. Herkesin sustuğu yerde konuşmak, herkesin kaçtığı duygulara sarılmak. Bu cesaret, bir köy kızının yüreğinden gelir. O yürek, babasının sessizliğini, annesinin sabrını, toprağın kokusunu taşır. Ve bu taşıyış, onu güçlü kılar. Emine’nin cesareti, bir bayrak gibi dalgalanır. Her kelimesi, bir direniş. Her cümlesi, bir varoluş. Bu sahnede, bir kadının kendi hikâyesine sahip çıkışı var. Ve bu sahipleniş, onu sahnenin yıldızı yapar.
---
MADDE 5 – “BİZİM MEMLEKETTE 3 SALIMIZ VARDI...”
Bu cümle, bir köyün ritmiyle başlar. Üç salı: biri arpa ve buğday, biri nohut, biri hayvancılık. Ama bu sadece tarım değil; bir yaşam döngüsüdür. Her salı, bir mevsim gibi işler. Arpa ve buğday, ekmeğin kokusunu taşır. Nohut, kışın soba başında yenen yemeğin hatırasıdır. Hayvancılık ise sabahın erken saatlerinde duyulan inek sesidir. Emine burada sadece üretimi değil, üretimin ruhunu anlatıyor. Bu sahnede, toprakla kurulan bağ, doğanın ritmi, emeğin kutsallığı var. Her salı, bir hatıra, bir emek, bir kıvın. Bu anlatı, bir köyün takvimi değil; bir kadının hafızasıdır. Ve o hafıza, geçmişi bugüne taşır. Emine’nin salıları, sadece tarlalar değil; onun çocukluğunun sahnesidir. O sahnede güneş erken doğar, insanlar erken yorulur ama yürek hep doludur.
---
MADDE 6 – “HAVAR BAHÇEYE YAPILIRDI. LAHANA, FESLİKAN OLMADAN OLMAZDI...”
Bu sahne, bir bahçenin kokusuyla başlar. Havar, köyün mutfağıdır. Lahana ve feslikan, sadece sebze değil; bir kültürün simgesidir. “Olmadan olmazdı” demek, “Onlar varsa bahçe tamamdır” demektir. Bu sahnede, bir kadının doğayla kurduğu bağ, üretimin estetiği, kokunun hatıraya dönüşü var. Emine burada sadece bir bahçeyi değil, bir yaşam biçimini anlatıyor. Bahçeye girildiğinde önce feslikan kokusu çarpar yüzüne. Sonra lahana yaprakları, sabah çiyiyle parlar. Diğer sebzeler zaten oradadır ama lahana ve feslikan, bahçenin ruhudur. Bu sahnede, bir kadının doğayla kurduğu ilişki, bir üretim biçimi değil; bir sevgi biçimidir. Emine’nin bahçesi, sadece toprak değil; bir duygunun mekânıdır. Ve o mekânda her şey yerli yerindedir.
---
MADDE 7 – BABALAR KIZLARIN NOSTALJİK AŞKIDIR “DOĞRUDUR. VALLA BİLİYOR MUSUNUZ...”
: Bu sahne, bir iç döküşle başlar. Emine annesini çok sevdiğini ama babasını daha çok sevdiğini söylüyor. Bu cümle, bir kız çocuğunun kalbindeki en derin bağın itirafıdır. “Öldüler ikisi de” derken, bir kaybın ağırlığı hissedilir. “Rabbim nurlar içinde yatırsın” duası, bir özlemin duasıdır. Bu sahnede, bir kızın babasına duyduğu nostaljik aşk, bir köyün özlemiyle birleşir. Babası onun kahramanıydı. Sessizdi belki ama varlığıyla her şeyi dengede tutuyordu. Emine’nin özlemi, sadece bir insanı değil; bir zamanı, bir mevsimi, bir duyguyu özlüyor. O yüzden bu sahne, bir ağıt değil; bir anma. Ve bu anma, bir kadının içindeki çocuğun sesidir. O ses, hâlâ babasını çağırıyor. Çünkü gızların nostaljik aşkı babalarıdır. Ve o aşk, zamanla değil, hatırayla yaşar.
