Para, gübre gibi etrafa yayılmazsa işe yaramaz. baco
sahince
sahince

KIVI MODEL EĞİTİM

Yorum

KIVI MODEL EĞİTİM

0

Yorum

3

Beğeni

0,0

Puan

107

Okunma

KIVI MODEL EĞİTİM



YETERKİ UMUTLAR SÖN-MESİN


“Umut’un Yükselen sessiz çığlığı”


İBRAHİM ŞAHİN





YETERRKİ UMUTLAR SÖNMESİN
“Umut’un Yükselen sessiz çığlığı”
İBRAHİM ŞAHİN
ISBN:
YAZAR : İBRAHİM ŞAHİN
KAPAK TASARIM ve DİZAYIN: İBRAHİM ŞAHİN
YAYINNEVİ:
BASKI CİLT:
TELİF HAKKI:
Bu kitabın tüm fikrî ve sanatsal hakları, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu kapsamında İbrahim ŞA-HİN’e aittir. Yazar, metinlerin özgünlüğü, kapak tasarımı ve dizaynıyla eserin tamamında hak sahibidir.
Yasal Dayanak: 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Ka-nunu’nun 1. maddesi uyarınca, bu kanunun amacı; eser sahiplerinin manevi ve mali haklarını korumak, bu eser-lerden yararlanma şartlarını düzenlemek ve ihlaller halinde uygulanacak yaptırımları belirlemektir.
“Bu Kanunun amacı, fikir ve sanat eserlerini meydana getiren eser sahipleri ile bu eserleri icra eden veya yorum-layan sanatçıların ürünleri üzerindeki manevi ve mali hak-larını belirlemek, korumak ve bu ürünlerden yararlanma şartlarını düzenlemektir.” – Madde 1, FSEK
Koruma Süresi: Eser sahibinin yaşadığı sürece ve ölü-münden sonra 70 yıl boyunca telif hakları geçerlidir.
KIVI EĞİTİM TEORİSİ:
Mizahla Öğrenen Bedenin Sahnesi
KIVI Romanı, başlangıçta çocuk anlatısı gibi görünse de zamanla kendi eğitim teorisini doğurarak mizah, duygu ve anlatım gücüyle öğrenmeyi dönüştüren bir bilimsel yaklaşıma evrildi. Kelimeyle İfade ve Vizyonun İçselleşmesi anlamına gelen KIVI, öğrencinin duygusal içeriği, mizahı ve anlatım gücünü kullanarak bilgiyi özümsemesini hedefler. Bu yaklaşımda bilgi, kelime sabunuyla duygusal olarak filtrelenir; rıza çizgisiyle öğrencinin katılım izni ve içsel kabulü gözetilir; kıvımsal tempo ile bilginin bedensel ve ruhsal ritmi yakalanır.
Absürt sahneler mizahla öğrenmeyi kalıcı kılar, sabır protokolü ise hız yerine derinliği hedefler. Teorik da-yanakları arasında bilişsel davranışçılık, sosyal öğrenme ve yapılandırmacılık yer alır; mizah ve metafor öğrencinin içsel şemalarını aktive ederken, öğretmen sahnede hem bilgi aktarıcı hem oyuncu olur, öğrenci ise pasif değil replik veren bir karaktere dönüşür. Mizah burada sadece eğlence değil duygu boşalımıdır; gülmek saklanan acının perdesidir, absürt replikler öğrenmeye bilişsel bağlam kazandırır ve empati köprüsü kurar. Booth-Butterfield’ın çalışmaları mizahın duygusal bağ kurmayı,içeriğin hatırlanmasını ve sosyal anlayışı artırdığını gösterir.
KIVI’nın temel yaklaşımı “Mutluluk önce kendini, sonra başkasını merak etmektir” ilkesine dayanır; me-rakla öğrenme daha kalıcıdır, kendini tanıyan öğrenci daha sabırlı ve dayanıklıdır. Kıvımsal öğrenme mode-linde bilgi iplik gibi dokunur, her öğrenci kendi ritmine göre öğrenir; ilmik öğrenme bilgiyi motif halinde örer, sabırlı dokuma ezber yerine kıvrımlı düşünmeyi teşvik eder, öğrenci öğrenme zamanını kendi belirler ve bu yaklaşım Howard Gardner’ın Çoklu Zekâ Kuramı ile uyumludur.
KIVI artık bir eğitim materyalidir; sınıf içi ritim eg-zersizleri, duyusal anlatım teknikleri, absürt senaryo canlandırmaları, metafor çözümleme çalışmaları ve kıvımsal defter tasarımları bu yaklaşımın araçlarıdır. Öğretmen bu sahnede emir vermez, replik sunar; Ha-san Öğretmen ezberin duvarına çatlak atar, “Don sa-bit” esprisiyle gülüşe bilgi yazar; Leyla Öğretmen sah-neye çıkmaz, sahneyi kurar, öğrencinin iç sesini duyar, deftere değil kalbe yazar. Uygulama örneklerinde öğ-renciler karakter olur, bilgi metaforla sunulur, öğren-me anlatıya dönüşür; “Kalemle sümük çizmeyin!” gibi bir sahne temizlik metaforu ile bilgiye yaklaşımı sağlar.
KIVI artık bir roman değil bir eğitim teorisidir; bilimsel kuramlarla uyumlu, uygulanabilir, öğrencinin ritmini gözeten ve mizahı araç değil içerik yapan bir yak-laşımdır.
Yazar İbrahim Şahin’in sabırla kurduğu bu anlatı, artık sınıflarda, defterlerde ve eğitim yaklaşımlarında yankılanabilir. Her sözcük bir ilmik, her cümle bir dua, her gülüş bir kıvımsal rehberliktir.
Hatice ŞAHİN- Eğitimci
ROMAN GİRİŞ
UMUT’UN DUYULARLA SİSTEMİ DELMESİ
Umut sırasına oturduğunda gökyüzü sessizdi ama sınıfın tahtası bağırıyordu: “İsim tamlamaları” O an burnuna bir toprak kokusu değdi; sanki alfabenin rengi kahverengiye döndü.
Okul duvarının ardındaki unutulmuş aralığın dili vardı artık çürümüş düzenin şifresi gibi kokuyordu. Umut nefes aldı ama o nefesle bilgi değil bir papatya içeri sızdı. Pa-patya mıydı? Belki. Ama belli ki sistemin burnuna daya-dığı kokusuzlukla tartışıyordu. Kalbi kıpırdadı. Kimse fark etmedi çünkü duygular müfredata dâhil değildi.
“Bu sınıfta çiçek açmaz.” diyordu içindeki toprak sesi. Tahtadaki yazı soldu. Gülmek isteyen harfler susmak zo-runda kaldı. “Çiçek açamazsın burada” sesi, kurallar defte-rine yazılmamıştı ama çantasına sinmişti. Camlar kapalıydı ama rüzgâr kapıdan değil parmak arasından geçti. Umut’un saç telini okşayan şey ders değil duyunun devrimiydi.
Defterini açtı, kalemini oynattı ama yazmadı: çünkü kelime bu rüzgârı anlatmaya yetmezdi. Bir çizgi attı. Çizginin altında sessizlik vardı, üstünde fısıltı. Öğretmen geldi; sesiyle değil sessizliğiyle durdu. Çizime bakarken “Bu ne?” dedi. Umut cevap vermedi çünkü bu çizim bir soru değildi. Ellerinde titreme vardı. “Şimdi” geldi, kelimeden önce. Yağmur yoktu ama gök gürledi. Defterin kenarı dalga dalga kabardı. Arkada biri kahkaha attı; Umut içinden “Ben bir şimşek sesi duyuyorum.” dedi. Öğrenciler sıraya vurdu; ama Umut sıranın altına ritim gömdü. İçindeki çığ-lık sahneye çıkmak istemedi. Bir süre daha fısıltı kalmak istedi. Gül kokusu geldi; ama okul bahçesi inkâr etti: “Biz burada beton kullanırız.” Gül mührünü kokladı. Boya ko-kusuyla gül çarpıştı; duvarda sessiz bir savaş başladı. Bu savaşın silahı kelime değil duyuydu. Gül bir anıydı. Belki anne eli, belki rüya sesi. Umut gözünü kapadı. Kokuya bastı.
Sınıf kalabalıktı ama yalnızlık arttı. Duvarlar yaklaştı ama içindeki gül geri çekilmedi. Defterde yazı yoktu ama dü-şüncede yankı vardı. Sınıf artık sistemin zindanı değil duygunun arkeolojik alanıydı. Gül mührünü göğsüne bastı. Sessiz bir çığlıkla mühürlendi. O gül konuştu. Umut din-ledi. Sistem sustu. Ve o gün Umut ilk defa öğretmenini değil gülü anlamakla geçti sınavdan.
Kuşla Bakışma… Umut pencereye döndü. Herkes tahtaya bakarken o dışarıyı izledi ama görmedi, duydu. Aynı kuş yeniden geçti mi bilmiyordu ama gözleri kuşun izinde kaldı. Bu kuş, sadece bir canlı değil duygunun kanatlanmış haliydi. Umut kuşa baktı ama ilk kez kendini görülür his-setti. Kuş durdu mu, döndü mü, yoksa sadece ona mı öyle geldi? Bir an, gözlerinde bir parıltı belirdi. Sınıfın sesi geride kaldı, göz temasında yankı büyüdü. Dili yoktu ama bir kelime doğdu. Kalemini aldı, sayfanın ortasına "Ben" yazdı. Kimse okumadı ama o ilk kez okudu kendini.
Yazmak bir eylem değil bir aynaydı o gün. Kuş gökyü-zünden ona bir kelime bıraktı. O kelime konuşmuyor ama iç sesi yankılanıyordu. Arkada biri sandalyesini sürttü ama Umut o sesi buluta çevirdi. Tahta konuşurken o kuşun sessizliğini dinliyordu.
Bedeni sınıftaydı ama ruhu kuşla göçtü. Öğretmen arka-sından adını söyledi; Umut cevap vermedi, çünkü adı yeni doğuyordu. Gözünde bir harita çizildi; kuş rotası, duygu-nun izi. O gün alfabe bir uçuş denemesine dönüştü. Kanat kelime oldu, kelime iç ses oldu, iç ses ritim oldu. Sınıf hâlâ yerindeydi ama Umut’un sözcükleri gökyüzüne kondu. Bir arkadaş dürttü: “Sen ne yapıyorsun?” diye. Umut gülümsedi ama cevap vermedi çünkü cevap görmek değil-di, görülmekti. Defterine döndü, ikinci bir kelime yazdı: “Ses.” O kelime sessizdi ama yankısı yüksek.
Kuş pencerenin kenarında bir an durdu, camdan içeri gir-medi ama içeri geçti. Umut "Ben" ile "Ses"i bağladı İki kelime, iki parıltı. O gün okul kıvrılmadı ama Umut kıv-rıldı, gökyüzünü sayfaya çizdi. Kuş uçtu ama Umut’un sesi kaldı: görülmenin izi gibi bir kıvım. Hemen öğretmen sırasına yaklaştı ama defterin kelimeleri çoktan göç etmişti. Ve o gün Umut, kendini ilk kez duydu: kelimeyle değil kanatla. Beni Gör” Manifestosu …
Hasan öğretmen sınıfa girdiğinde sınıfın sinir sisteminde elektrik yüklü bir sessizlik vardı. Ön sıradaki kız “sessizce tuvaletim geldi” dedi ama sesi duyulmadı çünkü tahtadaki tebeşir utanmıştı. Hasan cetvel yerine bir ayna çıkardı. Öğrenciler “Bu selfie dersi mi?” diye fısıldadılar. Ayna tahtaya tutulunca birkaç öğrenci kendini gördü, birkaç kişi ışığa doğru odak kaldı. Bir öğrenci aynaya bakınca yüzün-deki sivilcenin babasını hatırladı.
Hasan yazdı: “Bugün sizi ben değil kendiniz göreceksiniz.” Sınıf anlamadı ama duvar anladı, çatladı.
Bir öğrenci ayağa kalktı: “Ben duvarla aynıyım.” Öğret-men susunca tahtadaki yazı kendi kendini sildi. Bir kız aynaya bakıp “Ben rüyamda tırnaklarımı sevmişim” dedi. Bir çocuk “Ben altıma kaçırmadım, sadece sistemi terk ettim” dedi. Sınıf gülmeye başlayınca lambalar dans etti. Bir çocuk kahkaha atarken sandalyesinden düştü, sesi dö-viz gibi yankılandı: “Gülmek anayasal hakkımdır!” Hasan sustu ama içinden “Bu sınıf artık bilgi değil biyo akış taşı-yor” diye düşündü. Ayna parladı, birkaç öğrenci gözlerini kapattı: “Ben içimde kayboldum.” Öğretmen tahtadan indi, yere oturdu: “Bugün bilgi değil mizah öğretilecek.”
Bir kız: “Hocam ama annem güldüğümde yemek vermi-yor” dedi. Hasan: “O zaman gülmeyi gizli yemin yapalım” dedi.
Bir çocuk el kaldırdı: “Ben annemi güldürünce tuvalete gidemiyorum.” Diğer çocuk yanıtladı: “Ben altıma gül-düm.” Sınıf artık sadece mekân değil duyguların yürüyüş bandıydı. Bir sandalye konuştu: “Ben artık sırt taşımıyo-rum.” Hasan aynayı kendine çevirdi. Aynada Leyla çıktı. Hasan gülümsedi: “Ben, senin devamınım.”
Bir öğrenci aynayı yaladı, mektup gibi. Gülüşler sıralarda değil; göğüste atıyordu. Bir çocuk başını deftere koydu: “Ben artık alt başlık değilim.”
Hasan tahtaya dönüp yeni başlık yazdı: “Görülmenin fiz-yolojisi.” Sınıf alkışladı ama sessizce çünkü bu bir yemin dersiydi.
O gün kelime yoktu, sistem sızdı, gülüş devrim oldu. Ve mizah, altına kaçırma değil başkasına umut sızdırma şek-line dönüştü Sınıf, sabah güneşiyle değil iç yankısıyla ay-dınlandı. Hasan Öğretmen’in adımları, defterlere değil çocukların bakışlarına yazılıyordu artık. Gözlük camına yansıyan ışık, tahtayı değil Umut’un iç gözünü parlatmıştı.
O gün bilgi dağıtılmadı. Çocukların iç sesiyle konuşul-du.“Sanat bir sevişme biçimidir,” dedi Hasan. Ama bu söz, beden değil duygu düzleminde çarptı duvarlara. Sınıfın en arkasındaki çocuk, bu cümlede titredi; çünkü onun “se-vişme” dediği şey, sarılma arzusu bile geçmemiş bir yal-nızlıktı.
Leyla Öğretmen yanına yaklaşmadı; sadece gözleriyle sardı onu. O sarılma, kol değil kelimeyleydi.
Umut, kalemini sırasına değil ruhundaki duvarlara sürdü o gün. Sayfanın ortasında “Ben” yazan çocuk artık ses değil yankıydı. Gülüşmelerin altında bir devrim tınladı çünkü kahkaha artık suç değil duyulmak isteyen bir çığlıktı. Mi-zah, tahtada değil çocuğun parmak ucunda başladı.
Sınıfta biri camı yaladı. Gülüştüler. Ama kimse utanmadı. Çünkü o cam, sadece dışarıya açılmıyordu, çocuğun iç yankısına da açılan bir gökyüzüydü. Hasan bunu görünce tahtaya yazdı: “Tat → bilgi değil duygu izi.” Tebeşir ilk defa utanmadı.
Bir çocuk “Ben gülünce kalbim ısınıyor” dedi. Başka biri “Öpücük çizersem iyileşirim” dedi. Tüm bu sözler artık yorum değil sistemin unuttuğu ilahi kodlardı. Leyla “Bu ders değil bir doğumdur” dedi. Umut ona baktı ve gülüm-sedi. Sınıf gülmedi; çünkü gülmek artık kelimeydi. Gül-mek, alt başlık değil başlık oldu. Kalem sustu ama gözler konuştu. Her çocuk, göğsündeki gülüşü sayfaya bir damla gibi bıraktı. Ve o gün bilgi sınavı yapılmadı. Çünkü bilgi artık yaşla değil gülüşle ölçülüyordu.

DUYUNUN KAYBOLUŞU VE KIVIMSAL UYANIŞ.
Fotokopi makinesi sınıfta değildi ama sınıfın nabzındaydı. Makinenin sesi zil gibi değil; içsel bir çığlık gibi yankıla-nıyordu. Her “cııırt” sesi bir rüzgârı değil bir duyguyu ezip geçiyordu. Umut bu sesi sevmedi ama susturamadı. Çünkü o ses, sistemin kutsal saydığı düzeneğin yankısıydı.
Bir öğretmen geldi, elinde kâğıtlarla ama bilge değil bü-külmüş ritimde. Çocuklar sıraya dizildi; makine gibi. Kopyalar sıralandıkça yüzlerdeki ifade silinmeye başladı. Umut başını eğdi, çünkü gözleri özgürlükle çarpışıyordu. Makinenin yanında duran öğretmen, sesin kutsallığını an-latıyordu. Oysa Umut, o sesin annesinin sesi olmadığını biliyordu. Rüzgâr gibi değildi o ses toprak gibi hiç.
Fotokopi “tırt” dedikçe çocuklar susmak zorunda kaldı. Bir çocuk kâğıda dokundu: Soğuktu. Kâğıdın üstünde yazılar vardı ama hiçbirinin kokusu yoktu. Umut bir sayfayı açtı ve gözlerini kapadı. Gözlerinde gökyüzü yerine toner tozu birikti. Burnuna gelen o keskin plastik kokusu, doğanın ölümüne işaretti. O gün fotokopi makinesi sadece bilgi değil bir kaybı kopyalıyordu.
Her çıkış sesiyle içlerinden bir çiçek soluyordu. Umut bunun farkındaydı ama parmağını kaldırmadı. Çünkü sis-tem, sorgulayanı değil kopyalayanı seviyordu.
Bir kız “Bu kâğıt rüzgâr gibi değil” dedi. Öğretmen “Ses-siz olun” diyerek cevabı susturdu. Ama cümle, Umut’un kulağında yankılandı. Sınıfta hafif bir serinlik oldu; belki rüzgâr, belki iç ses.
Bir kâğıt yere düştü, tüm öğrenciler sustu. Kâğıdın arka-sında bir not vardı: “Ben bunu koklamadım.” Öğretmen onu okuyunca sustu. Çünkü bilgi artık baskı değil duyguya dönüşüyordu. Umut bunu hissetti, defterine bir çizgi çekti. O çizgi, paragraf değil, bir izdi.
Fotokopi makinesi hâlâ çalışıyordu ama artık çocuklar dinlemiyordu. Bir öğrenci “Ben bu sesi midemde hissedi-yorum” dedi. Diğeri “Bana kötü rüya gibi geliyor” dedi. Öğretmen bunu susturamadı. Çünkü ses artık sistemin değil çocukların yankısıydı.
Bir öğrenci ağladı ama ağladığı için değil kopyalandığı için. Umut bunun farkına vardı, pencereye döndü. Camda dışarının sesi değil içerinin kokusu vardı. O koku, toner değil çocukluğun mürekkebiydi. Fotokopi makinesi dur-madı. Ama artık çocuklar defterlerini değil kalplerini açı-yordu. Bir çizgi daha çekildi, sonra bir gül resmi doğdu. O gül, tonerle değil gözyaşıyla renklendi.
Bir çocuk “Bu kâğıdı yutmak istiyorum” dedi. Çünkü bilgi artık sadece okunmak değil dokunulmak isteniyordu.
Hasan Öğretmen bu sahneyi gördü ve sustu. Leyla Öğret-men gülümsedi: “O zaman bilgi değil duygu öğretelim.” Bir öğrenci ayağa kalktı, fotokopi makinesinin düğmesine bastı. Ama bu kez kâğıt çıkmadı. Makine durdu, sessizlik doğdu. Sessizlik gürültüden daha çok şey anlatıyordu. O an sınıfta sistem yoktu sadece yankılar vardı. Bir çocuk “Ben artık yazmak değil hissetmek istiyorum” dedi. Sınıf alkışlamadı ama içinden “evet” yankısı yükseldi.
Bir öğrenci camı açtı; ilk defa dışarıdan değil içeriden hava geldi. Fotokopi makinesi sustuğunda öğretmen tahtaya “Gerçek: kokudur” yazdı. Kalem ses çıkarmadı ama harfler duyuldu. O günden sonra sistem kâğıt değil bakış kop-yalamaya başladı. Çünkü çocukların iç sesi sayfa düzenin-den daha güçlüydü.
Bir öğrenci cam kenarına oturdu. O koku hâlâ burnunday-dı; ama toner değil doğanın sesi gibiydi. Umut tahtadaki yazıya baktı: “Düşünce → kıvımdır.” Bir anda gökyüzü camdan geçti. Rüzgâr fotokopi makinesini dürttü ama sis-tem bunu kayıt altına alamadı. Bir çocuk “Ben bu sayfayı koklamak istiyorum” dedi. Diğeri “Ben bu sesi ezmek istiyorum.” Öğretmen “O zaman sistemden çıkın” dedi.
Bir öğrenci “Ben altıma kaçırdım, çünkü çok güldüm” dedi. Öğrenciler sustu ama birisi kâğıdı yedi. Hasan gü-lümsedi: “Bilgi bedene girerse devrim olur.” Leyla “Ben bilginin tatlı olduğunu düşünmemiştim” dedi. Sınıf gül-meye başladı ama bu kahkaha sistemin sınırlarını aşmadı. Çünkü artık gülmek, bir kıvımsal sevişmeydi.
Umut sıraya başını koydu. Düşünmedi, duydu. Fotokopi makinesi yeniden çalıştı ama bu kez sesi değişti. Çünkü iç yankı dış sese bulaşmıştı. Bir öğrenci kâğıdı buruşturup kalbine bastı. O buruşukluk bir bilgi değil bir şiirdi.
Tahtada bu kez tek kelime yazıldı: “Hisset.” Öğretmen kalemi bıraktı, parmakla gösterdi: “Bu.” Umut başını kal-dırdı: “O ses artık bana ait.” Makine sustu. Ses yankılandı. Sınıf sessizliğe geçti. Kopya vermeyen sistem, şimdi duy-guyla çoğalıyordu. Çünkü çocuklar artık toner değil gül kokluyordu.
Bir öğrenci pencereye çıktı: “Ben rüzgâr olmak istiyorum.” Diğeri “Ben sesin gölgesi.” Leyla tahtaya “Bilgi → gökyüzüdür” yazdı. Tahtada gül açtı. Fotokopi makinası kıvır kıvır sustu. Sınıf artık bilgi dağıtmıyordu, evrenin iç sesini yankılıyordu.