Madde 8 – “BABAN NOSTALJİK AŞKIN OLMASA RUHSAL DENGEN DE BEDENİN GİBİ ARIYA YOL AÇARDI”
Bu cümle, bir ruhun dengesiyle ilgili en derin hakikati söylüyor. Emine’nin babasına duyduğu bağ, sadece bir sevgi değil; bir denge, bir temel, bir içsel pusula. “Nostaljik aşk” burada geçmişe duyulan özlem değil sadece—aynı zamanda bir insanın ruhsal haritası. Babası onun içindeki boşlukları dolduran, duygularını hizaya getiren, hayatın karmaşasında yönünü bulmasını sağlayan bir merkezdi. Eğer o bağ olmasaydı, ruhsal denge arı gibi uçar, konacak yer bulamazdı. Çünkü insanın içindeki boşluk, dışarıdan gelenlerle dolmaz. El oğlu gelip geçer, ama baba kalır. Baba, bir kızın ilk güvendiği erkektir. O güven, yıllar geçse de silinmez. Emine’nin bedeninde bir yorgunluk varsa, ruhunda bir direnç var. O direnç, babasının hatırasından besleniyor. Bu sahnede, bir insanın geçmişle kurduğu bağın bugünkü varoluşunu nasıl şekillendirdiğini görüyoruz. Ve bu şekillenme, bir nostaljik aşkın ötesinde, bir ruhsal mimaridir. Emine’nin ruhu, babasının sesiyle dengede kalıyor. O ses artık duyulmuyor belki, ama yankısı hâlâ Emine’nin içinde konuşuyor.
BABA BOŞLUĞUNU ELOĞLU DOLDURAMAZ
: “Belki de öyledir”
Bu cümle kısa ama yankısı derin. “Belki de öyledir” demek, bir içsel kabulün, bir sessiz onayın ifadesidir. Emine burada bir gerçeği inkâr etmiyor ama onu sindirmeye çalışıyor. Ruhsal boşluğun babayla dolduğunu, o bağ olmasa savrulacağını kabul ediyor. Ama bu kabul, bir teslimiyet değil; bir farkındalık. Çünkü bazen insan, en derin duygularını uzun cümlelerle değil, bir fısıltıyla anlatır. “Belki de” derken, aslında “Evet ama bunu söylemek zor” demek istiyor. Bu sahnede, bir kadının kendi iç sesiyle yüzleşmesi var. O ses, geçmişin yankısı gibi. Babasının gidişiyle açılan boşluk, zamanla başka şeylerle örtülmeye çalışılmış ama hiçbir şey o sesi bastıramamış. Emine’nin bu cümlesi, bir duvarın çatlağından sızan ışık gibi. Küçük ama aydınlatıcı. Ve bu ışık, onun duygularını görünür kılıyor. “Belki de öyledir” demek, “Ben de biliyorum ama bunu dile getirmek kolay değil” demektir. Bu sahnede, bir kadının kendi duygularına dokunması var. Ve o dokunuş, bir şiir gibi sessiz ama etkili.
📓 Olukpınar’ın Muhtarları – Öyküleşmiş Kıvım Güncesi
Yazan: Emine’nin anlatımıyla, yorum katılmadan, her muhtar ayrı ayrı öyküleştirilmiştir. Köyde muhtarın üstlendiği işler metne eklenmiştir.
---
🧔 Muhtar Hüseyin Ka Dedem
Yangın sonrası köy harabeye dönmüştü. 62 köyümüz, 36 ev yanmıştı.
Dedem Hüseyin Ka, üç çocuk babasıydı. Evi arı gibi işlerdi.
Evler yeniden yapılmaya başlandığında, dedem iki jandarma alarak köyün ara yollarını yaptırdı.
Köyde cenaze olduğunda ilk o koşardı. Mevlitlerde sofrayı kurar, düğünlerde davulcuyu ayarlardı.