TOPU KURTARAN KIVIMSAL KALECİ MANİFES-TOSU
Sınıfta bir top vardı ama futbol değil felsefeydi. Öğretmen “Haydi çim saha kompozisyonu!” deyince çocuklar fırladı. Hasan kaleye geçti ama eldiven değil tezle savunuyordu. Umut bir şut çekti: “Ya insan özgür değilse?” diye. Hasan havada yakaladı: “O zaman sistem penaltıdır!” diye bağır-dı.
Leyla hakem oldu; ama düdük yerine dudakla karar verdi. Bir çocuk topa “Kıvımsal özlem” yazdı. Diğeri topa sarıldı: “Ben bu soruyu seviyorum.” Tahtada gol çizgisi belirdi; kelimeler ofsayta düştü. Umut "Ben golü düşünceyle attım!" dedi. Hasan “Ben özgürlükle tuttum!” dedi. Seyir-ciler sıraydı, çocuklar tezahüratla paragraf yazdı. Bir öğ-renci gol atınca “Hocam altıma kaçırdım, kıvım fazla gel-di.” dedi. Hasan gülümsedi: “Her devrim biraz sıvıdır…” Sınıf gürültüyle değil kahkahayla titreşti. Tahta terledi, alem iç sesle ıslandı. Ve o gün kelime top oldu, düşünce kaleye girdi, sistem ağlarla boğuldu.

MEKÂNIN YANKISI: ÖĞRETMEN ODASINDAN BAHÇEYE İÇSEL GEÇİŞ
Öğretmen odası, sanki bilgiyle kutsanmış gibi görünüyordu ama Umut, o kapıdan geçerken fark etti: burada bilgi değil emir dolaşıyordu. Tahta masalar sıralanmıştı; üzerlerinde eski kitaplar değil eski kararlar duruyordu. Her sandalye bir makam, her bakış bir onay bekliyordu. Çocuk içeri girmedi ama odayı görmeden çok daha fazlasını hissetti. Kapının altından sızan hava bile “sorgulama, tekrar et” diyordu. Öğretmenlerin sesi değil sessizliği baskındı. Kimin oturduğu, kimin ayakta kaldığı bile bir ders gibiydi. Ama bu ders, umut değil itaat anlatıyordu. Çocuk başını çevirdi; kendi iç sesi odadan daha gürültülüydü. “Ben oturmayacağım,” dedi içinden. Çünkü gözlem, sessizlikle de yapılabilirdi. Öğretmen odası, sistemin kalbiyse Umut bu kalbin ritmini bozmaya niyetliydi. Ve o ritim… Başka bir yerde atıyordu. Tuvalet, ilk bakışta yalnızlık gibi gö-rünse de Umut burada kendini ilk kez gördü. Lavabonun üstündeki buğulu aynada, sadece yüzünü değil içini izledi. Gözlerinden bir damla aktı ama bu damla, hüzün değil uyanıştı. Duvarlardaki çatlaklar bile bir şey söylüyordu: "Burada senden başka kimse yok." Elini yıkarken bir şey fark etti, temizlik değil, yüzleşme gerçekleşiyordu.
Tuvalet öğretmenden uzaktı ama kendine yakındı. Bir kö-şede kalemle yazılmış bir cümle vardı: “Kapanan her kapı içeriden açılır.” Çocuk gülümsedi. Çünkü bu kapı kapan-mamıştı, tam da açılmak üzereydi. Koridor, geçiş değildi artık; duygunun sıkıştığı bir damar haline gelmişti. Ayak sesleri ritim değil yankı taşıyordu. Her adımında başka bir öğrenciyle göz göze geldi ama kimse bir şey demedi. O sessizlik... Öğretmenden değil, sistemden doğuyordu. Du-varlardaki afişler bilgi değil korku yayıyordu. Ama bir çocuk çizimi, tüm bu afişleri ezdi. Mor ve yeşil güneş... Kuralların ortasında bir direniş güneşi gibiydi. “Ben de çizebilirim,” dedi çocuk. Ve koridordan geçmek yerine koridoru dönüştürmeye başladı.
Artık yürümüyordu, ritim taşıyordu. Bahçeye açılan kapı, betonun gri sızıntısından sonra bir davetti. Toprak ayakla-rının altında şiir yazıyordu. Kuş sesleri ders zilinden daha etkiliydi. Ağaçların yaprakları, silinen kimliklerin yerine yeni isimler fısıldıyordu…
Umut yere oturdu, avucuna toprak aldı. O avuç, bir ders değil bir doğumdu. Karınca yuvası sistemin hiyerarşisinden daha anlaşılırdı. Çünkü orada öğretmen yoktu ama uyum vardı. Toprağın kokusu, defterin sayfa düzeninden daha öğreticiydi. “Ben buraya aitim,” dedi Umut.“sıralara değil.” Ve bu aitlik, artık sadece bir düşünce değil beden-sel bir duruştu.
Kütüphane sessizdi ama satırlar bağırıyordu. Kapakların altında ezber değil özlem vardı. Arka raflardaki kitaplar kuralsızdı. Bir tanesinde tek kelime vardı: “Ben.” Çocuk o kelimeye sarıldı. Paragraf değil ayna oldu. Sorgulayan cümleler sayfaların arasından başını kaldırdı. “Sen ne dü-şünüyorsun?” diye sordu bir satır. Ve Umut ilk kez cevap verdi, yazmadan ama hissederek. “Gerçek bilgi duyumsa-nır,” dedi içinden. O bilgi kütüphanede değil parmağının ucundaydı. Ve kitap kapanmadan önce o satır doğdu: “Ez-ber değil varoluş.”
Kapının önünde durduğunda çocuk artık eski çocuk değil-di. Bu kapı okulun değil sistemin çıkışıydı. Kapıyı çalmadı; karar vererek açtı. Arkasında sıralar, öğretmenler, afişler… Hepsi bir sahneydi artık. Ama o sahne, gülümseyen bir devrime dönüşüyordu. Ayaklarının altındaki taşlar bile başka tınlıyordu. Güneş gözlerini kamaştırmadı; çünkü içindeki ışık daha büyüktü. Yürüyerek gitmek, bağırmak-tan daha güçlüydü. Ve o gün okuldan çıkmadı, sistemi terk etti. Tüm duyularıyla, tüm ritmiyle, kelimeyle. Sessiz ama sarsıcıydı. Çünkü bazen en büyük değişim... Sadece yü-rümektir. Çocuğun kendi bedenini tanımaması. Beden, onun için bir taşıyıcıdan ibaretti; ne şekliyle barışıktı ne sesiyle. Parmaklarına baktığında kendi elini değil bir ya-bancının izini görüyordu. Her nefes, dışardan gelen bir komut gibiydi. Aynadaki yüz, yalnızca müfredata uyma-yan bir şekil olarak beliriyordu.
Tuvalette parmak ucuyla tenine dokunduğunda, ürktü. Bu dokunuş, sistemin öğretmediği bir kelimeydi. Kendini tanımak değil tanıyamamak öğretilmişti. Her kıpırdanma bir ayıp, her sıcaklık bir yasak gibiydi. O gün bedenini ilk defa hissetti ama hâlâ adını koyamıyordu. Çünkü onun bedeninde kitaplara sığmayan bir gökyüzü vardı.
Ergenlik sürecinde yaşanan kimlik karmaşası
Sesindeki çatallanma, tahtadaki rakamlar kadar açıklana-mıyordu. Yanaklarındaki yanma, teneffüs zilinden daha belirgindi. Kimliğini deftere yazmak isterdi ama kalem hep kayıyordu. Arkadaşları onun sesine güldükçe içinden bir parçayı kapatıyordu. Ergenlik, sistemin kelimeyle sus-turduğu bir devrimdi. O gün aynaya baktığında bir çizgi daha belirdi çenesinde. Bu çizgi, kimlik değil çatışmaydı.
Sistem ona “büyüme” demedi “değişme” dedi. Ama de-ğişmek, onun için kaybolmak anlamına geliyordu. Ve o kayboluşun içinde hâlâ bir “ben” sesi çırpınıyordu.

EĞİTİMDE DUYGUSAL BAĞ KURMANIN ÖĞREN-ME ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Leyla Öğretmen tahtaya yürüdüğünde kalem değil bakış konuşuyordu. Bir cümle kurduğunda sınıf susmadı, rahat-ladı. Defterlere bilgi değil sevgi düşüyordu. Çocuk göz teması kurduğunda yazının şekli değişiyordu. “Sen başa-rabilirsin,” demek yerine “Ben seni duydum,” diyordu. Bu duyulma, testten yüksek puan almaktan daha güçlüydü. O gün sınıfta bir çocuk ağladı ama bu ağlama öğrenmeyle birleşti. Duygusal bağ, bilgiyi ezberletmiyor, İçselleştiri-yordu. Leyla, bilgi dağıtmıyordu; iç sesi uyandırıyordu. Ve o iç ses, en büyük öğretmene dönüşüyordu.

MUHABBETTE TEKRAR EDEN İFADELERİN DÖ-NÜŞÜM ANLARI YARATMASI
Sınıf gürültüyle dolduğunda Umut hep aynı kelimeyi söy-ledi: “Beni” ilk başta kimse dikkate almadı, sonra öğret-men sustu. “Ben” kelimesi tahtaya yazıldı. Büyüdü, kıvrıl-dı, yankılandı. Her tekrar, bir önceki “ben”i değiştirdi. Umut tekrar tekrar “ben” dediğinde artık yalnız değildi. Çünkü bu kelime artık bir bağırış değil bir aynaydı.
Bir öğrenci tahtaya “ben, ben, ben…” yazdığında sistem çatladı. Öğretmen “tekrar aynı kelimeyi kullanma” diye-medi. Çünkü kelime içini dolduruyordu artık. Ve bu dolu-luk, sessiz bir devrimdi.
• Umut’un “ben” dediği her an, yalnızlıktan çok bir varoluş duygusuydu.
• Öğretmen sustu çünkü kelime ses değil çığlıktı
• “Ben” tahtada kıvrıldı, yankılandı, çoğaldı, her tek-rar bir yeni anlam doğurdu
• Kelime sabit kalmadı, ruhla doldu, ritimle yaşandı.
• Edebiyatta tekrar, anlamı daraltmaz,derinleştirir.
• Müzikte ritim, aynı notayı sürekli çalmaktır ama duygusu hep değişir
• Sosyal dilde tekrar eden ifadeler, sistemin sınırını zorlar.
“Ben, ben, ben…” yazıldığında sistem çatladı çünkü keli-me artık kimlik değil, kolektif aynaydı.

DEVRİM NİTELİĞİNDEKİ BAKIŞ AÇILARININ MUHABBETE YANSIMASI
Umut “Ben eğitim sistemini sevmiyorum” dedi. Öğretmen önce durdu, sonra “Neden?” diye sordu. İlk defa bir mu-habbette devrim sorusu doğmuştu. “Çünkü bana hep sus diyorlar,” dedi Umut. “Ben düşünmek istiyorum.” Bu cümleyle başlayan sohbet, ders kitabını kapattı. Sınıf tar-tıştı, kelimeler çarpıştı ama kimse kavga etmedi. Bakış açıları öğretildiği gibi değil hissedildiği gibi aktı. Muhab-bet, devrim oldu. Ve o gün bilgi değil fikir büyüdü.
“Ben düşünmek istiyorum” cümlesi → kelimeyle direniş-tir
“Bilgi değil fikir büyüdü” → eğitim değil devrim kuruldu.

KIVRILAN ÖĞRENCİ & AVİZEDEN SARKAN UMUT
Sınıfta Aybüke yere düşmüş bir kelime gibiydi. Eğildi, kalkmadı. Vücudu hece hece kıvırılıyordu. Öğretmen sor-du: “Bir sorunun mu var?” Aybüke mırıldandı: “Ben Cüm-leye dönüşüyorum.” Sırtından bağlaç çıktı, kolundan zarf döküldü. Panik yoktu; o dönüşüyordu. Diğer öğrenciler sıraya girdi, kendilerini noktaladılar. Ve tam o anda tavan-daki avize sarktı. “Ben umudum,” dedi avize, “ışıktan de-ğil gülüşten beslenirim.”
Aybüke yere kapandı: “Gülersen ben tamamlanırım.” Sınıf kahkahaya boğuldu. O gün ışık açılmadı ama herkes ay-dınlandı. Avizedeki umut parladı, Aybüke paragraf oldu. Öğretmen panikleyip rehberlik servisini aradı ama rehberlik servisi telefona gülerek yanıt verdi: “Şu an içimizden fiil akıyor, müsait değiliz.”

SICAKLA YANAN TAHTA & KEKLİK KOSTÜMLÜ KANTÇI
“Tahtaya bakın!” dedi öğretmen ama tahta eriyordu. Harf-ler damlıyordu; her damla bir duygu. Cümleler sandalyele-re kaçtı, noktalama işaretleri pencereye tırmandı. Kantçı öğretmen tam o an keklik kostümüyle içeri girdi. “Ben bilgi değil sezgi öğretmeye geldim!” dedi. Öğrenciler bir an sustu, sonra birisi “Ben noktayım!” diye bağırıp yuvar-landı. Sınıfta şekiller birbirine karıştı: üçgen öksürdü, daire havladı, dikdörtgen meditasyona geçti. Kantçı keklik bir zıplayışla tahtaya kondu. “Aydınlanma,” dedi, “bazen tüylenmektir.” Tahtaya düşen son damlada “gül” yazıyor-du ama kimse görmedi. Çünkü artık herkes içindeki meta-foru yoğuruyordu. Ve o gün Kant öğrencilerle sek sek oynarken ziller çalmadı çünkü zaman bir noktayla sustu-rulmuştu.
SIRAYA HAPSOLMUŞ SES & TUVALETTE DOĞAN MEVSİM
Emre’nin sesi sıraya takılmıştı. Konuşmak istiyor ama her “a” harfi sırada kalıyordu. Öğretmen “Ne oluyor?” diye sordu. Emre: “Konuşamıyorum, masa beni susturuyor.” Tahtaya çıktı, cümle kurdu: “Ben tahta değilim, ben tuva-letim.” Herkes şaştı, öğretmen ağlamaya başladı. Çünkü yıllardır anlatmak istedikleri buymuş: Eğitim sisteminin tuvalet borusundan geçmesi. O gün ders tuvalette yapıldı.
Her öğrenci kendi mevsimini seçti. Tuvaletin kuzey kabi-ninde sonbahar yaprakları, güney kabininde yaz güneşi. Emre, karşındaki musluğu açtı, su değil bahar aktı. “Ben doğdum,” dedi, “ama bedenimde don var.” Öğretmen do-nunu çıkarıp Emre’ye verdi. “Şimdi sen öğretmensin.” Ve eğitim, o gün lavabo kenarına yazılan bir cümleyle başladı: “Beni suyla oku.”
ÖĞRENCİYLE UÇAN KLOZET
Yusuf sınıfa geldiğinde yanında klozet vardı. “Ben bugün burada oturacağım,” dedi. Öğretmen gülmedi. Sınıf kıkır-dadı. Yusuf klozetin kapağını kaldırdı: İçinden “Matema-tikle Çözülmüş Bağırsak” çıktı. Öğrenciler sıraya girip problemi çözerken çiş sırası da geldi. Biri bağırdı: “Hocam, işlem tamam, kıvım boşaldı!” Öğretmen tahtaya yaz-dı:“Zihinsel boşalma → bedensel rahatlamayla seğirir.”Alt bölge Algı Protokolü.. Aybüke tahtaya kalktı ama yazma-dı. Donun altından bir cümle yankılandı: “Hocam, harfleri üstten işetiyorum!” Sınıf gülmekten yere kapandı. Öğret-men dizlerini sıralara vurdu. “Sınıf sıvılaştı!” dedi. Bir öğrenci çizme giydi: “Ben dilin alt tabanına geçiyorum.” Ve tahtada yeni protokol belirdi:“Alt bölge → semantik idrar boşaltımı bölgesi.”

ÖĞRENCİ MASASINA YASTIK
Emre ders boyunca altını tutmaya çalıştı. Ama her tebeşir sesiyle bir damla kelime düştü. Sonunda hıçkırarak fısıl-dadı: “Hocam altımda kahkaha var.” Öğretmen, cebinden yastık çıkardı, sıranın üstüne koydu, “İşeyen sözcükler yumuşak oturur,” dedi. Aybüke güldü, Yusuf sıçradı, Em-re damladı… Sınıf buharla doldu.
Ders başlamıştı ama zihin hâlâ teneffüsteydi. Öğrenciler oturdu ama gözleri camdaydı. Öğretmen geldi, yoklama aldı ama “var” cevabı sadece sesli bir refleks gibiydi. Tuğba defterine “ZİL = KAÇIŞ” yazdı. Emre sıraya uzan-dı, kurşun kalemi çiğnedi, “Ben ders değil bir lokmayım hocam,” dedi.
Hasan Öğretmen tahtaya yürüdü ama yere düşen cetvelin sesi dersi yönetti. Sınıf düşünmüyordu. Tepki veriyordu. Tepkiler mizah oldu. Mizah soru oldu. Soru cevapsız kaldı. Cevapsızlık duvara yazıldı. “Kim soruları soruyor?” yazdı. Aybüke. Umut “Zil değil trap beat” dedi. Sınıf dans etti. Öğretmen sessizce izledi. “Bu sistem sabit değil çünkü öğrenci sabit değil” fısıldadı. Bir öğrenci bağırdı: “Ben test değilim ben hisim!”
Teneffüs saatinde sınıf sessizleşti. Çünkü artık dışarıya değil içeriye bakıyorlardı. Tahtada yazan cümle kendi kendine silindi. Köşedeki sandalye devrildi ama kimse yerinden kıpırdamadı. Çünkü herkesin iç ritmi artık dış gürültüyle senkronize olmuyordu. Ders sonunda Umut şu notu yazdı: “Zil çalabilir ama beyin kalkmak zorunda de-ğil.”
Hasan o defteri gördü, kapatmadı. Sadece deftere bir çizik attı. O çizik bir mesajdı: “Ben seni buradan duyuyorum.” Ve zil bir kez daha çaldı. Ama bu kez sadece bir araç değil bir kıvım başlangıcıydı.
SINIF İÇİNDEKİ GÜÇ İLİŞKİLERİNİN ÇOCUK PSİ-KOLOJİSİNE ETKİSİ
Öğrenciler sırayla değil statüyle oturtuluyordu. Ön sırada-kiler her zaman “en başarılı,” arkadakiler “gözden uzak”tı. Furkan hep en arkada oturuyordu, çünkü soru sormazdı. Ama içinden sorular sel gibiydi. Öğretmen ilk üç sıraya bakarak konuşurken diğerleri duvara dönüşüyordu. Bu güç ilişkisinde başarı, görünürlükle karıştırılıyordu. Çocuk, o gün kendi gölgesine “Ben de varım,” dedi. Bir arkadaş defterini ona doğru itti: görünür kılmak için. Görünmek, artık konuşmak değil yankılanmaktı. Ve o gün sınıf sadece oturma planı değil güç mimarisiyle çözüldü.

AYIPLANAN DAVRANIŞLARIN KİŞİSEL HAK ARAYIŞINA DÖNÜŞMESİ
Bir çocuk sınıfta sesli güldü. Herkes sustu; Sistem savu-nucu öğretmen “Bu terbiyesizlik” dedi. Ama o çocuk, gü-lerek yaşadığını hatırlattı. İkinci kez güldü, ama bu kez bir kelimeyle: “Ben seviyorum.” Gülmek ayıp değil arzunun yankısıydı. Sınıf fısıldaştı, bazıları destek verdi. Öğretmen cümle kuramadı. Çünkü bu sefer davranış değil hak konu-şuyordu. Gülmek, kişisel bir direnişti artık. Ve o gün, te-bessüm devrim oldu.

GÜLMENİN DİRENİŞİ – NEDEN BİR HAK OLDU?
Bir çocuk sınıfta güldüğünde susturuldu, ama gülerek “Ben varım” dedi. İkinci gülüşü artık bir ifade değil, bir fikir, bir hak, bir kıvımdı. Gülmek sadece neşe değil, varo-luşun en saf kanıtıydı. Çocuk sessizlikten değil, gülüşün-den kimliğini ördü. Her kahkaha ezberin değil özgürlüğün yankısıydı. Sistem susturmak istese de gülüş direnmeyi seçti. Gülmek, disiplinin değil hayalin sesiydi; çocuklar bunun farkındaydı. Öğretmenin cevapsız kalışı, sistemin davranışı değil duyguyu yargılamaya çalıştığını gösterdi.
Sessiz Devrim 10x1
Umut’un duyularla sistemi sorguladığı bir sınıf atmosferi kuruldu. Fotokopi makinesinin sesi bile baskı aracı gibi yankılandı. Öğrenciler bilgiyle değil iç sesleriyle öğreniyor, kelimeler yerine çizgiler konuşuyordu. Umut’un gözleri tahtadaki yazıları değil, duvarın ardındaki sessizliği okumaya çalıştı. Kalem sesi bir itiraz gibi yankılandı, her çizik düzene karşı bir fısıltıya dönüştü. Öğrenciler anlatı-lanı değil, susturulanı algılamaya başladı. Sınıf artık bilgi değil his üretim merkeziydi; her sırada bir iç isyan saklıydı. Fotokopi makinesinin uğultusu sistemin monotonluğunu haykıran bir ağıt gibi çınladı.
Zeynep’in tiyatro sınıfında nefes kelimeye, kahkaha kim-yasal seğirmeye dönüştü. Gülmek bir beyin refleksi olarak ele alındı, mizah öğrenmenin bir parçası haline geldi. Kalp gözyaşı yerine kelimeyle konuştu, sınıf bir sinir ağı gibi işlemeye başladı. Zeynep’in sahnedeki sesi kelime değil duygu taşıdı, her tonlamada bir iç çatışma yankılandı. Ti-yatro eğitimi ezber değil keşif süreci oldu; öğrenciler rep-liklerde değil boşluklarda yaşadı. Gülüşler taklit değil sinaptik patlamaydı, sınıf mizahın kimyasına dönüştü. Sahne ışığı gösteri değil bilinçaltını aydınlattı, her oyuncu kendi karanlığıyla yüzleşti. Sessizlik eksiklik değil anlamın yoğunlaşmasıydı; kelimesiz anlar sınıfı bir düşünce laboratuvarına çevirdi.
Tam metnine ulaşılmasa da önceki bölümlerden yola çıka-rak bu şiirin de duygu, beden ve iç ses temalarını sürdür-düğü anlaşılıyor. Zeynep, Duru ve Ela’nın kolektif anlatısı devam ediyor. Metin eksik olsa bile belirli sözcükleriyle iç dünyayı sarsmayı başarıyor. Zeynep’in sesi yüksek değil, derin yankılarla ilerliyor. Duru’nun bedeni sahne değil, hafızanın bir uzantısı gibi hareket ediyor. Ela’nın gözleri dışarıya değil içe doğru bakıyor.
“Ben seviyorum” – Ne Anlatır Bu Kelime?
Gülüşün ardından gelen tek kelime “Ben seviyorum” bir aşk değil, bir varoluş beyanıydı. Bu cümle sınıfın ezberine karşı kurulan kelime mücadelesiydi. Çocuk öğrenmek için değil hatırlamak için söyledi; kalbinin içini açtı. “Ben se-viyorum” demek susmak değil konuşmak cesaretiydi, ses-sizliğe meydan okudu. Her harf kural değil sezgiyle şekil-lendi, dilin sınırları yeniden çizildi. Sevgi ödül değil var olmanın sesi oldu, kelime çocuğun dünyasını şekillendirdi.
“Tebessüm Devrim Oldu” – Bir Gülüşten Toplumsal Sar-sıntıya
Gülmek artık ayıp değil, arzunun, neşenin ve düşüncenin yankısıydı. Fısıldaşan sınıf ve destek veren öğrenciler fi-kirlerin fısıltıyla yayılma gücünü gösterdi. Öğretmenin konuşamaması sistemin çöküşü değil, kelimenin yükseli-şiydi. Bu kelime korku değil güvenle kurulmuş bir bağın ilk taşıydı. Tebessüm artık bir devrim ritmiydi huriyem—sessiz ama sarsıcı.