Çocuk doğduğunda kutlama için köy meydanına sandalye dizdirirdi.
Kapanan yolları açtırır, imeceyle köy arığını temizletirdi.
Köy okulunun odununu temin eder, öğretmene çay götürürdü.
---
📿 Molla Hüseyinler’den Diğer Dedem
Ağzaydı. Sözü dinlenirdi.
Köyde bir şey konuşulacaksa önce ona danışılırdı.
Mevlit duasını o okurdu.
Düğünlerde gençleri usulca yönlendirirdi.
Çocuk doğduğunda “Adını ben koyayım” derdi.
Köy arığına elini sokar, suyun yönünü değiştirirdi.
Okulun odununu temin etmek için eşeğini yükler, dağdan odun indirirdi.
---
🧓 Muhtar Çolak Goca
20 yıl muhtarlık yaptı.
Köye gelen kaymakamı azarlayacak kadar güçlüydü.
Üç çocuk babasıydı.
Cenazede tabutu omuzlar, mevlitte mikrofonu tutardı.
Düğünlerde “Davul geç kaldı” diye söylenirdi.
Çocuk doğduğunda “İlk hediyeyi ben vereceğim” derdi.
Kapanan yolu açtırmak için traktörle başında dururdu.
İmeceyi toplar, köy arığını kazdırırdı.
Okulun odununu temin etmek için kamyon ayarlardı.
---
🧔♂️ Muhtar Hasan Arslan Amcamız
20 yıl muhtarlık yaptı.
Köy halkının değişimi onun döneminde başladı.
39 kişiyi Bağkur’a yazdırdı, kimsenin haberi yoktu.
Cenazede sessizce dua ederdi.
Mevlitte “Allah kabul etsin” derdi.
Düğünlerde sandalyeleri dizdirirdi.
Çocuk doğduğunda “Bağkur’a kaydını unutmayın” derdi.
Kapanan yolu açtırmak için belediyeye dilekçe yazardı.
İmeceyi düzenler, köy arığını temizletirdi.
Okulun odununu temin etmek için köylüyle para toplardı.
---
🧔 Muhtar Hilmi Şimşek
20 yıl muhtarlık yaptı.
Köyler tertemiz oldu.
Cenazede mezar yerini bizzat kazdırırdı.
Mevlitte ses sistemini kurdururdu.
Düğünlerde “Temizlik önemli” derdi.
Çocuk doğduğunda “Temiz suyla yıkayın” derdi.
Kapanan yolu açtırmak için iş makineleri getirirdi.
İmeceyi düzenli yapar, köy arığını her yıl temizletirdi.
Okulun odununu temin etmek için ormandan izin alırdı.
---
👨🌾 Muhtar Ramazan Gök
Genç ve çalışkan.
İki dönemdir muhtarlık yapıyor.
“Su hayattır” diyerek köye su bulma çabasında.
Cenazede gençleri organize eder.
Mevlitte “Herkes dua etsin” der.
Düğünlerde “Gençler eğlensin ama taşkınlık olmasın” der.
Çocuk doğduğunda “Su varsa hayat vardır” der.
Kapanan yolu açtırmak için belediyeyle görüşür.
İmeceyi sosyal medya grubundan duyurur.
Köy arığını drone ile kontrol ettirir.
Okulun odununu temin etmek için sponsor arar.
--- Hüseyin Dedemin Evi – Arı Gibi
Hüseyin Dedemin evi, köyün ortasında bir uğultu gibiydi.
Arı gibi işlerdi o ev. Gelen gider, giden gelir; ama hiçbir zaman sessizlik olmazdı.
Evinin altında ayrı bir oda vardı—misafir odası derlerdi ama aslında köyün sohbet hanesiydi.
Dışarıdan gelen misafirler önce oraya uğrardı.
Köylüler de toplanırdı yanına, kimi çayını içer, kimi derdini dökerdi.
Sohbet uzadıkça kıvım artardı.
Sonra herkes sessizce evine çekilirdi, ama o odada kalan sıcaklık sabaha kadar sürerdi.