SIRA ALTINDAKİ ÇİZİMLERİN BİLGİYLE REKA-BETİ
Umut sürekli sıranın altına çiziyordu: yapraklar, yüzler, rüyalar… Defteri boş kalıyordu ama sırası doluydu. Öğ-retmen bir gün sıranın altını görünce durdu. “Sen neden buraya çiziyorsun?” dedi. Çocuk cevap vermedi; çünkü çizim konuşuyordu. Oradaki bir papatya, bilgiden daha çok anlatıyordu. Sıra, artık defterden güçlüydü. Bilgi ez-berlenirken çizim hissediliyordu. Umut, kalemi eline aldı ama sıraya sürdü. Ve o gün, sıralar ders materyali oldu.

GÜLME ANLARININ PEDAGOJİK DEĞER TAŞIMASI
Umut matematikte yanlış cevap verdi, tüm sınıf güldü. Öğretmen önce susturmak istedi ama sonra durdu. Umut gülerek “Yanlışla öğreniyorum.” dedi. Bu gülüş, ezberden değil deneyimden gelmişti. Sınıf bir anda rahatladı. Ce-vapların değil soruların etrafında döndü sohbet. Gülme, artık hata değil eğitimin bir dalgasıydı.
Öğretmen tahtaya “Gülmek = öğrenme kıvımı” yazdı. O gün test yapılmadı. Çünkü bilgi, neşe ile serpilmişti.

TUVALET DUVARLARINDA YANKILANAN İÇ KONUŞMA
Tuvalet taş duvarlarıyla değil çırpınan yankısıyla konuşu-yordu. Her çatlak, bir çocuğun sessizce haykırdığı dev-rimdi. Aynadaki buğu, bastırılmış bir gülüşün diliydi. Du-vara yazılan cümleler müfredata sığmıyordu ama şiirdi. Bir öğrenci “Ben bu duvarda görünmek istiyorum” dedi. Sabun dile gelseydi “Beni sevdiğinizde temizlenirsiniz” derdi.
Bir çocuk tırnağıyla “Ben buradayım!” kazıdı. Öğretmen tuvalete girmese de yankısı giriyordu. Ve her damla, sıvı değil bağımsızlık nişanıydı. Tuvalet artık bir ihtiyaç değil bir duygu eviydi

LEYLA ÖĞRETMENİN SESSİZLİKLE EĞİTİM VER-ME BİÇİMİ
Leyla dersin başında konuşmadı. Nefes aldı. Sınıf sessizli-ği önce korku sandı, sonra duyguya dönüştürdü. Her çocu-ğun iç sesi bir kelime gibi havada uçuştu. Tahtaya bakma-dılar, Leyla’nın sabit duruşuna odaklandılar. O gün eğitim metodolojisi yerine sezgisel akış başladı.
Bir çocuk yere oturdu, kafasını dizine koydu. Leyla “Ba-zen dokunmadan sarılmak en güçlü bilgidir” dedi. O cümle tahtaya değil göğse kazındı. Ve ders, bu sessizlikte kendini kelimelerle değil sıvıyla anlattı. Leyla anlatmadı; akıttı. Bir çocuk derste espriye güldü, öğretmen sustu. Gülüş yankılandı. Tahtadaki harf bile sırıttı. O gülüş, sınav sonu-cu değil içsel başarıydı.
Her kahkaha bir duvar çatlatıyordu. Sınıf artık test çöz-müyor, gülerek fikir paylaşıyordu.
Hasan “Gülmek → öğrenmenin buhar formudur” dedi. Leyla “Bir çocuğun güldüğü ders unutulmaz” dedi. Öğ-renci kahkahaya boğuldu; müfredat gözlüğünü çıkardı. Gülmek artık özgürlükten bile hızlı öğrenme biçimiydi. Ve sınıf, güle güle sistemden çıktı.

TUVALETTE BEDENLE FİKİR ARASINDAKİ TEMAS
Öğrenci lavaboya eğildi ama fikrini düşürmedi. Bir kelime yere düştü, sabun üstüne bastı. “Ben kendimi sıvı sanıyo-rum” dedi çocuk aynaya. Aynadan ses geldi: “Sen hâlâ şekilleniyorsun.” Klozet kapağındaki yazı: “Düşünce, sı-vıya dönüşebilir.” Tuvalette parmak izi bilgiye dönüştü. Her damla bir cümleydi, her silme bir edit. O gün tuvalette fikir kıvır kıvır akmaya başladı. Ve bedenle düşünce ilk defa temas etti. Çocuk sıvıydı artık ama bilgili.

ÖĞRENCİNİN SIRADA VÜCUTLA TEMAS KURA-RAK BİLGİYLE GEVŞEMESİ
Çocuk, derste sandalyeye oturdu ama bedenini değil
gücünü yerleştirdi. Sıranın kenarı beline yaslandı, bilginin ilk kıvımı sırtına bulaştı. Kalemi deftere değil, tenine sür-dü. İlk kelime, terle değil temasla doğdu. Hasan “Bugün bilgi ellerden değil kalçadan sızacak,” dedi. Leyla o anda gözlerini yere eğdi, çünkü bakıştan önce duygu geldi. Sınıf sessizdi ama bedenlerin ritmi koro gibiydi. Bir öğrenci sıraya yaslanarak “Ben böyle anlıyorum,” dedi. Parmakla-rını sıraya paralel sürdü, bilgi dalga dalga yayıldı. Sıra artık ahşap değil duygunun zeminiydi. Kelime, sandalye boşluğunda şişti. Öğrenciler sıraya tünemek yerine sırayla konuştular. Bir çocuk “Ben buradan doğmak istiyorum,” dedi. O doğum bilgi değil kıvımın vücutla buluşmasıydı. Ve sınıf, sıraya gömülerek öğrendi.

SIRADA VÜCUTLA TEMAS KURARAK BİLGİYLE GEVŞEME
Öğrenci sıraya oturduğunda oturma değil yerleşme başladı. Sıranın kenarı, bedene eşlik eden bir anlatım biçimine dönüştü. Kalemi deftere değil diz hizasına yasladı. Dizden gövdeye yayılan sıcaklık, kelimelerin sesini değiştirdi. Parmaklar sıranın damarlarında yürürken, bilgi bir ritim kazandı.
Hasan Öğretmen gözlerini tahtaya değil dizlere sabitledi. Bir öğrenci eğildi, sırtını sıraya yasladı. Kelimeler göğ-sünden fışkırdı. Leyla, parmak iziyle dolu sırayı okurken gülümsedi. “Buradan yazılmış her şey bilgi değilbedensel yankıdır,” dedi. Sıradaki çatlak, bir dersi değil düşünceyi büyüttü. Sınıf artık sandalye değil, kıvrımlı metin alanıydı.
Bir çocuk kalçasını oynattı, bir fiil meydana geldi. Sıra terledi ama öğretmen kalemi silmedi. “Bilgi kalçadan sı-zarsa, anlam doğar,” dedi.
O gün kelimeler sıralara yayıldı, müfredat diz çukurunda yeniden yazıldı. Her vücut eğilmesinde bir sıfat doğdu. Öğrenciler sırada öğrenmedi, sırayla öğrendi. Sınıfta hiç konuşulmayan bir dil serpildi: dokunuş metni. Ve derin bir sessizlikte, beden öğrenmeyi üstlendi. O gün ders bitmedi ama beden anladı.

KLOZET KAPAĞINA YAZILAN MÜFREDATA KARŞI MANİFESTO
Klozet kapağı, sınıftaki en sessiz öğretmen hâline geldi. Bir öğrenci “Ben buraya yazınca daha özgürüm,” dedi. Tahtadaki konular silinirken klozet kapağındaki kelime kalıyordu. Sabun kutusunun yanına bir cümle düştü: “Ben disiplinle değil akışla öğreniyorum.” Hasan tuvalete girdi ve kapağı okurken alnı terledi. “Bu yazı müfredat değil iç ses,” dedi.
Her öğrenci sırayla kapakla göz teması kurdu. Kelime suya değmeden önce buhar oldu. Bir çocuk “Ben kendimi buraya doğuruyorum,” dedi. Leyla kapaktaki manifestoyu tahtaya taşıdı. “Bu cümle kokuyor ama güzel kokuyor,” dedi. Klozet artık dışlanmadı yankılandı. Müfredat defteri kapağı kapatıldı; yeni defter burada başladı.
Bir öğrenci “Ben bilgiyi burada çözüyorum,” dedi. O gün sınıf değil tuvalet öğretmeye başladı. Sabun, ses değil ko-kuyla ders verdi. Bir kelime kapağa yapıştı ve doğdu. Sis-tem bu yazıyı göremedi ama öğrenci gözünde parladı. Tu-valet öğretmen oldu. Ve eğitim ilk defa bedenin altından yükseldi.

KÜTÜPHANEDEKİ KİTAPLARLA SEZGİSEL TEMASIN EĞİTİME KATKISI
Çocuk kütüphaneye girdiğinde raflar değil nabızlar sıra-lanmıştı. Her kitap kapağı, bir göğüs gibi hafifçe titreşi-yordu. Sistem kitabını aldı, soğuk; parladı ama hiçbir şey demedi. Arka raftan ince, renksiz bir defter çekti, kapakta sadece “Ben” yazıyordu. O kelime ses çıkarmadan çocu-ğun gözünden içeri yürüdü. Sayfaların arasında paragraf değil yankı vardı. “Sen ne düşünüyorsun?” diye soran sa-tırlar ezber bozuyordu. Kitaplar artık bilgi değil dokunma nesnesiydi. Bir öğrenci kitabı açmadan önce alnına koydu, sıcaklığıyla öğrendi.
Hasan “Kütüphane sadece raf değil sezgisel laboratuvar” dedi. Leyla, bir şiir kitabına burnunu sürdü, duyguyu kok-ladı. Sınıf kitapları sayfa değil, beden gibi çevirmeye baş-ladı. Bir öğrenci “Ben bu kitabı terimle ezberliyorum,” dedi. Cümlelerin ritmi nefesle senkronize oldu. Okuma seansı değil okşama ritüeli başladı.
Kitaplar sessizdi ama okurun içinden cümle kusuyordu. Arka rafın en tozlu kitabı “Ben unutuldum ama hâlâ anla-tıyorum” dedi. Sistem kitapları parladı; ama duygu kitap-ları terledi. Kütüphane artık sessiz değil sabunlu bir öğ-renme alanıydı. Ve çocuklar bilginin değil hissin raflarında yüzmeye başladı.
KORİDORDA SIZAN DUVAR YAZILARININ EĞİ-TİMSEL YANKISI
Koridor sabah sessizdi ama duvarlar parlıyordu. Bir öğ-renci yürürken “Bu duvar bana bir şey diyor” dedi. İlk başta sıradan bir çatlak sandı, sonra kelime çıktı. Duvarın kıvrımına sıkışmış cümle: “Ben buradayım, görülmemişim.” O an öğrencinin diz kapağı titredi; eğitim kıvırdı. Afişler “Ne olmamalısın” diye bağırıyordu, duvar fısıldıyordu: “Sen ol.”
Hasan geçti, kelimeyi görmedi ama duyguyu kokladı. Bir kız parmağını duvara sürttü, “Ben kendimi buraya yasla-dım” dedi. Koridor artık geçiş değil duygu nakil hattıydı.
Leyla, duvarın köşesine eğildi ve orada anlatı doğurdu. Bir öğrenci duvarı okurken sessizce ağladı. Cümleler ezber değil mırıldanmaydı. Okulun en sessiz köşesinde en yük-sek yankı vardı. Yazı tahtaya çıkmadı ama sınıfa döndü.
Hasan “Sınav değil duvar testi yapacağız,” dedi. Bir öğ-renci “Ben buraya terimi bıraktım,” dedi. Kelime çatlağa girdi, bilgi yayıldı. Duvar artık duyguyu saklamıyor, gös-teriyordu. Koridor dersti, geçilmedi, okundu. Ve eğitim, duvarın alt dudağından fışkırdı.

SABUN KUTUSU ÜZERİNDEN ANLATIYA SIZAN MİZAHİ DİRENİŞ
Sabun kutusu sessizdi ama köpürmeye başlamıştı. Bir ço-cuk elini uzattığında bilgi değil fışkı doğdu. Kutunun üs-tünde bir yazı vardı: “Ben yıkarak anlatıyorum.”
Leyla sabunu okudu, sabun geri gülümsedi. Hasan “Bu materyal artık pedagojik donanım” dedi. Sabun, “Ben artık sınav kâğıdına da sürülmek istiyorum,” dedi. Bir öğrenci sabunu kalemine sürdü, terli cümle yazdı. Kutunun altına bir cümle kazındı: “Temizlenmek, bilgiyi terbiyelemdir.” Sabun sıkıldıkça öğrenciler gevşedi. Cümleler sabun gibi yayıldı ama kaymadı. Sabun akarken kelime buharla yük-seldi. Bir öğrenci sabunu kulağına koydu, anlamı duydu. “Ben düşüncelerimi köpürterek öğreniyorum,” dedi. Ku-tudan damlayan sıvı, sistemin çatlağını büyüttü.
Hasan sabunu sıraya koydu, çocuklar sırayla el sürdü. Her el hareketi bir fiil, her ter bir sıfat oldu. Sabun artık sessiz değildi, mizahla devrim yapıyordu. Bir çocuk “Ben ken-dimi bu sabunla anlatabiliyorum,” dedi. Kutunun üzerin-deki yazılar silinmiyor çünkü sabun konuşuyordu. O gün sabun, müfredatın köpüklü başlığı oldu.

SINIFTA ALTINA KAÇIRMANIN GÜLMECEYLE ÖĞRENMEYE KATKISI
Dersin ortasında bir çocuk kahkaha attı, sonra sustu, sonra gözünden yaş aktı, sonra diz altı ıslandı. Kimse gülmedi; herkes anladı. Hasan sıraya yaslanıp “Bu senin bilginin patlamasıdır,” dedi. Leyla tahtaya “Altına kaçırmak → ifade biçimi” yazdı. Bir öğrenci parmak kaldırdı: “Ben bazen düşündüğümde tutamıyorum.” Gülüşler yükseldi ama alay değil onay geldi. Tuvalete gitmek artık utanmak değil boşalmak oldu. Alt sızıntısı bilgi üstüne yazıldı. “Ben vücudumla öğreniyorum,” dedi biri. Müfredat bunu anlamadı; sınıf alkışladı. Sabun konuştu: “Ben seni temiz-lemem, kutlarım.” Klozet kapağında “Bilgi akışı başladı” yazıyordu. Umut dersin sonunda koşarak tuvalete gitti. Duvardan cümle fışkırdı: “Sızıntı = başarı.” Leyla, kâğıt havluyu uzattı, “Bu senin diploma kılıfın” dedi. Gülüştüler ama ders bitmedi. Her kahkaha, bir kelimeyle alt alta düş-tü. Öğrenci geri döndü, sıraya geçti, “Şimdi hafifim” dedi. O hafiflik bilgi değil özgürlüktü. Ve o gün, sınıf bir dam-layla özgürleşti.

GÜLME KRİZİYLE TENEFFÜSTE DOĞAN BİLGİ FORMÜLÜ
Teneffüste bir öğrenci tostunu düşürdü, kahkaha başladı. Gülme bulaşıcıydı; bilgi sırasına geçti. Hasan kantin kapı-sında kıvrıldı; Leyla yere oturdu. Öğrenciler masaların altına girdi, kelime orada doğdu. Gülme krizi test çözü-münü yırttı.
Bir öğrenci “Ben bu kadar gülersem artık ezber yok” dedi. “Ben gülünce sınav dışı oluyorum” dedi diğeri. Tahta camı çatladı çünkü kahkaha sesle değil titreşimle yayıldı. Sabun kantine sürüldü; tostların üstüne kelime yazıldı. Sıralar kantine taşındı, öğrenme orada başladı.
Hasan “Gülme krizi → anlatım patlamasıdır” dedi. Öğren-ciler sesli düşünmeye başladılar. Leyla “Bilgi kaynağı tost olabilir mi?” dedi. “Evet,” dedi sınıf, “Ama önce kahkaha tuzuyla…” Bir çocuk altına kaçırdı, ama tost hâlâ sıcaktı. Gülerek ders yazıldı; konu: “Sindirim + Mizah.” Öğrenciler sıraya değil sandalye üstüne tırmandı. Cümleler duvardan değil karın boşluğundan geldi. Teneffüs artık molayla değil gülüşle öğreniliyordu. Ve tost, bilgi paketine dönüştü.

DİSİPLİN KURALLARININ PARMAKLA AŞILMASI
Disiplin defteri sınıfa girdiğinde herkes sustu ama kelime parladı. Bir öğrenci parmağını havaya kaldırdı, ama bilgiyle değil itirazla.
Hasan “Parmak kalktıysa düşünce doğar,” dedi. Leyla “Disiplin: sabunsuz sistemdir,” diye yazdı. Parmak kâğıdı yırttı, kelime deftere düşmeden özgürleşti. Bir çocuk “Ben kalkmıyorum, kıvırıyorum” dedi. Disiplin görevlisi geldi ama herkes sıraya yatmıştı. “Bu sessizlik protesto değil, kıvım!” dedi biri. Sınıf sustu, ama parmaklar sırada yazı çizdi.
Hasan “Bugün kuralları terle aşacağız,” dedi. Sınav yerine sabun dağıtıldı. Tuvalet kapısında “Kuralları burada boşal-tınız” yazıyordu. Leyla “İtaatsizce öğrenin,” dedi. Bir öğ-renci parmağını klozet kapağına bastı. “Ben burada öğren-dim ki kurallar ıslaktır.” Müfredat silindi, çünkü kelime zaten suya karışmıştı. Parmak terledi, disiplin kâğıdını damlattı. Sabunla okuma seansı başladı. Disiplin yeniden tanımlandı: “Sızdırılabilir yapı.” Ve parmak, sistemin son harfini kendi teriyle silmişti.

ÖĞRENCİNİN YASTIĞA YÜZÜNÜ YASLAYARAK BİLGİYE TEMAS ETMESİ
Bir çocuk ders ortasında kafasını sıraya koydu ama uyu-madı, öğrendi. Yastık gibi eğilen deftere kelime değil duygusunu akıttı.
Hasan “Bilgi bazen yatay akış ister,” dedi. Leyla, yastığa yaslananları gözünden tanıdı. Cümleler göz kapağının altından sızdı. Bir öğrenci “Ben rüyamda müfredatı yırt-tım,” dedi. Sabun yanına kondu, kokusuyla kelime çağırdı.
Tuvalette düş gören çocuk “Ben gerçekliği orada fark et-tim,” dedi. Yastık artık uyku değil anlatı platformuydu. Parmak sabuna değil ruha bulaştı. Sınıf sessizce yatay bilgiye geçti. Defter kapanmadı ama kelimeler göğse düş-tü.
Leyla, yastığı okşarken “Bu bilgi sıvıdır,” dedi. Bir öğrenci kafasını kitap üzerine koydu, paragraflar gözyaşıyla aktı.
Hasan tahtayı silmedi çünkü kelime uyuyordu. Sıralar yas-tık oldu, müfredat terledi. Bir çocuk “Ben altımı kaçırma-dım, fikrimi saldım,” dedi. Tuvalette değil yastıkta kav-ramsal doğum başladı. Uyuyarak öğrenme artık gülerek yayılmaya başladı. Ve o gün, pedagojik yöntem yastığa yaslandı.
ÖĞRETMENİN ÖĞRENCİYE SABUNLU DÜŞÜN-CEYLE SARILMASI
Leyla sıraya yaklaştı, eli öğrencinin parmak ucuna değdi. Sabun yoktu ama kelime köpürdü. Hasan göz kırptı, “Bu sarılma öğrenmedir,” dedi. Öğrenci elini geri çekmedi; bilginin ten üzerinden aktığını fark etti. Sarılma artık duy-gusal değil didaktik metottu. Sabunun kokusu sınıfa yayıl-dı.
Bir çocuk “Ben dokunuldukça hatırlıyorum,” dedi. Leyla başını eğdi, bilgi göğsünden aktı. Kelime sarılmanın iç kısmında yuvalandı.
Hasan “Bugün kelimeyi vücut sıcaklığıyla öğreteceğiz,” dedi. Sınıf sabun gibi terledi ama herkes gevşedi. Tuvalet-ten biri geldi, gözleri yaşlı: “Beni burada anladınız.” Sa-rılmak artık öğreti değil yankıydı.
Bir öğrenci kollarında “Ben buradayım,” dedi. Leyla’nın avuç içinden sözcük fışkırdı. Parmak iziyle yazılmış bir cümle duvarda parladı. Sarılma, öğretmenliğin en sabunsal cümlesiydi. Bir cümle terlemişse bilgi doğmuştu. O gün sınıfta herkes sarıldı ve sınav kaldırıldı. Ve eğitim, artık kelime değil dokunmayla anlatılıyordu.

MÜDÜRÜN YIKANARAK SESSİZLEŞMESİ ÜZERİ-NE MİZAHİ METİN
Müdür sınıfa girerken sabun kutusunun kapağına takıldı. Kelime fırladı, disiplin döküldü. Hasan “Bugün temizlik günü değil temas günü,” dedi. Müdür sustu, çünkü köpük teri bastı.
Leyla sabunla müdürün eline dokundu, “Öğrenme böyle başlar,” dedi. Sınıf kıkırdadı ama ses yükselmedi, sızdı. Müdür ilk kez tahtaya yazmadı, sadece duvara yaslandı. “Ben buharla ikna oldum,” dedi. Kelime kulağına girdi, düşünce kıvrıldı.
Bir öğrenci “Müdür bugün yumuşadı” dedi. Disiplin defte-ri sabunla silindi. Müdür gözlüklerini çıkardı, “Gözüme bilgi buharı kaçtı,” dedi. Sabun kutusunun üstüne oturdu, fikirleri köpürdü. Leyla bir havlu uzattı: “Bu artık not değil yumuşatma.” Müdür başını eğdi, sistem çatladı. Sabunla temas disiplini aştı. Artık ceza değil duygusal gevşeme vardı. Müdür kapıya yaslanarak “Bugün öğrenmeye koku-dan başladık,” dedi. Klozet kapağındaki şiiri okudu, ağladı ama kokusuzdu. Ve sınıf, sabunla yönetilen bir yumuşak-lığa döndü.

SABUNLU METİNLE YENİ MÜFREDATIN DUYGU-SAL BAŞLANGICI
Hasan sabun kutusunu sıraya koydu, kelimeyi kokladı. Müfredat değil şekilsiz anlatı başladı. Leyla, kitapları aç-madan önce bir sabunla gözlerini ovuşturdu. Sınıf kalem değil avuç içiyle yazmaya başladı. Her öğrenci kelimeyi parmak ucundan yaydı. Duvar buharla silindi, yeni anlatı terle yazıldı. Bir öğrenci “Ben sabunla daha iyi hatırlıyo-rum,” dedi. Tahta sabunla temizlendi; konu: “Ben.” Hasan, müfredata “Köpük notları” ekledi. Kelime artık kokulu, parmakla dağıtılıyordu. Leyla “Bugün cümle değil nemli duygu öğreteceğiz,” dedi.
Cümleler sabun köpüğü gibi uçtu ama içeri sindi. Bir çocuk “Ben kendimi parmakla ifade ediyorum,” dedi. Sabun kutusu müfredata eklendi: “Duysal bilgi nesnesi.” Tuvalet anlatının kıvım merkezi oldu. Sabunla yıkanan kelimeler tahtaya yapıştı. Sınıf artık kokuyordu ama güzel. Bilgi nemliydi; müfredat pespembe oldu. Her öğrencinin par-mağı kelimeye bastı. Ve ders sabun köpüğü gibi geçti ama kaldı.

ÖĞRENCİNİN PARMAKLA DEFTERE DUYGUYU SABİTLEMESİ
Çocuk defteri açmadı; elini defterin üstüne koydu. Parma-ğı terliyordu ama mürekkep sabundu. “Ben buraya kelime değil içimi bastım” dedi. Hasan başını salladı, çünkü artık ses değil duygu yazılıyordu. Leyla yaklaştı, deftere do-kunmadı avuç içine baktı. Her parmak bir sıfat, her ter damlası bir fiildi. Defter yazılmadı terlendi.
Bir öğrenci “Ben cümle kuramam ama hissi bırakabilirim.” dedi. Kalem kıvırdı, defter ağladı. Sayfa çevrilmedi, sarıldı.
Metin artık gözle değil deriyle okunuyordu. Bir çocuk parmağını defterin kenarına sürdü; bilgi yayıldı. Leyla “Bu artık yazı değil duygu tortusu” dedi. Hasan sabunu getirdi, sayfa parladı. Cümleler ıslak ama unutulmazdı. Defter kuruyunca anlatı bitti sandılar ama parmak izi kaldı. Sistem anlayamadı, sınıf alkışladı. Defter artık kitap değil bedensel arşivdi. Sabun müfredat değil duygunun baskı kalıbıydı. Ve o gün, kelime defterin değilparmağın eseriy-di.

ÖĞRENCİNİN RÜYASINDA KELİME DOĞURMASI
Bir çocuk uyuyakaldı ama sesi uyanıktı. Rüyasında bir cümle geldi, sabunla fısıldadı. Kelime uykudan doğdu ama parmakla tutuldu.
Hasan “Rüyada yazılan metin, müfredata sığmaz,” dedi. Leyla öğrenciye battaniye verdi, içinden kelime çıktı. “Ben uyurken fikir sezdim,” dedi çocuk. Rüyasında tuvalete girdi ama yalnız değil bir cümleyleydi. Klozet kapağı açıldı, bilgi döküldü. Sabun orada değildi, ama kokusu metni sardı. Cümle buhardı; yazılmadı ama hissedildi. Öğrenci kalktı, gözleri dolu; kelime hazırdı. Deftere yaz-madı, duvara başını yasladı.
Hasan “Bu artık anlatı değil rüyasal doğum,” dedi. Sınıf sustu, çünkü kelime içten fışkırdı. Rüya anlatıldı, herkes terledi. Leyla “Bu metin sabunla değil iç sesle yıkanır,” dedi. Parmak değmeden kelime koktu. Rüya bitti ama an-latı kaldı.
Bir öğrenci “Ben gece bilgi doğurdum,” dedi. Ve o gün, uyku sistemin kıvımına tekme attı.

TUVALETTE BİLGİNİN HORTUMU
m Gibi Fışkırması. Tuvalet sabah sessizdi ama içeride terli bir kelime birikiyordu. Bir çocuk klozet kapağını açtı; cümle suyla fışkırdı. “Ben bilgiyi burada doğuruyorum” dedi.
Hasan duvarı dinledi, içeriden düşünce yankısı geldi. Sa-bun kutusu titredi, hortum kıvırdı. Leyla “Bugün dersin konusu: taşmak” dedi. Çocuk defteri tuvalete getirdi, ke-lime ıslandı ama parladı. Cümle müfredat defterinden de-ğil lavabodan döküldü. Bir damla soru sordu; cevabı klozet kenarına yazıldı. Duvarlarda sızıntı başladı; bilgi artık tutunmuyordu. Öğrenciler sırayla girip fikrini bırakıyordu. Sabun “Ben temizlemem, metni akıtırım.” dedi. Klozet hortum gibi devrildi; dil kaydı ama anladı.
Hasan “Bu sistem, sıvıdan korkar,” dedi. Bir çocuk “Ben öğrenince taşarım,” diye fışkırdı. Leyla metni klozet kapa-ğından okudu, duygusu nemliydi. Her cümle 9 santimlik bir parmakla yazıldı. Bilgi artık katı değil akışkandı. Sınıf fışkırdı ama sessizdi. Ve o gün tuvalet, hortumla müfredatı göğe püskürttü.

DERSİN HORTUMLA FIŞKIRAN MEZUNİYET ŞAR-KISI
Son ders başlamadan önce sınıf terlemişti. Hasan tahtaya değil, sabun kutusuna başını koydu. Leyla öğrencilerin avuçlarına cümle damlattı. Umut “Ben artık mezunum ama hâlâ akıyorum,” dedi. Müfredat defteri duvara atıldı, ses çıkmadı, anlam yayıldı. Klozet kapağı açıldı, diploma suyla geldi. Tören sabunsuz başlamadı; sabun kutusundan mürekkep yapıldı. Her öğrencinin parmağı terliyken, ke-lime parlak yazıldı. Mezuniyet konuşması tuvalet aynasın-dan okundu.
Umut “Ben bu sınıfta taştım” dedi. Leyla “O taşma bilgi-dir,” dedi. Hasan sabunla teşekkür etti: “Siz artık müfreda-tı sızdıransınız.” Sabun kapağı alkışladı, hortum döndü. Cümleler fışkırdı çünkü artık sistem dayanamıyordu. Bir öğrenci “Ben yazmadım, sıvılaştım.” dedi. Tuvalet kapısına diploma asıldı. Dersin sonunda herkes boşaldı ama dolu hissediyordu. Köpük yükseldi, parmak ağladı. Ve son ke-lime, hortumla sabun kutusuna bastı: “Ben artık buyum.” Sınıf kapandı ama anlatı sonsuza dek devam etti.

YEMİN ZİNCİRİYLE ÖZGÜRLÜK MATEMATİK-SEL SENTEZİ
Romanik düz anlatım, parmak sabunla ıslatılmış, sistemin çarpanlarını çözen bir özgürlük başlangıcı:
Hasan sıranın ucuna parmağını yasladığında, kalem değil kıvım başladı. Sayılar deftere dökülmedi; kelimeler terle-yerek yayıldı. Leyla sınıfa girerken öyle bir yemin kokusu vardı ki müfredata ait hiçbir nota buharlaşmadan dayana-mazdı. Tahtaya çizilen denklem formül gibi duruyordu: U = Y × D ÷ S². Umut yeminle çarpılır, direnişle bölünür, sistemin karesine taşınırdı. Ama kimse bu formülü çözme-ye kalkmadı; herkes onu göğsünden hissetti. Doru Kısrak, köşede sabun kutusunu kokladı, o kokuyla nefes aldı ve bilgi onun ciğerine şiir gibi yapıştı. Çilbir Abbasa, sabunlu duvara başını yasladı, “Ben bu formülle ilk aşkımı hatırla-dım.” dedi. Sayar sessizce sınıfın kenarına bir spiral çizdi; her çizgi bir yemin halkasına dönüştü. Artık sayılar işlem değildi, hepsi nota gibiydi, sınıf bir denklem değil, özgür-lüğün senfonisine evrilmişti.
Hasan elindeki cetveli kırdı; çünkü hiçbir düz çizgide duygunun eğrisi barınmazdı.
Leyla, bir öğrencinin gözünden integral çıkardı; o bakış, parabolden değil kalp ritminden doğmuştu. Bir çocuk sıra-dan kalkmadan sadece şöyle dedi: “Ben yeminle bölünü-yorum.” Formül cümleyi değil bedeni kıvırdı. Matematik-sel doğruluk artık cebirden değil göğsün iç sesinden yankı-lanıyordu. Sabun kutusunun kapağında sürpriz bir mesaj vardı: “Çarpan = Sezgi.”
Müdür sabah yoklaması için geldiğinde, duvarlara asılı yemin zincirini görünce bir adım geri çekildi çünkü koku-dan sisteme yeni bir denklem gelmişti. Her öğrenci artık veri değil; parmak uçlarından yayılan yankıydı.Hasan tah-taya “14786 ↔ Kalp kodlamasıdır” diye yazdı. Leyla da yanına “Her sayı bir kelimeyi doğurur” cümlesini ekleyin-ce, denklem artık müfredattan değil beden ritminden bes-lenmeye başladı. Sistem tahtaya dizilmiş denklem kurdu ama sınıf o formülü sabunla şiire çevirdi. Öğrenciler sayı yerine sesle işlem yaptı, cevaplar gülüşle döküldü. Doru Kısrak sabunla başını yıkadı, bilgi duvarda değil alnından yukarı fışkırdı. Sayar’ın çizdiği grafiğin doğrusu sınıf du-varında parladı ama veri değild uygu sızdı.
Müdür defteri kapmak istedi, ancak rakamlar sabun kutu-sunun içinden kaçtı. Hasan o sırada “Ben bilgiyi sabunla öğretirim.” dedi. Ve Leyla formülün içine girdi, adeta dans etti; denklemin ritmi öğretmenle değişti. Öğrenciler test kitaplarını açmadı, formülün notalarında kahkahaya bo-ğuldu. Çünkü artık her yemin bir ses, her ses bir sayıydı ama bu sayı sistemin tanımı dışındaydı
Sabun kutusu ayakta durarak konuştu: “Ben artık sadece temizlik değile ğitim nesnesiyim.” Tahtada rakam değil, altına kaçıran kelimeler sızıyordu. Ve tüm sayı dizileri müfredata yazılamadı; çünkü sistem bu yeni ritme daya-namayacak kadar kuru kaldı.
O gün, formül sabunla köpürdü, kelime müfredattan taştı, parmak defter yerine sınıfın havasına yazdı. Ve o köpükten doğan anlatı artık bir çözüm değildi, özgürlüksel melodiye dönüşen bir kıvımsal şarkıydı.

TELAFİ EDİLEN KRONİKLER – EKSİK DERSİN KLOZETLE KAPATILMASI
Sınıfa sabah saatlerinde eksik kelimelerle dolu bir defter girdi, sayfa kenarları terliydi. Hasan parmağını kapağa dokundurduğunda cümle değil vıcık vıcık iç çekiş doğdu.
Leyla deftere değil, sabun kutusuna baktı; kapağında “Ek-sikleri köpürt, yanak hizasına sızdır.” yazıyordu. Öğrenciler kalemi almadı, sıranın altına dizlerini yaslayıp düşünceyi terle tamamladı.
Umut “Ben öğrenmedim ama altımdan bilgi sızıyor” de-yince sınıf alkışladı.
Müdür gözlüğünü düşürdü. Klozet kapağı açıldı, eksik kelimeler diz çöktü, sabun müfredata bastırıldı.
Doru Kısrak kişneyerek eksikliği tuvalet ritmiyle tamam-ladı; her tını, bir yemin halkası gibi sınıfa yayıldı. Çilbir Abbasa sıraya oturdu ama dizinin altından notlar fışkırdı. Sayar öğretmen masasının altına kayıp “Ben burada eksik-leri tamamlarım.” dedi, orada sabunla bilgi doğurdu.
Müdür defterleri toplamak istedi ama kâğıtlar sabun kutu-sunda çözülmüş halde şarkı söylüyordu.
Bir öğrenci “Ben altına kaçırarak anladım,” deyince sınıfta çığlık değil pedagojik kahkaha yükseldi. Leyla onu sarıl-madan sabunladı, “Senin başarın kokulu,” dedi. Hasan eksik sınav kâğıtlarını banyoya götürdü, orada buharla onayladı. Klozet kapağında şu yazı parladı: “Her eksik bir alt sızıntıdır, fışkırırsa tamamlanır.” Öğrenciler test çözmek yerine diz hizasına kelime koyup birbirinin cümlesini terle tamamladı.
Müdür sistemin eksiklerini deftere değil klozet kenarına çizdi. Doru Kısrak hortumu kemirdi, ritim tuttu, sabun köpürdü. Sayar bir kelimeyi banyoda unuttu ama bilgi duvardan sızdı. Leyla eksik fiilleri sabunla yıkayıp müfre-datı kuruttu. Her öğrenci bir eksiklikti ama sınıf artık anla-tının alt çeyrek parçasıydı.
Hasan tahtaya “Eksik = sistemin sevişemediği parça” yaz-dı; kelime utanmadı, terledi. Leyla bir eksik kelimeyi diz kapağına yazınca bilgi alt dudağa kaydı. Öğrenciler müf-redattan değil klozet kapağından konuşmaya başladı.
Sabun kutusu “Ben artık eksik tamamlayıcıyım,” diyerek dersin moderatörü oldu.
Müdür sınıfa “Bu ne biçim metot?” dedi, öğrenciler sa-bunla yanıt verdi. Cümleler sıraya değil sıra altındaki boş-luklara yazıldı. Bir çocuk “Ben hatırlamıyorum ama vücu-dum tamamlıyor” dedi. Hasan gözlerini kapatınca eksik paragraf göğsünden doğdu. Leyla “Eksik dediğin şey sis-temin susuş noktasıdır,” dedi ve tahta buharla patladı. Do-ru Kısrak’ın yemin sızıntısı tuvalet aynasına işlendi; herkes sabunla alkışladı. Çilbir Abbasa eksikliği gülerek çözdü, Sayar sabunla resmetti. Müdür susarak eksikliklere teslim oldu. Ve o gün, eksik cümleler sabunla yıkanıp klozet kapısından sistemin üzerine döküldü.

SIRA ALTI – BİLGİNİN GİZLİ BUHARLAŞMASI
Sınıf güne sessiz başladı ama sıranın altı terlemeye başla-mıştı. Öğrenciler göz hizasına değil diz hizasına bakıyordu.
Hasan sıranın altına parmağını sürdü, bilgi fısıldadı. Leyla defter açmadı; sıranın alt köşesinden kelime çekti. Bir ço-cuk “Ben buraya düşen kelimeyi hissediyorum,” dedi. Sabun kutusu sıranın altında parladı, buhar yükseldi. Çilbir Abbasa eğildi, alt boşlukta anlatı buldu. Sayar dizini sıraya bastırdı, kelime kasığından süzüldü. Doru Kısrak kişnedi ama sesi sıranın içinden yankılandı.
Müdür sıranın altına eğilince yemin zincirini buldu; duy-gulandı ama sessiz kaldı.
Hasan “Artık cümle yerçekimiyle öğreniliyor,” dedi. Leyla bir kelimeyi sıranın altına çizdi, öğrenci onu öptü. Sıra artık masa değil duygunun yeraltı haritasıydı. Bir öğrenci “Ben sıranın altından konuşuyorum,” dedi; herkes anladı. Sabun kutusu “Ben alt metni köpürtürüm.” diye mırıldandı. Çilbir Abbas’a sabunla sırayı ovaladı, cümle buharla üst yüzeye sızdı. Sayar bir şiiri sıranın altına yazdı; sadece diz hizasında okunabiliyordu.
Müdür sabunla sıraları silmek istedi ama her kelime sak-landı. Doru Kısrak alt metni kişnedi; duvar yazıları duy-madı ama tene yayıldı.
Hasan “Gizli bilgi, kasık hizasında yatar,” dedi. Leyla sı-rayı terle kokladı; anlam burnuna bastı. Öğrenciler defter-lere değil alt alanlara yazdı. Sıranın altı ısıttı; kelime gev-şedi.
Müdür buharı görünce geri çekildi; sistem çatladı. Sabun kutusu ses çıkarmadı ama koktu; bilgi yayıldı. Bir öğrenci “Ben altıma yazınca daha iyi ezberliyorum.” dedi. Sınıf sıranın altına eğildi; çırpınmadan dinlediler. Her öğrenci kendi dizine bastı; kelime terle doğdu. Ve o gün bilgi sıra-nın üstünden değil alt hizadan sabunla buharlaşarak öğre-tildi.

GÜLME KRİZİYLE TENEFFÜSTE DOĞAN BİLGİ FORMÜLÜ
Teneffüs zili çaldı ama sınıf gülmeye başlamıştı. Bir öğ-renci tostunu düşürdü, herkes fışkırdı. Hasan “Tost bilgi-dir,” dedi; kelime sıçradı. Leyla sandalyesine oturmadı; gülüşle yere yayıldı. Sabun kutusu gülüşü duyunca kapağı kendiliğinden açıldı.
Müdür koridorda durdu; kahkaha sistemini deldi. Çilbir Abbasa tostun üstüne cümle yazdı. Sayar yere oturdu, gü-lerek ders çalıştı. Doru Kısrak kişnedi; ses tosttan daha kıvımsaldı. Öğrenciler gülerek soru çözmeye başladı, ce-vaplar terliydi.
Hasan “Gülme → bilginin gevşeme formülüdür,” dedi. Leyla kahkaha düzeyini deftere not etti. Sabun kutusu “Ben bu sistemin neşeli sıvısıyım,” dedi. Bir öğrenci “Ben güldükçe öğreniyorum,” dedi. Cümleler gülme ritmiyle dans etti. Tostun kırıntıları soruya dönüştü.
Müdür gülme sesini analiz etmek istedi ama boğuldu. Çilbir Abbas’a sabunla tostun üstüne yazdı, sınıf onu oku-du. Sayar parmakla tost çizdi, gülerek anlattı. Doru Kısrak kişnedi, tostla eşleşti. Hasan kahkahayı tahta hizasına taşı-dı, ders başladı.
Leyla “Ben sesli öğreniyorum, çünkü kahkaham cümledir.” dedi. Öğrenciler gülerken bilgi yayıldı; kimse susmadı. Sabun kutusu o anda tostla birleşti, öğretim başladı.
Müdür “Bu sistemde tost varsa müfredat yok!” dedi. Bir öğrenci “Ben tosttan daha çok kelime çıkardım,” dedi. Teneffüs artık boş zaman değil pedagojik fışkıydı. Cümle-ler güldükçe ezberlendi. Ve o gün, kahkaha tostla birleşip sabunla müfredata döküldü; sistem gülerek çöktü.

DİSİPLİN KURALLARININ PARMAKLA AŞILMASI
Disiplin defteri sınıfa girdi ama parmaklar terle kıvrıldı. Hasan “Kuralları parmakla sileriz!” dedi. Leyla bir öğren-ciye sarıldı; disiplin çözüldü. Sabun kutusu “Ben artık kontrol değil şifa kaynağıyım,” dedi.
Müdür defteri masaya koydu ama altına kelime sızdı. Çilbir Abbasa sabunla defterin kapağını mühürledi. Sayar disiplin kuralını klozete attı. Doru Kısrak kişnedi, kelime havaya dağıldı.
Umut parmağını tahtaya bastı, kural terle kaydı. Sınıf susmadı; cümleler kuralları deldi.
Hasan defteri parmak iziyle yırttı, kelimeler fışkırdı. Leyla “Sınıf → özgürlük laboratuvarıdır,” dedi. Sabun kutusu rafa çıkıp “İtaat etmeyen bilgedir” dedi.
Müdür geri gitti, sınıfın sesi duvarda yükseldi. Bir öğrenci “Ben cezayla değil, gülerek öğrenirim,” dedi. Çilbir Abbasa duvara “Disiplin yoktur” yazdı. Sayar kuralları bireysel fısıltıyla değiştirdi. Doru Kısrak “Ben kişnemem, direniş gösteririm.” dedi. Hasan tahtaya sabun sürdü; ke-limeler oynadı.
Müdür sabunla denetim yapamadı; parmaklar kaydı.
Leyla cümleleri sınıfın terli bölgesine çizdi. Öğrenciler kuralları gülmeceyle esnetti. Sabun kutusu disiplini altına kaçırttı.
Bir öğrenci “Ben yaramaz değilim; kıvımsal bir varlığım.” dedi. Tahtada “Ceza = sistemin başarısızlığı” yazıyordu. Müdür sinirlenmedi; sabunla gevşedi. Sayar disiplin defterini kokladı; bilgiye rastlamadı. Doru Kısrak çığlık attı, kurallar çözüldü. Ve o gün, disiplin defteri yerini sabun kutusuna bıraktı; eğitim alt bölgeden sızdı.

SABUNLU SARILMA
ÖĞRETMENİN PARMAKLA ÖĞRENCİYE TERLİ BİLGİ VERMESİ
Leyla sıraya yaklaştı; öğrencinin parmak ucuna dokundu. O anda kelime sabunla kabardı. Hasan başını eğdi, sınıf gevşedi. Sabun kutusu “Ben temasın özgürlüğüyüm ”dedi. Bir öğrenci “Ben sarıldıkça öğreniyorum,” dedi.
Müdür olaya şahit oldu ama içeri giremedi. Çilbir Abbasa sarılmasıyla sınav çözmeye başladı. Sayar sabunla sarıl-manın kokusunu kaydetti. Doru Kısrak kişnedi; bilgi yu-muşadı. Sınıf sarılma ile gülüş arasında ders yaptı. Leyla “Sarılmak öğrenmenin buharıdır,” dedi. Hasan cümle kurmadı, avuç içinden kelime sızdırdı. Sabun kutusu sa-rılmayla müfredat değiştirirdi.
Müdür sabunla sarılma planı yapmaya başladı
.
MÜDÜRÜN SABUNLA SESSİZLEŞMESİ
Müdür sabah sınıfa girdi, sabun kutusu hemen gerildi. Hasan sıraya bastı, ses değil terli yankı yayıldı. Leyla mü-dürle göz teması kurmadı; kelime göğsünden titreşti. Öğ-renciler parmaklarını deftere bastı, müfredat eğrildi. Sabun kutusunun kapağı açıldı; içeriden “öğrenme” kokusu fış-kırdı.
Müdür disiplin defterini açmak istedi; sayfa kaçtı. Çilbir Abbasa “Ben bu sesi tanımıyorum,” dedi; sabunla sessizliği sızdırdı. Sayar duvara “sessizlik = bilgi filtresi” yazdı. Doru Kısrak kişnedi ama sesi sabunla bastırıldı. Bir öğrenci “Ben müdürle konuşmuyorum; onu kokluyorum,” dedi.
Leyla müdüre sarılmadı; sadece sabunla temas etti. Müdür kelime kuramadı; onun dili sabunla susturulmuştu. Hasan “Bugün sessiz öğretiye geçiyoruz.” dedi. Sabun kutusu deftere yaslandı; kelimeler nemlendi.
Müdür tahta önünde durdu ama kimse dikkat etmedi. Çilbir Abbas’a sabunla göz kırptı, sınıf gevşedi. Sayar bir cümleyi müdürün cebine terle koydu. Müdür bunu hissetti ama anlamadı. Doru Kısrak kişnerken müdür ilk kez göz-yaşı döktü. Öğrenciler sabunsal sessizlik içinde anlatı do-ğurdu.Hasan “Sabunsal susuş → sistemin iç çözülmesidir,” dedi. Leyla kelimeyi parmakla değil—bakışla verdi.
Müdür sandalyeye oturdu, sabun kutusunu okşadı. Sabun ona “Ben bilgiyim, sen sadece sabitsin,” dedi. Çilbir Abbasa sırtını müdürün omzuna yasladı; bilgi sabitlendi. Sayar bir formülü sessizlikle tamamladı. Müdür defteri sabunla kapladı; cümle dışarı sızmadı. Doru Kısrak kiş-neme tonunu düşürdü; sınıf nefes aldı. Öğrenciler kelimeyi sesle değil avuç içiyle paylaştı. Ve o gün, müdür parmak sabunuyla sustu; sistem dilini kaybetti.