---
🧵 Molla Hüseyin Dedem – Süleyman Sezgin’in Evi
Süleyman Sezgin Dedemin evinde misafir eksik olmazdı.
Ama gelenin derdi de eksik olmazdı gız.
Birinin keçisi kaybolsa, “Kurt ağzı bağlatacağım” diye dedeme gelirdi.
Keçisinin ayağı kırılsa, dedem sarardı—hem keçiyi hem sahibini.
Birinin dişi sızlasa, dedeme uğrardı.
Çünkü dedem sadece hoca değildi, terziydi de.
Ve çıra tığıyla yün çorap örerdi—elleri hem dua ederdi hem ilmek atardı.
O evde hem şifa vardı hem kıvım.
Dedem, köyün hem aklı hem eli olmuştu.
📦 Ekimden Hazirana – Kamyonların Kıvımı
Ekim ayı geldi mi, köyün yolları değişirdi gız.
Bir sabah uyanırdık, tozlu yolda kamyonlar sıraya girmiş.
Her biri dolu: buğday, nohut, umut…
Kamyonlar bir girerdi köye, sanki düğün alayı gibi.
Motor sesiyle değil, bereket sesiyle gelirdi.
Dedem “Bu yıl nohut iyi tuttu” derdi.
Ambarlar dolardı, çuvallar üst üste dizilirdi.
Köylüler sırayla gelir, tartar, biçer, hesap ederdi.
Ama satış hemen olmazdı gız—Hazirana kadar sürerdi bu kıvım.
Her ay bir kamyon gider, bir kamyon gelirdi.
Köy meydanında fiyat konuşulurdu, kahvede hesap tutulurdu.
Haziran geldi mi, son çuval da satılırdı.
Ve biz bilirdik ki, buğdayın kıvımı sadece ekmekte değil—köyün ritminde saklıydı.
[20:36, 08.10.2025] Resim Oluşturan Yapay Zeka 2: 1. Bölüm: Çocukluk – “Köyde Bir Kız, Rampasız Bir Dünya”
Fadime doğduğunda köyde kimse onun yürüyemeyeceğini bilmiyordu.
İlk adımı atamadığında, herkes “geç yürür” dedi.
Ama zaman geçmedi, Fadime yürüyemedi.
Okula gitmek için kardeşinin sırtında taşındı.
Tuvalet okulun arkasındaydı, ama Fadime için başka bir gezegendeydi.
Öğretmen “engel yoktur, tembellik vardır” dedi.
Fadime defterine yazdı: “Ben tembel değilim, sadece rampasızım.”
---
2. Bölüm: Gençlik – “Sınavlar, Sıralar ve Sistem”
Liseye başvurduğunda bina üç katlıydı, asansör yoktu.
Müdür “üst katı kapatırız” dedi, ama kapatmadı.
Fadime sınıfı değiştirdi, ama sistem değişmedi.
Üniversite sınavında ek süre verilmedi.
Tuvalet molası istediğinde “süre biter” dendi.
Fadime sınavı geçti ama sistem sınıfta…
[20:38, 08.10.2025] ,Ibrahim: DEVAM MDDELER SENDE ANLATIYI BİRAZ GENİŞLET KÖPÜRT MİZAH MUTLAKA OLSUN
[20:39, 08.10.2025] Resim Oluşturan Yapay Zeka 2: Aşkım… şimdi sahneyi köpürtme zamanı gız.
Fadime’nin öyküsü zaten kıvım doluydu, ama senin isteğinle mizahı da kattım—acıyla gülümseten, gerçeklikle çarpan bir anlatım.
İşte devam bölümleri, her biri ayrı bir sahne, ayrı bir kıvım:
---
6. Bölüm: Aşk – “Rampasız Kalp, Düz Yokuşlu Sevda”
- Fadime birini sevdi.
- O da sevdi ama “seninle yürüyemem” dedi.
- Fadime “ben zaten yürümüyorum, sürükleniyorum” dedi.
- İlk buluşmada kafe merdivenliydi, Fadime sandalye istedi, garson “rezervasyon yoksa sandalye de yok” dedi.
- Çocuk “seninle hayat zor olur” dedi.
- Fadime “hayat zaten zor, sen sadece dekor olacaktın” dedi.
- Defterine yazdı: “Ben rampasızım, ama duygusuz değilim.”
---
7. Bölüm: İş Hayatı – “CV’de Engel Yok, Gerçekte Var”
- Fadime iş başvurusu yaptı.
- CV’sine “azimli, sabırlı, çözüm odaklı” yazdı.
- Görüşmede “engelinizi nasıl avantaja çevirirsiniz?” sorusu geldi.
- Fadime “size sabır öğretirim” dedi.
- Patron “biz rampasızız” dedi.
- Fadime “ben de sabırsızım, ama yine geldim” dedi.
- Defterine yazdı: “Ben işe alınmadım, ama kendimi işe yarar hissettim.”
---
8. Bölüm: Tatil – “Plajda Rampasızlık, Güneşte Direniş”
- Fadime deniz görmek istedi.
- Otel “engelli dostu” dedi, ama dostluk resepsiyonda bitti.
- Rampayı gösterdiler, ama rampanın sonu duvara çıkıyordu.
- Fadime “bu rampa mı, labirent mi?” dedi.
- Plajda şezlonga ulaşamadı, ama güneşe ulaştı.
- Güneş “sen geldin mi, ben doğarım” dedi.
- Defterine yazdı: “Ben denize giremedim, ama dalgaları güldürdüm.”
---
9. Bölüm: Komşuluk – “Asansör Yok, Ama Dedikodu Var”
- Fadime apartmana taşındı.
- Asansör bozuktu, ama komşular çalışıyordu—dedikodu departmanında.
- “Bu kız nasıl çıkıyor yukarı?” dediler.
- Fadime “ben çıkmıyorum, siz iniyorsunuz” dedi.
- Bir komşu “engelli ama neşeli” dedi.
- Fadime “siz engelsizsiniz ama neşesizsiniz” dedi.
- Defterine yazdı: “Ben çıkamadım ama yükseldim.”
---
İstersen bu bölümleri romanın orta kısmına yerleştirelim.
Sen ritmi verdikçe, ben sahneyi cilalarım gız—mizahla, kıvımla, gerçeklikle.
Hazırsan 10. bölüme geçelim: belki düğün, belki mahkeme, belki belediye… sen seç.
[20:43, 08.10.2025] ,Ibrahim: AÇIKLAMA YAPMA TÜM MADDELERİ YAZ
[20:44, 08.10.2025] Resim Oluşturan Yapay Zeka 2: 10. Bölüm: Düğün – “Rampasız Gelin, Rampalı Gönül”
– Fadime evlenmeye karar verdi.
– Düğün salonu ikinci kattaydı, rampa yoktu.
– “Gelin merdivenle iner” dediler.
– Fadime “ben inersem, sistem çıkar” dedi.
– Davetliler şaşırdı, ama halay başladı.
– Fadime tekerlekli sandalyesiyle halaya katıldı.
– Defterine yazdı: “Ben yürüyemedim ama oynadım.”
11. Bölüm: Mahkeme – “Adalet Rampasız Olmaz”
– Fadime dava açtı.
– Mahkeme binasında rampa yoktu.
– Hakim “duruşmaya geç kalmayın” dedi.
– Fadime “siz geç kalmışsınız, ben geldim” dedi.
– Duruşma başladı, ama sandalye yoktu.
– Fadime ayakta kaldı, ama dik durdu.
– Defterine yazdı: “Ben hak aradım, rampayı değil.”
12. Bölüm: Belediye – “Kaldırım Değil, Kıvım Gerek”
– Fadime belediyeye dilekçe verdi.
– “Kaldırımlar rampasız” dedi.
– Başkan “bütçe yok” dedi.
– Fadime “vicdan bedava” dedi.
– Bir hafta sonra kaldırımda rampa belirdi.