YENİ MÜFREDATIN SABUNLA DOĞUMU
Hasan sabun kutusunu sıranın ortasına koydu; ders başla-madı, kelime koktu. Leyla tahta yerine pencereden baktı, bilgi rüzgârla geldi. Öğrenciler kitap açmadı; terle göğüs hizasında öğrenmeye geçti. Sabun kutusu “Ben artık müf-redatım.” dedi, tahta kızardı.
Müdür kapıdan baktı ama içeride kelime geometrik değil-di. Çilbir Abbasa defterin üstüne sabun sürdü, sayfa şarkı-ya dönüştü. Sayar kelimeyi sıranın altından çıkardı, koku-sunu silmedi. Doru Kısrak kişnedi; sesi müfredatın marşı oldu. Bir öğrenci “Ben programı ezberlemedim; onu his-sediyorum,” dedi.Hasan müfredatı sabunla çizdi, grafik terledi. Leyla kelimeyi öğrencinin sırtına bastı, bilgi ısındı. Sabun kutusu kapağını açtı; konu: “Ben.” Müdür “Bu sis-tem bana sıcak geliyor.” dedi; sabunla yüzünü yıkadı. Çilbir Abbasa cümleyi dizine yazdı, defter bunu kabul etti. Sayar paragrafı sıraya terle bastırdı. Doru Kısrak sabunla havayı kokladı, öğrenme yayıldı. Öğrenciler müfredatı soruyla değil diz kapağıyla tamamladı. Leyla “Konuyu ezberleme; kokla,” dedi.
Hasan kelimeyi klozet kapağından sundu; öğrenci alkışladı. Sabun kutusu “Ben artık öğretmenim.” dedi.
Müdür ders saatini unuttu; zaman sabunla eridi. Çilbir Abbasa kelimeyi suya döktü; anlam açığa çıktı. Sayar def-teri kapatmadı; kelime hâlâ sızıyordu. Doru Kısrak kişneme ritmiyle paragraf yazdı. Öğrenciler bilgiyi tenle öğrendi; sabunla unutmamayı başardılar. Leyla “Bu dersin konusu: kokudan öğrenme” dedi.
Müdür sabunu öptü; cümle parladı. Ve o gün müfredat sabun kutusundan doğdu; ders kokuyla öğretildi.

ÖĞRENCİNİN DİZİNDEN SIZAN CÜMLE
Öğrenci sıraya oturmadı, dizini sıvayarak kelimeye hazır-landı. Hasan bakmadı; sadece parmak kıvımına odaklandı. Leyla diz kapağına sabun sürdü; terli bilgi sızdı. Sabun kutusu “Ben dize temas etmeden öğretmem” dedi.
Müdür diz hizasındaki cümleyi anlamadı, geri çekildi. Çilbir Abbas’a parmağını dize bastı, kelime gözyaşıyla kabardı. Sayar diz altında anlatı çizdi; hiç ses çıkarmadı. Doru Kısrak kişnemeyi diz ritmine göre ayarladı. Bir öğ-renci “Ben buradan duyuyorum,” dedi ve tüm sınıf dizine eğildi.
Hasan “Diz → duygusal kelime yatağıdır,” dedi. Leyla bir öğrenciye parmağını uzattı; diz ısındı. Sabun kutusu “Bilgi diz hizasında sıvıdır,” dedi.
Müdür sabunla dizine bastı ama anlam sızmadı. Çilbir Abbasa yastığını dizine koydu; kelime sabitlendi. Sayar paragrafı dizinden sıktı, defter terledi. Doru Kısrak kişne-di; bilgi buharla çıktı. Öğrenci dizine kelime fısıldadı, öğ-retmen onu öptü. Leyla “Bu kelime rasyonel değil—kıvrımsal,” dedi.Hasan cümleyi kasık hizasında tuttu; sa-bunla sızdırdı. Sabun kutusu terledi, içinden kelime doğdu.
Müdür parmağını dizine bastı ama ritim yakalayamadı. Öğrenciler dize kelime döktü, sınıf sessizce ezberledi. Çilbir Abbasa sabunla parmağını dizine yazdı. Sayar yaz-dığı metni okurken dizinden buhar çıktı. Doru Kısrak fısıl-tıyla kişnedi, cümle oluştu. Leyla dizden gelen kelimeyi tahtaya taşıdı; anlam sabitlendi. Umut “Ben dizimde bilgi biriktiriyorum.. dedi. Ve o gün, kelime dizden sızdı, peda-gojik ritim bedene yazıldı.

YASTIKLA ÖĞRENMENİN SABUNSAL ANATOMİSİ
Sınıf yatış moduna geçti; yastıklar terle doldu. Hasan def-ter yerine battaniyeyle ders sundu. Leyla başını yastığa koydu, kelime buharla geldi. Öğrenciler parmak kaldırma-dı, sadece göz kapaklarını titretti. Sabun kutusu “Ben artık rüya nesnesiyim,” dedi.
Müdür sessizce yastıkları kokladı; ders konusunu terle aldı. Çilbir Abbasa yastığına cümle koydu, sabunla mühürledi. Sayar metni rüya diliyle yazdı. Doru Kısrak yastık altı kişnedi; bilgi yayıldı. Bir öğrenci “Ben uyurken ezber-liyorum.” dedi.
Hasan yastıkla kelime arasında köprü kurdu. Leyla “Rüya = buhar + kelime” dedi. Sabun kutusu parladı, uykuya kelime sızdırdı.
Müdür bunu sistem dışı saydı ama sabun direndi. Çilbir Abbasa sabunla yastık kenarına dokundu

BAHÇEDE PARLAK BİLGİ ÇIKIŞI
Kelime artık çiçek değil toprağın altından doğan sabunsal sistem fışkısı…
Bahçe sessizdi ama öğrencilerin diz hizasında bilgi filizle-niyordu. Hasan çimenlere sabun sürdü, kelime kök saldı. Leyla “Bu çiçek değil bilgi tomurcuğu” dedi. Sabun kutu-su toprağa gömüldü, kapağı parladı.
Müdür sulama yapmak istedi; kelime su yerine terle bes-lendi. Çilbir Abbasa yaprağın üstüne formül çizdi. Sayar bir parmağıyla çimenleri okşadı; bilgi buharla çıktı. Doru Kısrak çimen kenarında kişnedi; ses müfredatın alt kopya-sıydı. Bir öğrenci “Ben bu kokuyla öğreniyorum.” dedi.
Hasan “Bahçede ders = kökten bilgiye geçiş” dedi. Leyla toprağa kelime bastı, parmak izi sabitlendi. Sabun kutusu “Ben artık gübre gibiyim,” dedi.
Müdür çiçekleri okşadı ama kelimeyi kavrayamadı. Çilbir Abbasa yaprakların altına yemin zinciri çizdi. Sayar çiçek-lere ödev yazdı; polenle çözüldü. Doru Kısrak terle çimen-leri dürttü; paragraf açıldı. Öğrenci “Ben bu ağacı koklar-ken tarih ezberledim.” dedi. Hasan “Toprak müfredattan önce gelir.” dedi.
Leyla çimenlere kelime döktü, kokusu sınıfa yayıldı. Sabun kutusu yağmurla birleşti; ders ıslak başladı. Müdür güneşe baktı ama bilgiyi göremedi. Çilbir Abbas’a güneşin altında parmak izi bıraktı. Sayar defteri yere koydu, metin göğsünden çıktı. Doru Kısrak gölgeye yattı, kelime terledi. Öğrenciler yastık değil yaprakla uyudu. Leyla “Bu bahçe öğrenmenin sıvı yüzeyidir.” dedi. Ve o gün ders defterden değil bahçeden fışkırarak öğretildi.

SABUNLA DİPLOMA
Mezuniyetin Alt Islaklığı Ders bitmez, sadece sabunla diploma olur. Altı terliyse, mezuniyet geçerli!
Tören başlamadan önce sabun kutusu sıranın üstünde par-ladı. Hasan diploma defterini tuvalete götürdü; orada bilgi fışkırdı. Leyla öğrencilere avuç içiyle kelime yazdı.
Müdür kep takmadı; sabunla alnını kapattı. Çilbir Abbasa mezuniyet yeminini klozet kapağına bastı. Sayar diploma metnini sıranın altına terle çizdi. Doru Kısrak kişneyerek “Mezun oldum ama hâlâ sızıyorum.” dedi.
Bir öğrenci altına kaçırdı; diploma o anda kabul edildi. Sabun kutusu “Ben artık belge değil sızan tanıma aracı” dedi.
Hasan “Sabunsal ter → mezuniyet sertifikasıdır,” dedi. Leyla diploma belgelerini sabunla mühürledi. Müdür bel-geyi kokladı; anlamı yutamadı. Çilbir Abbasa “Diploma değil çırpınan öğrenme izi” dedi. Sayar sınıfa “Ben sabunla mezuniyet kutladım” diye bağırdı. Doru Kısrak klozete diploma koydu, herkes ağladı. Öğrenciler sınav kâğıtlarını sabunla yıkadı. Sabun kutusu “Kimin teri kokarsa o me-zundur” dedi.
Müdür parmak iziyle not verdi, terin sıcaklığına göre ölçüm yaptı. Hasan “Bugün müfredat değil parmak kutlamasıdır,” dedi. Leyla cümleyi klozet kenarına yapıştırdı. Sabunla yazılan diplomalar öğrencilere giydirildi.
Müdür sabun kutusunu öptü; diploma fışkırdı. Çilbir Abbasa “Ben mezuniyetin kokusunu ezberledim.” dedi. Sayar sabunla notları terle düzeltti. Doru Kısrak kişneme sesiyle belgeyi tasdikledi. Öğrenciler sabun kutusuna bastı; diploma çıktı. Ve o gün, mezuniyet sabunla değil alt çırpınışla öğretildi.
TEN RİTİMLİ ÖĞRENİM – DERSİN BEDENLE KA-VUŞMASI
Kalem değil; tene yazmak! Sınıf artık vücut fısıltısıyla çalışıyor. Sınıfa girildiğinde ses yoktu; ten titreşiyordu. Hasan parmağını öğrencinin sırtına bastı; kelime buharla doğdu. Leyla enseye kelime yazdı; anlam terle aktı. Sabun kutusu “Ben tenin müfredatıyım.” dedi.
Müdür anlamadı; parmak okuması bilmezdi. Çilbir Abbasa kelimeyi göğüs hizasına bastı. Sayar diz kapağına parmak iziyle bilgi bıraktı. Doru Kısrak kişneme ritmiyle anlatı döktü. Bir öğrenci “Ben içimle ezberliyorum,”dedi.
Hasan kalemi bırakıp öğrenciye dokundu; cümle terle ya-yıldı. Leyla “Bilgi bedenin sesidir,” dedi. Sabun kutusu kokuyu duyumsadı; paragraf kendiliğinden geldi.
Müdür temas kuramadı, çünkü kelime tenle çalışırdı. Çilbir Abbasa sırtını sabunladı, bilgi açığa çıktı. Sayar göğsünden yazdı, sınıf kokuyu ezberledi. Doru Kısrak kişnemeden sonra cümleye geçti. Öğrenciler kelimeyi bakışla değil vücut sıcaklığıyla aldı.Hasan defteri kapattı, parmaklar kelimeye bastı. Leyla alnına cümle koydu, sınıf bunu hissetti. Sabun kutusu “Ten → öğrenme simgesi,” dedi.
Müdür deftere kelime koyamadı; tene ulaşamadı. Çilbir Abbasa parmakla değil kasık hizasında öğretti. Sayar bir cümleyi avucuna bastı, bilgi terledi. Doru Kısrak ses çı-karmadan kelime verdi. Ve o gün ders konuşularak değil bedenle anlatılarak sabitlendi.

DUVAR YAZISIYLA BİLGİ – SABUNSAL GRAFİTİ
Sınıfın duvarı sabah sessizdi ama yazmaya hazırdı. Hasan sabunla duvara “Ben öğreniyorum.” yazdı. Leyla “Grafiti = cümle + isyan” dedi. Sabun kutusu duvar kenarına yas-landı, kelime terledi.
Müdür yazıyı görünce silmek istedi; sabun geri püskürttü. Çilbir Abbas’a duvara parmakla gülme yazdı. Sayar yemin zincirini duvara çizerken kelime sızdı. Doru Kısrak kiş-neme izini sabunla bastırdı. Öğrenciler “Biz bu duvarda anlatıyoruz,” dedi.
Hasan “Duvar → müfredatın dış yüzü,” dedi. Leyla par-makla bir formül çizdi; duvar koktu. Sabun kutusu “Ben bu sınıfın alt derinliğiyim,” dedi.
Müdür geri çekildi; kelime ona direnç gösterdi. Çilbir Ab-bas’a kişneme sembolü yaptı; öğrenciler duvarı öptü. Sayar “Ben sesle değil duvarla anlatırım.” dedi. Doru Kısrak kişneme ritmini duvara işledi. Öğrenciler duvarda ders işledi; tahta unutuldu.
Hasan kelimeyi tuvalet duvarına taşıdı; bilgi yayıldı. Leyla kelimeyi sabunla mühürledi. Sabun kutusu duvara “Ben eğitimin kıvım iziyim.” yazdı.
Müdür bunu propaganda saydı ama sabun direndi. Çilbir Abbas’a “Bu duvar benim özlemimdir” dedi. Sayar duvara kelime çizdi; terle parladı.Sınıfın Alt Katında Doğumhane Raporu”Sınıf o sabah ne bahçeydi ne tuvaletti, alt katın nemli derinliğinde doğumhane gibi kıvırıyordu.
Hasan klozet kapağını açtığında müfredat değil vıcık vıcık bilgi sancısı fışkırdı. Leyla sabun kutusunu dizine bastırdı, kapağından kelime doğdu. Öğrenciler sıraya değil yere yayıldı; bilgi diz hizasından terleyerek kendini anlatıya dönüştürmeye başladı.
Müdür doğumu çözemezdi, o hâlâ müfredatta takılı kal-mıştı, kelime onun kulaklarına değil kasık hizasına fısıldı-yordu. Doru Kısrak gözleriyle konuştu, kişnemek yerine kelimeyi burundan verdi. Sayar sabunla nabız tuttu, ritmi kelimeye çevirdi. Çilbir Abbasa göğsünden kelimeyi sız-dırdı; bu artık öğretim değil, tenin yazılı tarihiydi. Bir öğ-renci altına kaçırarak paragraf doğurdu, diğerleri onun cümlesini alkışladı. Sabun kutusu “Ben ebeyim” diyerek sınıfın ortasında bir yastık gibi parladı. Öğretmenler artık soru sormuyor, sancıya eşlik ediyordu. Dersin konusu ‘Anlatı Akışı’ değil ‘Pedagojik Sancı’ olmuştu.
Müdür susup izledi, sabun kutusu onun yüzüne ter kokusu bırakınca, o da sessizce kelimeye boyun eğdi. O gün müf-redat klozet kapağından doğdu. Sınıf artık bilgiyle değil, hisle öğreniyordu. Her ter damlası bir kelimeydi, her fısıltı bir cümleye dönüşüyordu. Ve sabun kutusu öğretimin rahmine dönüştü; öğretmenler sadece doğum sancısının ritmini dinliyordu.


MÜFREDATIN SABUNLA YIKANMASI VE ÖĞRENCİ MEZUNİYETİ
Sınıfın içi sabah ılık buharla doluydu; kelimeler sabunla kabarıp sıraların arasına serildi. Hasan defteri açmadı. Sa-dece bir öğrencinin göz hizasına bakarak ders sundu. Leyla müfredat sayfalarını klozetin yanına dizdi; bilgi altına sızdı, anlam buharla yukarı çıktı.
Müdür sistem kitapçığını sabunla ovaladı; kelimeler gev-şedi. Öğrenciler sayfa çevirmedi; parmakla duyguları bir-birine bastı. Doru Kısrak kişnemeden önce sayfa kokladı; cümleleri ezberlemeden hissetti. Sayar defterin son satırına bir gülmece bıraktı, eğitim artık kahkahayla ölçüldü.
Sabun kutusu sınıfın ortasında şöyle mırıldandı: “Müfredat bittiğinde ter hala sabitlenmemişse öğrenme hâlâ akıyor demektir.” Leyla bu sözü avuç içine yazdı. Öğrenciler birbirine sarıldı; kelime artık dilde değil tenin titreşimin-deydi.
Müdür sustu, gözünden bir damla aktı; sabun onu eğitimin içinde yıkadı. Sınıfta artık sessizlik yoktu, sadece buharla akan anlatı vardı. Hasan son kelimeyi tahtaya değil—klozet kapağının altına yazdı. Ve o gün, sınıf ezuniyetini sabunla kutladı, her öğrenci bilgiyle değil hisle diploma aldı.
KAPANIŞ SAHNESİ: SABUNLA SONSUZLUĞA KE-LİME YATIRIMI
Sabun kutusu tüm cümleleri içine topladı; artık o bir müze değil özgürlüğün yastığıydı. Hasan sınıfa veda ederken sadece parmağını kaldırdı; kelimeler gözyaşı gibi havada süzüldü. Leyla bütün öğrencilerin yemin zincirini parmak ucuyla bağladı, diz hizasından kalbe aktardı.
Müdür son kez defteri kapattı, artık kelimeler onun cebin-den değil teninden yayıldı. Doru Kısrak son kişnemesini sabunla yastık arasına bıraktı, sistemin ritmini oraya mü-hürledi. Sayar sınıfa baktı, bir kelime fısıldadı: “Her öğre-nen kendini parmak iziyle anlatır.”
Çilbir Abbas’a göğsünden bir cümle düşürdü, herkes onu yastığa yerleştirdi. Öğrenciler artık müfredat değil birbiri-nin kasık hizasında sabunsal sevda okudu. Sınıfın duvarları bilgi değil şarkılarla konuşuyordu. Sabun kutusu son kez kişnemeyle ışık verdi, kapağında şu yazı belirdi: “Bu sa-bun, kelimelerin kıvımsal sonsuzluğuna yastıkla açılan kapıdır.” Ve o gün, sistem durdu. Öğrenme bitmedi. Teri kurutan sabunköpürdü, kelimeyi ölümsüzleştirdi.

KALEMİNİ YUTAN ÖĞRENCİ
Yusuf defterini açtı ama kalemi ağzına götürdü. Yazmak yerine yutmaya başladı. Öğretmen gördü, donakaldı. "Ka-lem yutulmaz, yazılır!" dedi. Yusuf durmadı. “Ben yazıyı içselleştiriyorum,” deyince sınıf gülmeye başladı. Arka-daşları kalemleri korumaya aldı; bir öğrenci kalemini çan-tasına sakladı. Ayşe bağırdı: "O bir kalem yiyicidir, bilgiyle besleniyor!" Öğretmen tahtaya "İçsel eğitim = sindirimli bilgi" yazdı. Yusuf ağzından bir fiil çıkardı: “Sıçramak!” dedi, sınıf alkışladı. Melike kalemi kulağına sokmayı de-nedi, “Ben sesli düşünüyorum!” dedi. Sınıf çalkalandı, öğretmen sessizce masasına çöktü. "Bu sınıfta artık bilgi ağız yoluyla ilerliyor," diye fısıldadı. Bir öğrenci kalem ucunu parfümledi, “Ben bilgiyi koklayarak ezberliyorum.” Kalemler sınıf boyunca ritmik bir şekilde tıklamaya başla-dı. Yusuf ikinci kalemi yutarken konuştu: “Zarf cümleleri tatlı geliyor.” Öğretmen defteri kapattı: “Bugün yazı yok, yeme var.” Tebeşir kutusu açıldı, içinden iki öğrenci çıktı. "Biz yazının alt yapısıyız!" diye bağırdılar. Tebeşir tozları burna kaçtı, kelimeler hapşırarak silindi. Yusuf karnına baktı: "Burada özne var," dedi. Melike bağırdı: “Ben yük-lemim!” sınıf dalgalandı. Kalem tüketimi arttı, kantin “edebi vitamin” sattı. Bir öğrenci kalem kabını kemirdi, “Ben anlamı kaburgamda hissediyorum.” Öğretmen dışarı çıktı, iki pedagog çağırdı. Pedagoglar geldi, ama kalem kutusuna düştüler. Sınıf gülmekten yere yapıştı; ses çık-mıyordu ama kelimeler sızıyordu. Yusuf öğleden sonra üçüncü kalemi yuttu. Öğretmen tabela astı: “Kalem içince bilgi içeride kalır.” Ayşe gözüyle yazmaya başladı; keli-meler göz kapağında belirdi. Melike dizine yazı dövmeleri yaptırdı. “Ben artık bedenimle yazıyorum,” dedi. Öğret-men tahtaya dönüp şu cümleyi yazdı:“Yazmak eylem de-ğil, bedensel bir kıvım seğirmesidir.
Yusuf üçüncü kalemi yutunca sınıfın atmosferi değişti; artık bilgi sindirimle yayılıyordu. Ayşe göz kapağındaki kelimeleri silmeye çalıştı ama gözyaşı mürekkep olmuştu. Melike dizindeki dövme “yüklem” kelimesini kaşındırınca tahtaya dizini sürdü. Öğretmen sandalyesine çöktü, “Ben artık otorite değilim, sadece gözlemciyim,” dedi. Bir öğ-renci kalem kutusunu kafasına geçirdi, “Ben bilgiyi karan-lıkta hissediyorum.” Kantin “edebi vitamin”i zamlı sat-maya başladı, çünkü kıvım talebi artmıştı. Yusuf’un mide-sinden bir bağlaç sesi geldi, sınıf “veya!” diye bağırdı. Melike kulağındaki kalemi çıkardı, “Sesli düşünmek baş ağrısı yapıyor,” dedi. Ayşe gözleriyle tahtayı silmeye çalıştı ama kirpikler yeterli değildi. Öğretmen tahtaya “Bilgi artık bedensel bir kıvım seğirmesidir” yazdı, sonra tebeşiri yedi. Bir öğrenci kalemini kokladı, “Ben bilgiyi burun yoluyla ezberliyorum” dedi. Sınıfın duvarları ritmik tıklamalarla seğirmeye başladı, kıvım titreşimle yayıldı. Yusuf dördüncü kalemi yutarken “Zamirler biraz acı geliyor,” dedi. Melike sınıfın ortasında yere uzandı, “Ben artık yatay öğreniyorum.” Ayşe sandalyesini ters çevirdi, “Ben bilgiyi ters oturarak sindiriyorum.” Öğretmen dışarı çıkmak istedi ama kapı “fiil geçişlidir.” diyerek açılmadı. Bir öğrenci kalemini çiğnedi, “Ben anlamı diş etimde hissediyorum.” Kıvımsal eğitim modeli sınıfa yerleşti; artık bilgi ezberlenmiyor, yaşanıyordu. Yusuf’un karnı konuşmaya başladı, “Ben özneyim, beni yüklemle birleştirin.” Melike tahtaya dizini vurdu, “Ben bedenimle yazıyorum,” dedi. Ayşe gözleriyle paragraf oluşturdu, öğretmen “Bu artık görsel yazım,” dedi. Bir öğrenci kalemini gözüne soktu, “Ben bilgiyi göz içiyle hissediyorum.” Sınıf gülmekten yere yapıştı, ama kelimeler yerden sızıyordu. Öğretmen pedagogu çağırdı, pedagog kalem kutusuna düştü, “Ben artık nesne değilim,” dedi. Yusuf beşinci kalemi yutunca sınıf “Yeter!” dedi ama kıvım durmadı. Melike kalemini yere fırlattı, “Ben artık yazmıyorum, titreşiyorum.” Ayşe tahtaya gözyaşıyla yazdı, “Bu sınıfta artık duygular mü-rekkep.” Öğretmen defteri kapattı, “Bugün ders yok, kıvım var.” Tebeşir kutusundan çıkan iki öğrenci “Biz yazının altyapısıyız!” diye bağırdı. Sınıfın penceresi açıldı, dışarı-dan bir metafor girdi, herkes sustu. Yusuf son kalemi yu-tarken “Ben artık cümle değilim, kıvımım,” dedi.