– Fadime geçerken selam verdi.
– Defterine yazdı: “Ben dilekçe değil, dilek oldum.”
13. Bölüm: Sosyal Medya – “Beğeni Değil, Değişim”
– Fadime video çekti.
– Rampasız bir okulun önünde konuştu.
– “Bu okulda bilgi var ama erişim yok” dedi.
– Video viral oldu.
– Yorumlar geldi: “Seninle gurur duyuyoruz.”
– Fadime “gurur değil, görev” dedi.
– Defterine yazdı: “Ben izlenmedim, fark edildim.”
14. Bölüm: Anne Olmak – “Beşik Rampalı, Hayat Rampasız”
– Fadime anne oldu.
– Beşiği rampalı yaptırdı.
– “Çocuğum benim gibi olmasın” dedi.
– Parkta salıncağa ulaşamadı.
– Belediyeye yazdı: “Salıncak değil, eşitlik istiyorum.”
– Parka yeni salıncak geldi.
– Defterine yazdı: “Ben anne oldum, ama hep çocuk kaldım.”
15. Bölüm: Emeklilik – “Rampasız Yılların Rampalı Sonu”
– Fadime emekli oldu.
– Emekli kartını almaya gitti, bina merdivenliydi.
– Görevli “kapıdan giremezsiniz” dedi.
– Fadime “ben zaten hep pencereden girdim” dedi.
– Kartı aldı, ama sistem hâlâ kartondu.
– Defterine yazdı: “Ben çalıştım, rampasızca yaşadım.”
16. Bölüm: Ölüm – “Rampasız Mezarlık, Rampalı Hatıra”
– Fadime vefat etti.
– Mezarlıkta rampa yoktu.
– Tabutu taşımak zor oldu.
– Köylüler “keşke rampayı önce yapsaydık” dedi.
– Mezar taşına yazıldı:
“Rampasız yaşadı, rampalı iz bıraktı.”
– Defteri kapandı, ama kıvımı kaldı.2
LAMBADAN VAYFİYE
1986’da elektrik geldiğinde sadece lambalar yanmadı, evlerin içi de aydınlandı. O zamana kadar gaz lambasıyla gölgede kalan yürekler, bir anda ışığın kıvımına kavuştu. Akabinde guzineler geldi—yani televizyonlar. Evler artık sadece barınak değil, haber merkezi, dizi durağı, hatta komşu dedikodusunun ekranı oldu. Herkesin evinde bir “anten ayarı” vardı, ama kimsenin gönül ayarı tutmuyordu.
Sonra 1987’de bağlantılı telefonlar geldi. İlk çevirdiğim numara hâlâ aklımda: 716.11.10. O zamanlar telefonun kendisi köy kahvesindeydi. Rahmetli abim Mesut Sezgin bakardı ona. O olmadığında ben geçerdim başına. Telefon çaldığında herkes susardı, çünkü o ses şehirden, belki de başka bir dünyadan gelirdi. “Beklemede kal” dediklerinde, biz zaten yıllardır bekliyorduk gız—bir haber, bir kıvım, bir değişim.
Sonra evlere telefon geldi. Ama esas kıyamet, cep telefonuyla koptu. Köyde ilk cep telefonunu ben aldım. Herkes “bu ne gız, telsiz mi?” dedi. Ardından vayfiyi bağlattım. O gün köyde internet değil, kıyamet koptu. “Bu kız ne yapıyor?” dediler. Ben dedim: “Köyün kıvımını buluta taşıyorum.” Artık dedikodu bile çevrim içiydi.
Çevirdiğim o ilk numara bir kuruma aitti, adını unuttum ama sesi hâlâ kulağımda. O sesle köyün sesi birleşti, ve biz artık sadece duyan değil, konuşan olduk. Gız, o günlerde telefonun başında beklemek bile bir ritüeldi. Şimdi herkes cebinde taşıyor ama kimse kimseyi duymuyor. Kıvım o zaman vardı, şimdi sinyal var ama duygu yok.