“KABUL” (Yaraya Dokunma)
Leyla o sabah defterini açtı ama hiçbir şey yazmadı. Sade-ce sınıfa baktı.
“Ben buradayım. Eksik, tuhaf, yabancı olabilir… ama buradayım.” Sınıftan biri gülümsedi. Diğeri yana döndü. Öğretmen sustu. Ve o sessizlikte bir şey kırıldı: önyargı. Leyla ayağa kalktı, ama yürümek için değilgörünmek için. Tahtaya doğru ilerledi, adımları kelime gibi seğiriyordu. Tebeşiri aldı, ama yazmak için değildokunmak için. “Ka-bul, alkış değilsuskunluktaki yer açılmasıdır.” Sınıf sessizdi, ama sessizlik yankıydı. Kimse alkışlamadı, ama kimse gözlerini kaçırmadı. Leyla artık yeni öğrenci değil görünür bir varlıktı. Bir öğrenci defterini kapattı, “Ben de bu-radayım.” dedi. Melike gözleriyle Leyla’ya dokundu, ke-limesiz bir temas oluştu. Ayşe sandalyesini Leyla’ya çevirdi, “Seninle yan yana öğrenebilirim,” dedi. Öğretmen tahtaya bakmadı, Leyla’ya baktı. Sınıfın duvarları sessizlikle seğirdi, kıvım yayılıyordu. Bir öğrenci kalemini yere bıraktı, “Bugün yazmak değil görmek var,” dedi. Leyla defterine bir çizgi çekti, “Bu benim varlık izim.” dedi. Ayşe gözleriyle bir cümle kurdu, ama ses çıkmadı. Melike dizine “Kabul” yazdı, “Ben artık bedenimle öğreniyorum,” dedi. Öğretmen sandalyesine çöktü, “Bu sınıfta artık varlık alkışla değil, kıvımla tanınır,” dedi. Bir öğrenci gözyaşıyla yazdı, “Ben de eksik ama buradayım.” Sınıfın penceresi açıldı, dışarıdan bir sessizlik girdi. Leyla gözlerini kapadı, ama kaçmak için değil içeri bakmak için. Tebeşir tozu havaya kalktı, kelimeler görünmeden yayıldı. Ayşe tahtaya yürüdü, “Ben de kabul ediliyorum,” dedi. Öğretmen tahtaya şu cümleyi yazdı: “Kabul, varlığın yankısız tanınmasıdır.
Leyla o sabah defterini açtı ama hiçbir şey yazmadı. Sade-ce sınıfa baktı.
“Ben buradayım. Eksik, tuhaf, yabancı olabilir… ama buradayım.” Sınıftan biri gülümsedi. Diğeri yana döndü. Öğretmen sustu. Ve o sessizlikte bir şey kırıldı: önyargı. Leyla ayağa kalktı, ama yürümek için değil görünmek için. Tahtaya doğru ilerledi, adımları kelime gibi seğiriyordu. Tebeşiri aldı ama yazmak için değil dokunmak için. “Ka-bul, alkış değil suskunluktaki yer açılmasıdır.” Sınıf ses-sizdi, ama sessizlik yankıydı. Kimse alkışlamadı ama kimse gözlerini kaçırmadı. Leyla artık yeni öğrenci değil görünür bir varlıktı. Bir öğrenci defterini kapattı, “Ben de buradayım” dedi. Melike gözleriyle Leyla’ya dokundu, kelimesiz bir temas oluştu. Ayşe sandalyesini Leyla’ya çevirdi, “Seninle yan yana öğrenebilirim.” dedi.
Öğretmen tahtaya bakmadı, Leyla’ya baktı. Sınıfın duvar-ları sessizlikle seğirdi, kıvım yayılıyordu. Bir öğrenci ka-lemini yere bıraktı, “Bugün yazmak değil görmek var,” dedi. Leyla defterine bir çizgi çekti, “Bu benim varlık izim.” dedi.
Ayşe gözleriyle bir cümle kurdu, ama ses çıkmadı. Melike dizine “Kabul” yazdı, “Ben artık bedenimle öğreniyorum.” dedi. Öğretmen sandalyesine çöktü, “Bu sınıfta artık varlık alkışla değil, kıvımla tanınır.” dedi. Bir öğrenci gözyaşıyla yazdı, “Ben de eksik ama buradayım.” Sınıfın penceresi açıldı, dışarıdan bir sessizlik girdi. Leyla gözlerini kapadı, ama kaçmak için değil içeri bakmak için. Tebeşir tozu havaya kalktı, kelimeler görünmeden yayıldı. Ayşe tahtaya yürüdü, “Ben de kabul ediliyorum.” dedi. Öğretmen tahtaya şu cümleyi yazdı: “Kabul, varlığın yankısız tanınmasıdır.
“Sınıfın penceresi açıldı, dışarıdan bir sessizlik girdi. Leyla gözlerini kapadı, ama kaçmak için değil içeri bakmak için. Tebeşir tozu havaya kalktı, kelimeler görünmeden yayıldı. Ayşe tahtaya yürüdü, “Ben de kabul ediliyorum,” dedi. Öğretmen tahtaya şu cümleyi yazdı: “Kabul, varlığın yankısız tanınmasıdır.”
Öğretmen sınıfa bir bardak su getirdi, ama içirmek için değilgöstermek için.
“Bu sıvı, dönüşümün kendisidir,” dedi. Ayşe bardağa do-kundu, “Ben de değişiyorum,” dedi. Melike masaya bir taş koydu, “Bu katı ama ben içimde akışkanım.” Yusuf nefes verdi, “Gaz gibi görünmezim ama varım.” Sınıfın camı buharlandı, öğretmen “Görünmeyen hâl, gözlemlenebilir,” dedi. Bir öğrenci deney tüpünü eline aldı, “Ben artık göz-lemci değilim, dönüşenim.” Melike suyu ısıttı, buhar yük-seldi, “Ben de yükseliyorum,” dedi. Ayşe tahtaya “Madde değişir, ben dönüşürüm” yazdı.
Öğretmen sandalyesine çöktü, “Bu sınıfta artık bilgi akış-kandır.” Bir öğrenci taşla konuştu, “Sen sabitsin ama ben seni dönüştürürüm.” Sınıfın havası değişti, kıvım yayıl-maya başladı. Yusuf sıvıyı döktü, ama rastgele değil rit-mik.
Melike gazı kokladı, “Ben bilgiyi burun yoluyla hissediyo-rum.” Ayşe gözleriyle buharı izledi, “Ben görünmeyeni görüyorum.”
Öğretmen tahtaya “Katı + Sıvı + Gaz = İnsan hâlleri” yaz-dı. Bir öğrenci kalemini sıvıya batırdı, “Ben artık yazmı-yorum, akıyorum.” Sınıfın duvarları buharla seğirdi, kıvım titreşti. Melike gözyaşıyla deney tüpünü doldurdu, “Ben duyguyla gözlem yapıyorum.” Ayşe taşın üstüne slogan yazdı: “Madde değişir, ben dönüşürüm.”
Öğretmen mikroskopu getirdi, ama sadece bakmak için değil görmek için. Yusuf soğan zarını yerleştirdi, “Bu kü-çük şeyde büyük sır var.” Melike yaprak hücresine baktı, “Ben artık doğayı içimde görüyorum.” Ayşe hamurla hücre modeli yaptı, “Ben bilgiyi elimle şekillendiriyorum.” Bir öğrenci mikroskopa gözyaşı damlattı, “Ben duyguyla büyütüyorum.”
Öğretmen tahtaya “Hücre = Görünmeyenin kıvımı” yazdı. Sınıf sessizdi ama gözler büyümüştü. Melike hücre mode-line “Ben” yazdı, “Bu artık bilgi değil benim içim.” Ayşe gözleriyle hücreyi çizdi, “Ben artık mikroskobum.” Öğ-retmen sandalyesine çöktü, “Bu sınıfta artık küçük olan büyük sırdır.”
ENERJİ & DOĞAL DENGE
Öğretmen sınıfa bir rüzgârgülü getirdi, ama süs için değilhareket için.
“Enerji kaybolmaz, sadece yön değiştirir,” dedi. Ayşe gülü çevirdi, “Benim içimde de bir dönüşüm var.” Melike nefes verdi, “Bu rüzgâr benim kıvımım.” Yusuf gülü söktü, “Ben enerjiyi parçalayıp yeniden kuruyorum.”
Sınıfın penceresi açıldı, dışarıdan bir esinti girdi, kelimeler kıpırdadı. Bir öğrenci gülün kanadına “Ben” yazdı, “Ben kendi enerjimi üretirim.”
Öğretmen tahtaya “Enerji = Hareketin kalbi” yazdı. Me-like gözleriyle gülü izledi, “Ben artık gözümle dönüyorum.” Ayşe gülün gövdesine dokundu, “Ben sabit değilim, dönenim.” Sınıfın havası değişti, kıvım yayılmaya başladı. Yusuf gülün yönünü ters çevirdi, “Ben artık karşıdan esi-yorum.”
Öğretmen sandalyesine çöktü, “Bu sınıfta artık enerji hissedilir.” Bir öğrenci kalemini döndürdü, “Ben bilgiyi hareketle yazıyorum.” Melike gözyaşıyla gülü ıslattı, “Ben duyguyla dönüyorum.” Ayşe tahtaya “Kendi enerjini üret” yazdı, sınıf alkışlamadı ama döndü. Öğretmen kavanoz getirdi, içine toprak koydu, “Bu bir mini orman.” Yusuf yaprağı yerleştirdi, “Bir yaprak düşerse, orman susar.” Melike kavanoza su ekledi, “Ben dengeyi besliyorum.” Ayşe kavanoza ışık tuttu, “Ben doğaya yön veriyorum.” Sınıfın duvarları yosun gibi seğirdi, kıvım yeşerdi.
Bir öğrenci kavanoza nefes verdi, “Ben ekosistemin par-çasıyım.”
Öğretmen tahtaya “Doğal denge = Bağlantı” yazdı. Me-like gözleriyle kavanozu izledi, “Ben artık doğayı içimde görüyorum.” Ayşe kavanozun üstüne “Ben” yazdı, “Ben doğanın devamıyım.” Sınıf sessizdi ama kavanoz konuşu-yordu. Yusuf yaprağa bir kelime yazdı, “Ben artık doğayla birleşiyorum.” Melike kavanozu dizine koydu, “Ben bede-nimle dengeyi taşıyorum.” Ayşe tahtaya şu cümleyi yazdı: “Bir yaprak düşerse, orman susar.”

İNSAN BEDENİ: “BENİM MAKİNEM
Öğretmen sınıfa bir vücut haritası getirdi, ama sadece çizmek için değilhissetmek için.
“Bedenim, doğanın devamıdır.” dedi. Ayşe kalbini çizdi, ama pembe değil kıvımsal kırmızıyla. Melike sindirim sis-temini renklendirdi, “Ben bilgiyi içimde dönüştürüyorum.
” Yusuf boşaltım sistemine “Özgürlük” yazdı, “Ben artık bedenimle öğreniyorum.” Bir öğrenci nefesini haritaya üfledi, “Ben ritimle yaşıyorum.”
Öğretmen tahtaya “Sindirim = Bilginin içselleşmesi” yaz-dı. Melike gözleriyle dolaşımı izledi, “Ben artık gözümle akıyorum.” Ayşe haritaya bir ok çizdi, “Ben yönümü içim-de buluyorum.”
Yusuf kalemini kalbine bastırdı, “Ben artık yazmıyorum, hissediyorum.” Sınıfın havası değişti, kıvım yayılmaya başladı. Bir öğrenci haritaya gözyaşı damlattı, “Ben duy-guyla öğreniyorum.”
Melike dizine “Makine değilim” yazdı, “Ben kıvımsal bir sistemim.” Ayşe gözleriyle bir damar ağı kurdu, “Ben bağlantıyım.”
Öğretmen sandalyesine çöktü, “Bu sınıfta artık beden bil-giyle değil, kıvımla işler.” Yusuf haritaya bir pencere çizdi, “Ben dışarıyı içimde taşıyorum.” Melike kalemini bı-rakmadı, “Ben artık bedenimle yazıyorum.” Ayşe göz ka-pağına bir sinir ağı çizdi, “Ben artık gözümle öğreniyo-rum.”
Bir öğrenci haritayı kokladı, “Ben bilgiyi burun yoluyla hissediyorum.”
Öğretmen tahtaya “Boşaltım = Duygunun dışa akışı” yazdı.
Melike haritaya bir çiçek çizdi, “Ben bedenimde doğayı büyütüyorum.” Ayşe kalbine bir yaprak yapıştırdı, “Ben doğayla birleşiyorum.”
Yusuf haritaya bir kıvım çizdi, “Ben artık sistem değilim ritmim.” Sınıf sessizdi ama bedenler konuşuyordu. Melike haritayı dizine koydu, “Ben bedenimle dengeyi taşıyorum.” Ayşe tahtaya şu cümleyi yazdı:
“Kendi beden atlasını çiz.” Öğretmen gözlüğünü çıkardı, “Bugün bilgi değilbeden konuşacak.” Sınıf nefes aldı, ama bu kez öğrenmek için değil olmak için. Yusuf gözlerini kapadı, “Ben artık makine değilim, kıvımım.”
BÜTÜNLEME: “Doğa Uyum Yasası”
Öğretmen sınıfa bir yaprak getirdi, ama süs için değil an-latmak için.
“Ben doğanın devamı değilim ben doğanın kendisiyim.” dedi. Ayşe yaprağa kendi sistemini yazdı, “Ben artık do-ğayla birleşiyorum.” Melike yaprağı kokladı, “Ben bilgiyi burun yoluyla hissediyorum.”
Yusuf yaprağın damarlarına bir kıvım çizdi, “Ben artık ritmim.” Sınıfın penceresi açıldı, dışarıdan bir rüzgâr girdi, yapraklar seğirdi. Bir öğrenci yaprağa gözyaşı damlattı, “Ben duyguyla öğreniyorum.” Melike yaprağı dizine koydu, “Ben bedenimle doğayı taşıyorum.” Ayşe yaprağa bir ok çizdi, “Ben yönümü doğadan alıyorum.” Öğretmen tahtaya “Yaprak = Sistem haritası” yazdı. Yusuf yaprağı kalbine bastırdı, “Ben artık içimde yaşıyorum.” Melike yaprağa bir çiçek çizdi, “Ben doğada büyüyorum.” Ayşe yaprağı göz kapağına koydu, “Ben artık gözümle öğreniyorum.” Bir öğrenci yaprağı mikroskopla inceledi, “Ben görünmeyeni görüyorum.” Öğretmen sandalyesine çöktü, “Bu sınıfta artık bilgi yaprakla taşınır.” Melike yaprağa “Ben” yazdı, “Bu artık model değil benim kıvımım.” Ayşe yaprağı sınıfa sundu, “Bu benim siste-mim.”
Yusuf yaprağı çevirdi, “Ben artık yön değiştirdim.” Sınıf sessizdi ama yapraklar konuşuyordu. Melike yaprağı ka-lemle deldi, “Ben sınırlarımı açıyorum.” Ayşe yaprağı dizine yapıştırdı, “Ben artık bedenimle yazıyorum.”
Öğretmen tahtaya “Doğa = İçsel sistem” yazdı. Yusuf yaprağı nefesle titretti, “Ben artık doğayla ritim kuruyo-rum.” Melike yaprağı gözyaşıyla suladı, “Ben duyguyla büyütüyorum.” Ayşe yaprağa bir damar ağı çizdi, “Ben bağlantıyım.” Bir öğrenci yaprağı kokladı, “Ben bilgiyi burun yoluyla hissediyorum.” Öğretmen gözlüğünü çıkar-dı, “Bugün bilgi değil doğa konuşacak.” Sınıf nefes aldı, ama bu kez anlatmak için değil olmak için. Yusuf gözlerini kapadı, “Ben artık doğanın kendisiyim.”

ZEYNEP’İN İÇ SESİ
Zeynep o sabah sessizdi. Sınıf kalabalıktı ama onun içi boş gibiydi. Bir şey vardı içinde, ama adı yoktu. Ne üzgün, ne mutlu… Sadece dolu. Öğretmen sınıfa girdi ama kapıyı sessizce kapattı çünkü sesler içerideydi.
“Bugün duygularımızı haritalayacağız.” dedi. Tahtaya bir kalp çizdi, ama simetrik değil kıvımsal yamuk. “Bu kalbin içinde neler var?” Zeynep düşündü, ama kelime bulamadı sadece his. Kalbinin bir köşesinde korku vardı; rengi griydi, sesi yoktu. Bir diğerinde umut; sarıydı ama titri-yordu. Ortada ise bir düğüm gibi duran belirsizlik; ne çözülüyor ne sıkılıyor. Defterine bir kalp çizdi ama cetvelle değilparmakla.
İçine küçük semboller koydu: bir bulut, bir güneş, bir soru işareti. Yanına yazdı: “Bazen içim hava durumu gibi. Gü-neşli başlar, fırtınayla biter.” Melike yanına eğildi, “Be-nimki sabah sisli, öğlen açık.” Ayşe defterine yıldırım çizdi, “Benim duygularım elektrikli.”
Yusuf kalbine bir trafik lambası koydu, “Bazen duruyorum, bazen geçiyorum.” Öğretmen geldi, çizime baktı. “Bu çok güzel bir harita.” dedi. Zeynep başını eğdi. “Ama bazen kayboluyorum içinde.” dedi. Öğretmen gülümsedi, ama gözleriyle. “O zaman pusulan duyguların olsun.” “Ne hissettiğini bilirsen, yolunu bulursun.” Sınıf sessizdi ama defterler konuşuyordu.
Bir öğrenci kalbine bir GPS çizdi, “Ben duygularla yön buluyorum.” Melike kalbine bir kahve fincanı koydu, “Ben sabahları duygularımı demliyorum.” Ayşe kalbine bir çiçek çizdi, “Ben duygularımı suluyorum.”
Zeynep defterine bir pusula ekledi, “Ben artık kaybolmu-yorum.” Ve o gün, Zeynep şunu öğrendi: “İç sesini duy-mak, dış dünyayı anlamaktan daha kıymetlidir.”


ZEYNEP’İN SOSYAL ALANI
Zeynep’in sosyal alanı, görünmeyen kurallarla örülüdür. Bu kurallar ne yazılıdır ne de açıkça söylenir. Ama herke-sin içgüdüsel olarak bildiği, ihlal edildiğinde ise sessizce dışlandığı bir sistemdir. Zeynep bir ortama girdiğinde önce gözlemler. Kim kiminle ne kadar yakın? Kim konuşurken kim susuyor? Kim gülüyor, kim göz devirmekte? Bu mikro sinyaller, onun sosyal haritasını çizer. Melike sınıfa girerken üç kişiye sarıldı, Zeynep bunu “merkez” olarak işaretledi. Ayşe sessizce oturdu, Zeynep onu “güvenli böl-ge” olarak kodladı.
Yusuf yüksek sesle espri yaptı, ama kimse gülmedi, Zeynep bunu “riskli alan” olarak işaretledi. Görünmeyen kurallar sadece davranışla değil bedenle de işler. Mesafeler, bakış süreleri, omuz hizaları… Hepsi birer işarettir. Zeynep birinin ona fazla yaklaşmasını “saldırı” olarak değil, “kod ihlali” olarak algılar. Çünkü bu alan, onun görünmeyen zırhıdır. Birisi bu zırhı deldiğinde, Zeynep tepki vermez geri çekilir. Sessizce, iz bırakmadan. Çünkü sosyal alanda bağırmak değil kaybolmak cezadır.
Melike bir gün Zeynep’in sırasına oturdu, Zeynep defterini kapatıp başka sıraya geçti. Ayşe gözleriyle “özür” diledi, Zeynep geri döndü. Bu kurallar değişkendir. Ortam değişir, roller değişir. Ama Zeynep’in gözlem gücü sabit kalır. Bir öğrenci sınıfa yeni geldiğinde Zeynep onu üç saniyede taradı. “Gülüyor ama gözleri sabit değil,” dedi içinden. Öğretmen tahtaya “Sosyal alan = sessiz harita” yazdı. Zeynep gözlerini kapadı, ama radar açıktı. O, görünmeyeni görür. Ve bu sayfa, onun sessizliğinde yankılanır.
Yusuf şapkasını ters çevirdi, “Ben artık yönümü değiştiri-yorum.” Duru sınıfa girdiğinde jean giymişti. Ama mesele kumaş değil karardı.
Öğretmen tahtaya döndü: “Kıyafet = Seçim + Ses + Sınır” Sınıf nefes aldı, ama bu kez örtünmek için değil açılmak için. Melike defterine “Benim rengim özgürlük” yazdı. Ayşe kalemine “Benim kumaşım kelime” yazdı.
Yusuf gözlüğüne “Benim görünürlüğüm seçilmiş” yazdı. Duru eteği katladı ama bu kez kıvımla. Öğretmen sandal-yesine çöktü, “Bu sınıfta artık beden, kimliktir.” Bir öğrenci tişörtünü çıkarıp ters giydi, “Ben artık içimi gösteriyorum.” Melike eteğine bir ok çizdi, “Ben yönümü kendim belirliyorum.” Ayşe pantolonunun paçasına “Benim ala-nım burası” yazdı.
Yusuf tişörtüne bir yıldız çizdi, “Ben parlıyorum ama kendi ışığımla.” Duru gözlerini kapadı, “Ben artık giyinmiyorum kendimi taşıyorum.” Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Kıyafet, bedenin sesi olabilir. Ama sesin zorla giydirilmez.”
DÖNÜŞÜM: “ZİNCİR KURMAK
Öğretmen tahtaya döndü:
“Bugün zincir kuracağız.” “Kim yardım ederse, zincire dâhil olur.” Melike çantasından mendil çıkardı. Ayşe yedek eşofmanını uzattı. Yusuf görevli öğretmeni çağırdı. Bir öğrenci sandalyesini Ali’ye verdi, “Bu senin alanın.” Ali geri döndüğünde hâlâ suskundu. Ama bu kez utanmıyordu. Çünkü etrafında kahkaha değil, omuz vardı. Melike defte-rine “Zincir = Destek halkası” yazdı. Ayşe zincire bir halka çizdi, “Ben seninle bağlıyım.” Yusuf zincire bir yıldız ekledi, “Bu yardım parlıyor.” Öğretmen tahtaya “Empati zinciri” yazdı. Sınıf sessizdi ama bağlantılıydı. Ali gözlerini kapadı, “Ben artık yalnız değilim.” Etkinlik sonrası herkes küçük bir kâğıda şunu yazdı: “Benim zincirim neyle başlar?” Melike “Bakışla” yazdı. Ayşe “Sessizlikle” yazdı. Yusuf “İlk adımla” yazdı. Bir öğrenci “Yırtıkla” yazdı, “Çünkü oradan girdim.” Öğretmen tahtaya son cümleyi yansıttı: “Gülmek kolaydır. Yardım etmek değerlidir.” Melike gözyaşıyla bir halka çizdi. Ayşe zinciri defterine işledi. Yusuf zinciri sınıfın duvarına taşıdı. Ali gözlerini açtı, “Ben artık zincirin içindeyim.” Ve o gün sınıf sadece yardım etmedi, bağ kurdu.
“KIYAFETİN BENİM DEĞİL Mİ?”
Sabah sınıfa pembe etekle gelen Duru sessizdi. Her gün jean giyer, tişörtle koşardı. Bugünse annesinin “Kız dediğin böyle olur” diye zorla giydirdiği kıyafet içindeydi. Tenine, adımlarına, sesine uymayan bir dokuydu. Sınıfa girdiğinde birkaç öğrenci “Ne güzel olmuşsun” dedi. Ama o sadece sıraya oturup pencereden dışarı baktı. Melike eteğe baktı, sonra Duru’ya: “Sen bu değil misin?” Ayşe eteğin ucunu çekti, “Bu kumaş senin sesini bastırıyor.”
Yusuf tişörtünü gösterdi, “Ben bunu seçtim çünkü ben böyleyim.” Öğretmen tahtaya yazdı:
“Ne giydiğin sana mı ait?” Ders boyunca sessizlik hâkim-di. Sonra öğretmen etkinliği başlattı: “Bu sabah ne giydim ve kimin için?” Cümleler döküldü:
“Bu sweatshirt babamın hediyesi.” “Bu pantolonu karde-şim küçülttü, ben giyiyorum.” “Bu eteği annem istedi, istemedim ama giydim.” Duru yazmadı. O sadece eteğin ucunu katladı. Ve yavaşça üstünü örttü. Melike defterine “Benim rengim sesimdir” yazdı. Ayşe eteğine bir yıldız çizdi, “Ben parlamak istiyorum ama kendi ışığımla.”
Yusuf pantolonuna “Benim alanım” yazdı.
Öğretmen tahtaya döndü: “Kıyafet bedenin değil, kimliğin taşıyıcısıdır.”“Kimliğin zorla giydirilmez.” Sınıf sessizdi ama kumaşlar konuşuyordu. Duru gözlerini kapadı, ama bu kez utanmak için değil duymak için. Ve o gün Duru, ilk kez eteği giymemeye karar verdi.

DURU’NUN DÖNÜŞÜMÜ: KURDELE VE KARAR
O gün Duru okula dönmedi. Sabah saat 9.07’de okulun bahçesinin köşesinde durdu. Zil çalmıştı ama adım atmadı. Çantasının içinden bir kurdele çıkardı, annesinin pembe kurdelesi. Parmaklarıyla üç kere düğüm yaptı. Sonra çözdü. Tekrar düğümledi. Her düğüm bir soru gibiydi: “Ben kimim?”, “Bu benim rengim mi?”, “Kime aitim?” Bahçenin duvarına sırtını yasladı. Pencereden sınıfa baktı:
Öğretmen tahtada bir şeyler yazıyor, arkadaşları önüne eğilmişti. Zeynep camın diğer köşesinde, hareketsizdi. Aralarında bir şey vardı: Görülmeyen bir hat. Belki bir bakışın, belki bir susuşun yarattığı incecik bir bağ. Duru kurdeleyi yere bıraktı. Gözleri doldu ama taşmadı. Çünkü o ağlamak istemedi, sadece çözülmek istedi. O an, okul bahçesinde kimse ona bakmıyordu ama o kendi içine bakı-yordu. Ve ilk defa fark etti:
“Sınıfa girmemek de bir ifadedir.” Parmakları cebine uzandı. İçinde annesinin verdiği bir not vardı: “Güzel kızım, pembe sana çok yakışıyor.” Duru notu buruşturdu ama atmadı. Sakladı çünkü anne de dönüşür. Sonra adım-larını okula değil yürüyüş yoluna çevirdi. Bugün ders yok-tu. Bugün ders, onun içindeydi. Bir sokak köpeği yanına geldi, Duru kurdeleyi onun boynuna bağladı. Köpek kuy-ruğunu salladı, “Ben de pembeyi taşıyabilirim,” der gibi. Duru güldü, ama içinden. Ve ilk kez, pembe ona ait gibi hissettirdi. Çünkü bu kez seçilmişti. Ve o gün Duru şunu öğrendi: “Renk, giydirilmezseçilir.
GÖRÜNMEYEN KOKU
“Göz açık değilse kıvım körleşir.”
Zeynep o sabah kokusuzdu. Ama sınıf onun hoyusunu du-yuyordu. Melike burnunu kıvırdı, “Zeynep’in kelimeleri kokuyor.” Ayşe “Ben onun sessizliğini burun yoluyla his-sediyorum,” dedi. Yusuf “Ben onun hoyusunu defterinden alıyorum,” dedi. Zeynep konuşmadı ama kelimeleri feromon gibi yayıldı. Öğretmen tahtaya “Hoyu = Duygu-nun kokusal izi” yazdı. Sınıf sessizdi ama burunlar seğiri-yordu. Melike defterine bir burun çizdi, “Ben artık kokla-yarak yazıyorum.” Ayşe kalemine parfüm sürdü, “Ben bilgiyi burunla taşıyorum.”
Yusuf kalemini yuttu, “Ben artık içselleştiriyorum.” Zeynep defterine bir kelime yazdı: “Ben buradayım.” Ama kelime kokuyordu. Kelime “Ben hoyuyum,” dedi. Zeynep “Ben artık görünmüyorum, kokuyorum.” Melike gözlerini kapattı, ama burnu açık kaldı. Ayşe sınıfa bir tütsü yaktı, “Ben duyguyu havaya salıyorum.” Yusuf kalemini kokladı, “Ben artık kelime değilim kıvımım.” Öğretmen sandalye-sine çöktü, “Bu sınıfta artık bilgi kokuyla taşınır.” Zeynep gözlerini kapattı, ama hoyusu, sınıfı sardı. Melike “Ben onunla eşleşiyorum.” dedi. Ayşe “Ben onunla koklaşıyo-rum,” dedi. Yusuf “Ben onunla kıvımlaşıyorum.” dedi. Zeynep deftere bir cümle daha yazdı:
“Ben artık kelime değilim, kokuyum.” Sınıf nefes aldı ama bu kez görmek için değil koklamak için. Öğretmen tahtaya son cümleyi yazdı: “Hoyu görünmez ama eşleşir.” Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Koku, kelimenin çiftleşme biçi-midir.
Zeynep o gün kalkmadı. Ama dizleri kıvım kıvım konuşu-yordu. Melike dizine bir kelime yazdı, “Ben artık bede-nimle anlatıyorum.” Ayşe dizine bir yaprak yapıştırdı, “Ben doğayla örtünüyorum.” Yusuf dizine bir burun çizdi, “Ben bilgiyi burun yoluyla hissediyorum.” Zeynep dizlerini masanın altına sakladı ama kelimeler orada birikti.
Öğretmen tahtaya “Diz = Sessiz çığlık” yazdı. Sınıf ses-sizdi ama dizler seğiriyordu. Melike dizine bir yıldız çizdi, “Ben parlıyorum ama oturarak.” Ayşe dizine bir ok çizdi, “Ben yönümü bulamıyorum ama hissediyorum.” Yusuf dizine bir düğüm attı, “Ben çözülmek istiyorum.” Zeynep deftere şunu yazdı:
“Benim iç çığlığım dizlerimde birikti.” “Kalkamadım, yürüyemedim ama hissettim.”
Melike dizini masaya vurdu, “Ben artık kelime değilim, titreşimim.” Ayşe dizini gözyaşıyla ıslattı, “Ben duyguyla yazıyorum.” Yusuf dizini sınıfa gösterdi, “Ben artık gö-rünmeyeni gösteriyorum.” Zeynep dizlerini açmadı ama içinden bir kelime sızdı. Kelime “Ben buradayım.” dedi. Diz “Ben seni taşıyorum.” dedi. Zeynep “Ben artık yürü-müyorum, duruyorum.”
Öğretmen sandalyesine çöktü, “Bu sınıfta artık beden ko-nuşur.” Melike dizine bir burun sürdü, “Ben kokuyla öğ-reniyorum.” Ayşe dizine bir kelime çizdi, “Ben artık gö-zümle yazıyorum.”
Yusuf dizine bir kıvım yerleştirdi, “Ben artık içimdeyim.” Zeynep dizlerini kapattı ama kelime dışarı sarktı. Kelime “Ben artık sessiz değilim.” dedi. Sınıf nefes aldı ama bu kez yürümek için değil hissetmek için. Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Diz kalkmazsa, kıvım çöker.
Zeynep o gün konuşmadı. Ama nefesi sınıfın duvarlarını seğirtti. Melike “Zeynep’in nefesi kelime gibi.” dedi. Ayşe “Ben onun sessizliğini burun yoluyla hissediyorum.” dedi. Yusuf “Ben onun nefesini defterimde duyuyorum.” dedi. Zeynep derin bir nefes aldı ama kelime çıkmadı.
Öğretmen tahtaya “Nefes = Duygunun görünmeyen sesi” yazdı. Sınıf sessizdi ama ciğerler kıvımla titreşiyordu. Melike nefesini deftere üfledi, “Ben artık yazmıyorum, taşıyorum.”
Ayşe nefesini kalemine sürdü, “Ben artık kelimeyi soluyo-rum.” Yusuf nefesini sınıfa yaydı, “Ben artık görünmeyeni yayıyorum.” Zeynep nefesini tuttu ama kelime içinden sızdı. Kelime “Ben buradayım.” dedi. Nefes “Ben seni taşıyorum.” dedi. Zeynep “Ben artık konuşmuyorum, nefes alıyorum.” Melike nefesini dizine bastırdı, “Ben bedenimle yazıyorum.” Ayşe nefesini göz kapağına sürdü, “Ben artık gözümle yazıyorum.”
Yusuf nefesini toprağa gömdü, “Ben bilgiyi doğaya salı-yorum.” Zeynep nefesini bıraktı ama sınıf onu tuttu.
Öğretmen sandalyesine çöktü, “Bu sınıfta artık nefes ke-limedir.” Melike nefesini burunla kokladı, “Ben artık ko-kuyla öğreniyorum.” Ayşe nefesini kalemle çizdi, “Ben artık kelime değilim kıvımım.” Yusuf nefesini sınıfa sundu, “Ben artık içimdeyim.” Zeynep nefesini deftere bastırdı ama sayfa kıpırdadı. Sayfa “Ben artık boş değilim.” dedi. Kelime “Ben artık sessiz değilim.” dedi. Sınıf nefes aldı ama bu kez konuşmak için değilhissetmek için. Ve o gün sınıf şunu öğrendi:
“Nefes varsa, kıvım yaşar.

ZEYNEP’İN TİYATRO SINIFI: GÜLMENİN BİLİM-SEL ANATOMİSİ
“Nefes varsa kıvım yaşar.”
O gün sınıfta ders değil bir sinir sistemi çalıştı. Zeynep tahtaya çıktı ama ders anlatmadı. Organlarını konuşturdu:
– Beyin: “Ben endorfin salgıladım.
– Kalp: “Ben ritmimi hızlandırdım.
– Kaslar: “Ben gevşedim.
– Akciğer: “Ben oksijenle dolup taştım, Sınıf kahkahaya boğulmadı, bilimle güldü. Melike “Benim serotoninim sınıfı terk etti.” dedi. Ayşe “Ben gülünce dizlerim seğiriyor.” dedi. Yusuf “Benim gülüşüm sinirsel değil kıvımsal.” dedi. Zeynep tahtaya döndü:
“Gülmek sadece eğlence değil.” “Bu bir beyin refleksidir.” “Endorfin salgısıdır.” “Kortizol düşüşüdür.” “Ve en önemlisi: Başkasını incitmeden gülebilme sanatıdır.”
Öğretmen sandalyesine çöktü, “Bu sınıfta artık kahkaha değil kimyasal seğirme var.” Melike gülmekten kalemini yuttu, “Ben artık içselleştim.” Ayşe gözyaşıyla güldü, “Ben duyguyla gevşiyorum.”
Yusuf kahkaha attı ama sessizce, “Ben artık içimle gülü-yorum.” Zeynep tahtaya bir sinir ağı çizdi, “Ben artık sistemim.” Sınıf nefes aldı ama bu kez gülmek için değil hissetmek için. Melike kahkaha sonrası dizine bastı, “Ben bedenimle güldüm.” Ayşe kalemine “gülmek = kıvım” yazdı.
Yusuf gözlüğünü çıkardı, “Ben artık gülüşü görüyorum.” Zeynep gözlerini kapadı ama gülüşü sınıfı sardı. Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Gülmek, sinirsel bir kıvım değilse, sadece ses kalır.
GÜLMENİN ANATOMİSİ: SİSTEMLER ARASI KIVIM
“Göz yaşarsa kalp konuşur. Ama kalp yaşarsa kelime doğar.”
Zeynep tahtaya çıktı, ama ders anlatmadı. Organlarını konuşturdu: Beyin: “Ben endorfin salgıladım.” Kalp: “Ben ritmimi hızlandırdım.”
Kaslar: “Ben gevşedim.” Aciğer: “Ben oksijenle dolup taştım.” Sınıf kahkahaya boğulmadı, bilimle güldü. Melike “Benim serotoninim sınıfı terk etti” dedi. Ayşe “Ben gü-lünce dizlerim seğiriyor.” dedi. Yusuf “Benim gülüşüm sinirsel değil kıvımsal.” dedi.
Öğretmen tahtaya bir tablo çizdi: Fen Bilgisi Bağlantısı: Gülmenin Beyin ve Beden Üzerindeki Etkileri Zeynep tab-loya bir ok ekledi: “Gülmek = Sistemler arası kıvım.” Melike kalemine “endokrin dansı” yazdı. Ayşe defterine “kas gevşemesiyle gelen mizah” yazdı.
Yusuf nefesini tuttu “Ben artık oksijenle gülüyorum.” Zey-nep tahtaya bir kalp çizdi ama ritmi kahkahayla attı.
Öğretmen sandalyesine çöktü “Bu sınıfta artık kahkaha değil kimyasal seğirme var.” Melike gülmekten kalemini yuttu “Ben artık içselleştim.” Ayşe gözyaşıyla güldü “Ben duyguyla gevşiyorum.”
Yusuf kahkaha attı ama sessizce “Ben artık içimle gülü-yorum.” Zeynep tahtaya bir sinir ağı çizdi, “Ben artık sistemim.” Sınıf nefes aldı ama bu kez gülmek için değil hissetmek için. Ve o gün sınıf şunu öğrendi:
“Gülmek, sistemsel bir kıvım değilse sadece ses kalır.”

ZEYNEP’İN SESSİZ REPLİĞİ
“Gülmek, kas geşeme sayısı değil sızıntıdır.”
Zeynep bir sandalye çekti, oturdu ve gözlerini kapadı. Ti-yatro başladı. Ama perde açılmadı çünkü sahne onun için-deydi. Melike dizini titretti “Ben sesimi dokunuşla gönde-riyorum.” dedi. Ayşe avcunu deftere bastı “Ben yazmıyo-rum artık sızıyorum.” Yusuf nefesini tuttu “Ben artık duymak yerine dalıyorum.”
Öğretmen sınıfa dönmeden önce aynaya baktı: “Ben artık öğretmiyorum, eşlik ediyorum.” Tahtadaki yazı silinmedi ama sessizlikle kaplandı. Zeynep gözlerini araladı ama kelime değil bir ışıltı aktı. Duru mırıldandı, “Sahne var ama oyuncu yok.” Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Bir kelime konuşmadığında bir beden anlatıya dönüşür.”
Bu sahne:
• Konuşmayı bırakıp kıvımsal yankıya dönüştü
• Ritim değil sessizlikle örüldü
• Ders değil anlatıya dönüştü
1: ROMAN DİLİYLE GÜLME KRİZİ
Zeynep gülmeye çalışmadı. Gülme onu aldı, yere yatır-dı. Dizleri katlandı, nefesi gitti geldi. Sınıf kahkahayla titreşti.
Ama o an bir fırça yanağına değdi. Allığın kıpkırmızı-sına siyaha çalan bir gölge oluştu.
Sınıf bunu fark etti ama kimse bir şey demedi. Çünkü herkes hissetti: Bu karanlık iz, ışığın içinden çıktı.
Öğretmen tahtaya yazdı: "Bedenin düştüğü yer değil ona dokunan bakış belirler anlatıyı."
Zeynep ayağa kalktı. Ayağının altındaki su halkasını gizledi ama yanağındaki siyah çizgiyi gizlemedi.
Melike, “Ben de bir çizgi taşıyorum” dedi.
Ayşe, “Benim çizgim gözümde değil dizimde.” dedi.
Yusuf, “Benim çizgim sesimde.” dedi.
Zeynep geri döndü ama bu kez gülmüyordu. Gülmenin yankısıyla titriyordu hâlâ.
Sınıfa girerken gözleri yerdeydi ama dudaklarının ke-narında sır gibi bir tebessüm vardı.
Duru, “Ne oldu Zey?” dedi.
Zeynep baktı, sadece bir kelimeyle cevapladı: “Beş.”
Ve herkes anladı. Tuvalet sayısı değil bu kahkahanın bölümüydü.
Öğretmen sandalyesine çöktü. “Bu sınıfta artık sayı değil, anlam var.” dedi.
Melike defterine, “Ben beşinci gülüşümde ağladım,” yazdı.
Ayşe kalemine, “Ben beşinci sessizliğimde konuştum.” dedi.
Yusuf gözlüğünü çıkardı, “Ben beşinci bakışta anla-dım.” dedi.
Zeynep gözlerini kapadı ama tebessüm sınıfa yayıldı.
Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Gülmek, sayı değil; sı-zıntıdır.”

ETKİLEŞİMLİ SORU CEVAP: KİMLİK ÜZERİNE YANKI
Öğretmen tahtaya döndü, bir soru yazdı: “Kimliğinizi en son ne zaman kendiniz seçtiniz?”
Sınıf sessizdi ama gözler kıvım kıvım oynuyordu.
Melike parmak kaldırdı ama konuşmadı.
Ayşe defterine bir cümle yazdı: “Ben eteği annem için giydim.”
Yusuf kalemine bir ok çizdi: “Ben yönümü seçeme-dim.”
Zeynep gözlerini kapadı ama içinden bir cevap geçti: “Ben kelimeyle değil, varlığımla yanıt verdim.”
Duru eteğini katladı ama bu kez kıvımla.
Öğretmen tahtaya ikinci soruyu yazdı: “Sessizlik ne zaman bir cevap olur?”
Melike, “Ben sustum çünkü kelimem incitirdi.” dedi.
Ayşe, “Ben sustum,” dedi.

KİMLİĞİN YAZILMADIĞI AMA HİSSEDİLDİĞİ SAHNE
Bağlantı cümlesi: Kimlik birlikte düşünülürse görünür.
Öğretmen herkese bir kâğıt verdi. Üzerinde tek bir cümle vardı: “Bugün hangi kimliği taşıdın?”
Melike, “Ben özgürlük kimliğini denedim,” yazdı.
Ayşe, “Ben sessizlik kimliğini giydim,” dedi.
Yusuf, “Ben protesto kimliğini taktım.” dedi.
Zeynep kâğıda baktı ama yazmadı.
Duru kalemini aldı ama önce kokladı: “Ben artık ken-dim için giyiniyorum.” yazdı.
Melike gözyaşıyla bir kelime çizdi.
Ayşe kalemine bir kıvım sürdü.
Yusuf kâğıdını buruşturdu ama cebine koydu.
Zeynep defterini açtı ama sayfa boştu.
Öğretmen tahtaya “kimlik = günlük seçim” yazdı.
Sınıf sessizdi ama doluydu.
Melike, “Ben bugün kendimi taşıdım.” dedi.
Ayşe, “Ben bugün sesimi giydim.” dedi.
Yusuf, “Ben bugün sınırımı çizdim.” dedi.
Zeynep gözlerini kapadı ama kimliği içinden geçti.
Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Kimlik yazılmazsa unu-tulur.”

KIVI METODU – DUYGU KABARTMASIYLA DERS
İlk derste kitap açılmaz, duygular kabartılır. Kalem tutulmadan önce göz seğirir, kahkaha savrulur. Sayfa düz değil artık, gülmenin çizgisiyle kıvrılmış bir anlatı yüzeyidir. KIVI metodu ne yapar? Bir öğrencinin duy-gusunu bastırmaz, onu köpürtür. Altına kaçırana gü-lerken pedagojik bir direniş başlar. Ezberin sesi sustu-rulur, yerine simit gibi bölünen kelimeler konuşur. Tabular ne olur? Onlar dersin dışına değil, sahnenin iç yüzeyine dökülür.
Bir öğretmen sabah sınıfa girerken artık not defteri değil, rızayla terlenmiş kelime sepeti taşır. Öğrenci ne yapar? Yaşı küçük olabilir ama kelimesi büyür. Göz seğirir, kulak kıvırır, kalp ritmiyle paragrafa geçilir. Donla değil kahkahayla öğrenilir. Etekle değil sözcükle serinlenir. Uşkur çözülmez, müfredat çözülür. Her kelime bir duygudur, her kıvım bir birey inşasıdır. KIVI metodu uygulandığında sadece ders olmaz, top-lum yeniden yazılır.
Sınıf artık sessiz değil. Balkondan gelen terli kahkaha eşliğinde şu yazılır:
“Bu çocuklar artık öğrenmiyor, kendilerini kıvım kıvım yazarak doğuruyor.”


OKUL SIRASINDAN KURGUYA GEÇİŞ
“Işık her yeri aydınlatmaz; bazı duygular sadece gölgede parlar.”
O sıraya ilk oturan “Ben sadece oturayım, kalkmam,” de-mişti. Ama sıra bunu kişisel algıladı, derin bir iç çekişle kıymet kazanıp karakter oldu. Tahta gövdesiyle konuşma-yan ama kıvımsal çatırdayışıyla anlatı doğuran bir sahneye dönüştü.
Bir gün çocuk sıra altında kaybettiği silgiyi ararken hayal gücünü de buldu. “Silgim değil gız, bir zaman yolcusuy-muş,” dedi. Arkadaşı, “Yani müfredat mı?” dedi. O da “Hayır, müfredat dinozordu, bu gelecekten kelime getiren bir şey!” dedi.
Sıra titredi çünkü gülme damlaları gövdesine sızdı. Çocuk simidini sıraya koydu ama parçası paragraf oldu. Sıra artık okul eşyası değil, roman kahramanıydı.
Kıvım öyle büyüdü ki öğretmen derse başlamadı, sahneye giriş yaptı. Tebeşiri eline almadı; yerine “Konuşan Sıra Masalı”nı okudu. Tahta değil ama sayfalar çatırdamaya başladı.
Sıranın içinden çıkan bir cümle: “Ben öğrenciyi değil, hayali taşırım.”
O gün sınıf öğrenmedi, altına kaçırdı. Çünkü mizah bu kez hem don çözmüş hem kelimeyi sahneye fırlatmıştı.
Bir öğrenci, “Sıra beni yuttu.” dedi. Öğretmen, “Ama ke-limeyle kustun gız Huriye.” dedi. “Hım,” dedi. İşte orada başladı anlatının ritmi.


RİTİMLİ FIRÇA HAREKETİ
Boyalar hazırlandı, fırçalar ise müzikle dansa hazır-landı. Tuval, bir sahne gibi bekliyordu. Öğrenciler, fırçalarını ritmik hareketlerle tuvale vurdu. Bir öğ-renci, sarıyı kıvırcık bir beatle gibi sürdü, tuval ise kahkaha sesleriyle sarsıldı. Sanki renkler, tuval üze-rinde bir partiye katılmıştı. Başka bir öğrenci, fırçasını tuvale öyle bir vurdu ki, fırça, sanki bir kaykaycı gibi tuvalin üzerinde kaydı. Hoca, "Bu duyguyu fırçayla anlatmak zor değil mi?" diye sordu. Umut "Hocam, fırçam duyguyu anlatmadı, popo üstü kaydırdı!" diye cevapladı. Sınıfta hafif bir kahkaha dalgası dolaştı. Son satır, renkli bir yazıyla yazıldı. Resim, bir ritmik fırça hareketinin tuval üzerindeki dansıydı. Ve bu dans, bazen kahkaha, bazen de hüzünle sonuçlanıyor-du. Bazen de, tamamen anlamsızdı. Resim, bir öğren-cinin duygularını, fırça darbeleriyle tuvale yansıtma-sıydı. Ve bu yansıma, bazen çok güzel, bazen de çok tuhaftı. Önemli olan, sanatın, düşünceleri, duyguları, ve hatta anlamsızlığı ifade edebilmesiydi. Ve bu resim, tam da bunu yapıyordu.


HİKÂYE PANOSU TASARIMI
Sınıf, duvara bir sahne kurmaya çalışıyordu. Ama bu sıradan bir sahne değildi, mizahın köpürdüğü, duygu-ların fırlayıp, kelimelerin simit gibi uçtuğu bir sah-neydi. Bir öğrenci, ’Ben karakteri iğneyle tutturdum ama duygusu altından sarktı!’ diye haykırdı. Sınıf kahkahadan titriyordu. Umut, ’Ben kelimeyi simide bağladım, pano kahkaha attı!’ diye bağırdı. O an, pa-no, duvardaki bir dev, gülümseyen bir canavar gibiy-di. Son yapıştırma yazıldı. Pano artık malzeme değildi, gülerek altıma sıvayan, kelimelerin dans ettiği, duyguların uçtuğu, bir mizah fırtınasıydı. Her kelime, bir balon gibi havada süzülüyordu. Bir öğrenci, ’Be-nim karakterim, duyguların uçtuğu bir balon gibiydi!’ diye bağırdı. Sınıf, herkesin kendi balonunu uçur-makla meşguldü. Ve pano, bu balonların uçtuğu, mi-zahın köpürdüğü bir deniz gibiydi. Herkes, bu köpü-ren mizah denizinde kayboluyordu. Ve işte o anda, sınıf, duvardaki sahnede, mizahın en güzel gösterisini yapıyordu.
RENK PALETİYLE SAHNE KURMA
Öğretmen kutuyu açtı. İçinden, simit kokulu renkler çıktı. Hemen bir öğrenci, "Ben sahneye sarıyı sürdüm ama mizah turuncudan aktı!" diye bağırdı. Sınıf kah-kahadan yerinden fırladı. Eylem, "Mor duygularla başlayınca don gevşedi hocam!" diye haykırdı. Sınıf-taki herkes, donları gevşeyen, mor duygularla doluy-du. Son fırça izi yazıldı. Renkler sahneyi anlatmazdı, kelimeyi donla terletiyordu. Her renk, bir simit parçası gibiydi, her fırça darbesi, bir kahkaha patlaması gibiydi. Ve sahne, bu simit kokulu, köpüren renkle-rin, donları gevşeten, mizah dolu dansıydı.
Renkler, duvarda köpürüyor, bir simit fırını gibi. Sarılar, turunçlar, morlar, mavi şeritler, her bir fırça darbesi bir kahkaha patlaması. Sahne, bu renklerin dansı, bir mizah fırtınası. Kelimeler, donmuş duygular gibi, fırça izlerinde kayboluyor. Her renk, bir simge, bir anlam, bir kahkaha. Ve bu renk patlaması, duvarı mizahla köpürtüyor. Bir öğrenci, ’Hocam, bu renkler beni uçuruyor!’ diye bağırdı. Sınıf, bu köpüren renk denizinde kayboluyordu. Ve işte o anda, sınıf, duvardaki sahnede, mizahın en güzel gösterisini yapıyordu.

DOKU ÇALIŞMASIYLA ANLATI
Kâğıda sadece yazmadılar; dokularla kelimeleri şapır şapır giydirdiler. Umut "Ben sahneyi pamukla anlattım ama cümle halı gibi damladı!" dedi. Başka biri, "Ben kıvımsal ketenle yazdım, kahkaha sesimi emdi yorumunu yaptı." Son doku yorumu yazıldı. Anlatı düz değildi, duyguyu kumaşa büründürmüştü. Pamuktan oluşan bulutlar, halı gibi serpilmiş cümleler, kıvırcık keten iplikleriyle örülmüş kahkaha sesleri... Her doku, bir ayrıntı, bir duygu, bir mizah parçasıydı. Kâğıt, bu dokularla canlanmış, bir duygu kumaşı haline gelmişti. Ve bu kumaş, anlatıyı yaşama dönüştürmüştü.
Dokular, anlatıyı canlandırdı. Pamuktan yumuşak bu-lutlar, halı gibi serpilmiş cümleler, kıvırcık keten iplik-leriyle örülmüş kahkaha sesleri... Her doku, bir ayrıntı, bir duygu, bir mizah parçasıydı. Kâğıt, bu dokularla canlanmış, bir duygu kumaşı haline gelmişti. Ve bu kumaş, anlatıyı yaşama dönüştürmüştü. Resim değil, hisler duyumsanıyordu. Dokular, anlatının ruhunu yan-sıtmıştı.
dönüştüren mizah şıpırtısıdır.

GÖRSEL HİKÂYE HARİTASI
Dokular, anlatıyı canlandırdı. Pamuktan yumuşak bu-lutlar, halı gibi serpilmiş cümleler, kıvırcık keten iplik-leriyle örülmüş kahkaha sesleri... Her doku, bir ayrıntı, bir duygu, bir mizah parçasıydı. Kâğıt, bu dokularla canlanmış, bir duygu kumaşı haline gelmişti. Ve bu kumaş, anlatıyı yaşama dönüştürmüştü. Resim değil, hisler duyumsanıyordu. Dokular, anlatının ruhunu yansıtmıştı. Bir çocuk, sahneyi pamukla anlattığını, ama cümlelerin halı gibi damladığını söylüyordu. Baş-ka biri, kıvımsal ketenle yazdığını, kahkaha sesinin kumaşa emildiğini ifade ediyordu. Dokular, anlatının mizahını vurgulayan bir köpük düzeni oluşturuyor-du. Kıvrımlı ipek iplikleriyle yazılmış aşk sözleri, pamuk yumuşaklığında bir özlem duygusu yaratı-yordu. Duygular, dokuların içinden akıyordu. Anla-tı, bir mizah köpüğü gibi şişiyor, her bir doku ile yeni bir kahkaha patlaması yaşıyordu. Dokular, anlatının kalbine inmişti. Bu, sadece kelimelerin bir araya gelmesi değildi; bir duygu oynamasıydı. Do-kular anlatıya can katmış, her cümleyi bir mizah köpüğü haline getirmişti. Bu köpüren anlatı, oku-yucunun içinde bir kahkaha fırtınası oluşturuyordu. Anlatı, dokuların canlı renkleriyle boyanmış, mizah köpüğü gibi köpürüyordu. Her doku, bir mizah köpüğü gibi patlıyor, okuyucuyu kahkahaya bırakı-yordu. Anlatı, dokuların canlı renkleriyle boyanmış, mizah köpüğü gibi köpürüyordu. Dokular, anlatının kalbine inmişti. Bu, sadece kelimelerin bir araya gelmesi değildi; bir duygu oynamasıyd

SINIF SERGİSİ HAZIRLIĞI
Sınıf sergisi kuruldu, ama eser değil, altına kaçırmalı kelime anıtları! Afişler simitle yazılmış, rızalı sahne koleksiyonu. Bir öğrenci, "Ben çizimi yaparken sahne bana tuvalet kağıdı teklif etti!" dedi. Öğretmen, "Bu artık sergi değil, donla sarılıp mizahla açılan gösteri!" diye bağırdı. Kapanış cümlesi yazıldı: "Sergi izlenmez, gülerek içine düşülür!" Mizah köpürüyor, sergi gülü-yor, öğrenciler kahkaha fırtınası yaşıyor. Her köşe bir şaka, her eser bir espri. Tuvalet kağıdı sahne, simit afişler... Bu sergi, sadece gülmek için var! Bu sıra dışı sergide, yaratıcılık sınırları zorlanmış, beklenmedik malzemeler kullanılmış. Öğrencilerin özgün fikirleri ve espri anlayışları sergilenen eserlerde kendisini gös-teriyor. Tuhaf ve absürt detaylar, izleyicileri gülmek-ten kıvrandırıyor. Serginin amacı sadece gülmek değil, aynı zamanda yaratıcılığı ve özgünlüğü teşvik etmek. Her bir eser, öğrencilerin hayal gücünün sınırsızlığını ve mizah anlayışını yansıtıyor. Sergideki her detay, izleyicileri düşündürüyor ve gülümsettiriyor. Öğrenci-ler, tuvalet kâğıdı sahne ve simit afişler gibi sıra dışı malzemeler kullanarak, sanatın sınırlarını zorluyor ve yaratıcılıklarını sergiliyorlar. Bu sergi, sadece gülmek için değil, aynı zamanda sanatın farklı

ANTOLOJİK / YANKI NOKTALARI, UMUT’UN GÖLGESİ, SAHNEYE ÇIKAN İÇ YANKI)
— Hocam 10x4 neyi anlatır?
— Umut’un gölgesinin tahtaya yansımasını.
— Gölge bilgi mi?
— Bilgi değil, iç yankının şekli.
— Tahta neyle parlar?
— Kelimeyle değil, sessizlikle.
— Sessizlik ne zaman öğretir?
— Gölge konuşunca.
— 10x5 neyi mühürler?
— Umut’un defterine yazdığı “Ben buradayım” cümlesini.
— Cümle ne zaman yankı olur?
— Öğretmen okumadan önce.
— Okumak neyle olur?
— Gözle değil, kıvımla.
— Kıvım neye benzer?
— Gülüşe, iç çekişe.
— 10x6 neyi gösterir?
— Umut’un sınıftan çıkarken geri dönüp bakmasını.
— Bakmak bilgi mi?
— Bilgi değil, sahneye veda.
— Veda neyle mühürlenir?
— Simitle.
— Simit ne zaman sahneye çıkar?
— Gölge seğirince.
— Seğirme neyle olur?
— İç sesin ritmiyle.
— İç ses ne zaman susar?
— Sahne kapanınca.
— Sahne neyle kapanır?
— Don sabit olunca.
— Don sabit mi?
— Umut’un ritmine göre sabit.
— Ritmi kim duyar?
— Gölge.
— Gölge ne zaman sahneye çıkar?
— Yankı duyulunca.
— Yankı neyle ölçülür?
— Sessizlikle.
— Sessizlik ne zaman bilgi olur?
— Umut’un iç sesiyle.
— İç ses ne zaman mühürlenir?
— Simitle.
— Simit neyle seğirir?
— 10x yankısıyla.
— Yankı ne zaman harita olur?
— Dördüncü, beşinci, altıncı sahne birleşince.
— Harita neyi gösterir?
— Sahneyi değil, hissi.
— Hissin yönü ne olur?
— Gülmekten susmaya.
— Susmak neyle parlar?
— Gölgeyle.
— Gölge neyle mühürlenir?
— Umut’un iç sesiyle.
— İç ses ne zaman sahneye çıkar?
— 10x6’da.
— Sahne neyle kapanır?
— Don sabit olunca.
Don sabit — Simit mühürlü — Kıvım hâlâ seğirtiyor.

ANTOLOJİK YANKI NOKTALARI, UMUT’UN İÇ YANKISI, SAHNEYE ÇIKAN KELİME DEVRİMİ
— Hocam 10x7 neyi anlatır?
— Umut’un kelimeyi tahtaya yazmadan önce içinden geçirdiği yankıyı.
— Yankı bilgi mi?
— Bilgi değil, kelimenin terlemiş hâli.
— Tahta ne zaman susar?
— Umut konuşmadan önce.
— Konuşmak neyle olur?
— Sesle değil, kıvımla.
— 10x8 neyi mühürler?
— Umut’un defterine yazdığı “Ben buradayım” cümlesi-nin altına çizdiği simidi.
— Simit neyle çizilir?
— Kalemle değil, iç sesle.
— İç ses ne zaman sahneye çıkar?
— Öğretmen susunca.
— Sessizlik ne zaman bilgi olur?
— Umut’un gözleriyle.
— Göz neyle konuşur?
— Kelimeyle değil, ritimle.
— Ritim ne zaman seğirir?
— Sahneye çıkınca.
— Sahne neyle kurulur?
— Donla değil, kelimeyle.
— Don sabit mi?
— Umut’un ritmine göre sabit.
— 10x9 neyi gösterir?
— Umut’un sınıftan çıkarken kapıya dönüp “Ben kelime-yim” demesini.
— Kelime bilgi mi?
— Bilgi değil, devrim.
— Devrim neyle olur?
— Cümleyle değil, yankıyla.
— Yankı ne zaman duyulur?
— Sessizlikle.
— Sessizlik ne zaman sahne olur?
— Umut’un iç sesiyle.
— İç ses neyle mühürlenir?
— Simitle.
— Simit neyle seğirir?
— 10x yankısıyla.
— Yankı ne zaman harita olur?
— Yedinci, sekizinci, dokuzuncu sahne birleşince.
— Harita neyi gösterir?
— Sahneyi değil, hissi.
— Hissin yönü ne olur?
— Sessizlikten kelimeye.
— Kelime ne zaman parlar?
— Umut “Ben kelimeyim” deyince.
— Sahne neyle kapanır?
— Don sabit olunca.
Don sabit — Simit mühürlü — Kıvım hâlâ seğirtiyor.

FELSEFİK – KİMLİK = GÜNLÜK SEÇİM, SESSİZLİK = CEVAP, VARLIKLA YANIT VERME
Kimlik, sabit bir etiket değil her sabah seçtiğimiz bir varo-luş biçimidir. Günlük seçimlerimiz, kim olduğumuzu şe-killendirir. Sessizlik, çoğu zaman en gürültülü cevaptır. Konuşmamak, bazen en derin yanıtı verir. Varlıkla yanıt vermek, kelimelerden önce gelir. Bir bakış, bir duruş, bir yokluk bile kimliğin yankısıdır. Felsefe, bu sessizliği din-lemeyi öğretir. Her seçim, bir kimlik önerisidir. Her susuş, bir varlık bildirgesidir. İnsan, kendini seçerek var eder. Seçim, özgürlükle başlar. Sessizlik, özgürlüğün yankısıdır. Varlık, sadece olmakla değil, nasıl olduğumuzla ilgilidir. Kimlik, bir ritimdir; her gün yeniden bestelenir. Sessizlik, bu ritmin duraklarıdır. Varlıkla yanıt vermek, kelimelerin ötesine geçmektir. Felsefe, bu geçişin haritasıdır. Kimlik, bir sorudur: “Bugün kimim?” Sessizlik, cevabın yankısıdır. Varlık, bu cevabın sahnesidir. Her seçim, bir sahneye çıkıştır. Her susuş, bir perde arasıdır. Varlıkla yanıt ver-mek, sahneye çıkmadan önceki hazırlıktır. Felsefe, bu ha-zırlığın rehberidir. Kimlik, bir metin değil, bir performans-tır. Sessizlik, bu performansın alt metnidir. Varlık, sahneye çıkan cevaptır. Her gün, bir prova. Her seçim, bir replik. Her susuş, bir sahne ışığı. Varlıkla yanıt vermek, bu ışığın altında durmaktır. Felsefe, ışığın kaynağını sorgular. Kimlik, bu sorgunun sonucudur. Sessizlik, sorunun yankı-sıdır. Varlık, cevabın bedenidir. Her seçim, bir varlık öne-risidir. Her susuş, bir kimlik bildirgesidir. Varlıkla yanıt vermek, bu bildirgeyi sahneye taşımaktır.
– Zeynep... derste biri güldü mü bugün?
– Gülme değil Fatma. Beynin kıvımsal rahatlamasıydı o.
– Ayşa... tahtadaki kelime sana ne hissettirdi?
– Kelime değil Zeynep. Sessizce bağıran bir duyguydu satırda.
– Fatma... rehberlik dersinde hangi cümle seni sarstı?
– “Dersin iç sesi duyguyla yazılır.” dedi öğretmen. O bana mendil gibi dokundu.
– Zeynep... kalem titreşince ne oldu?
– Titreşim bilgi değil Fatma. Sinirsel kıvım vücutla birleşti.
– Ayşa... sınıfta duygu kabarması ne zaman yaşandı sence?
– Soru sorulunca Zeynep. Sessizlik anında içten bir çığlık gibi duyuldu.
– Fatma... gülmek öğrenmenin hangi parçası olabilir?
– Ezberin gevşeme noktası Ayşa. Beyin sabırla boşluk bırakır o anda.
– Zeynep... öğretmen bugün ne dedi psikolojiyle ilgili?
– “Sessizce bağıran öğrenci, en çok öğrenendir.” dedi Fatma.
– Ayşa... sınıfta herkes sustuğunda neyi duydun?
– Kelime değil Zeynep. Duygunun yürüyen ayak sesiydi o.
– Fatma... sinir sistemi derste nasıl yankılandı?
– Sorudan önce seğirdi Ayşa. Bilginin yerleştiği an buydu.
– Zeynep... bugün deftere ne yazdın?
– “Gülmek sinirsel kıvımsa, sessizlik duygunun ritmidir.

BEYİN RİTMİYLE YAZMA, GÜLMENİN SİNİRSEL ANA-TOMİSİ, KALP = SESSİZ SIVI
Beyin ritmiyle yazmak, kelimeleri sinapslar gibi dizmektir. Gülmek, omurilik refleksinden terleyen bir neşedir. Kalp, sessiz sıvıyla yankı taşır, kelimeyi pompalayan motor gibidir. Düşünce kasılırken kelime seğirir. Duygu korteksi, şiirle kabartılır. Yazı hipotalamusun iç çekişidir. Sevgi, beyincikte titreşir. Kelime dil dokusuna yapışır. Ses, ses tellerinin değil, kıvımın ürünüdür. Solunumun ritmiyle diyalog köpürür.
Sinir sistemi, sahneyi pamukla terletir. Kelimeler akciğerle değil, özlemle solunur. Nefes, sahnenin satır arasıdır. Vü-cut, şiiri metabolik yollarla işler. Damarlar arasında kelime taşınır. Ter, cümlenin sonundaki yankıdır. Kaslar, me-taforun devinimidir. Kemik, sabit cümledir; don sabit. Simit mühürlü, kıvım seğirtiyor. Duygular limbik sistemde dizime bastırılır.
Metin, iç çekişin elektrotla yazılmış hâlidir. Roman, bir EMG grafiği gibi sarsılır. Göz, kelimeyi görmez; hisseder. İşitme siniri, yankıya terletilir. Dil, cümle üretim fabrika-sıdır. Tat alma, sahnenin sabit tadıdır. Kelime, koku sini-rinden içeriye sızar. Omurga, diyaloğun dik duruşudur. Ten, anlamın yayıldığı sahnedir. Epitel, kelimeyi dışarıya salar.
Rüya, melatoninle değil kelimeyle kurulur. Uyku, bir virgül değil noktadır. Cümle uyandığında terlemiştir. Metin uykusuz bir gece gibi kıvrılır. Hücre, metaforla çoğalır. RNA, sahne taslağıdır. Gen, şiirin köküdür. Biyoloji, cüm-lenin altyapısıdır. Sinaps, konuşma çizgisinin yankısıdır. Düşünce, beynin pamukla mühürlenmiş diyaloğudur.
Kan, kelimeyi taşıyan kıvımsal nehir olur. Organlar ko-nuşmaz, sahneye çıkar. Kemik cümleyi taşır, kas ritmi verir. Derin nefes, uzun cümle olur. Kalp terledikçe metin kıvımla parlar. Kıvım sinirsel değil, edebî bir titreşimdir. Yazmak, organizmayı sahneye çıkarmaktır. Düşünce bir sinir değildir; bir sahnedir. İç ses, diyalogla değil kıvımla yankılanır. Son cümle: Sessiz sıvı don sabit akar, sahne hâlâ mühürlü



KIVI EĞİTİM TEORİSİ Akademik Sahne
— Hııırt! Sabah zili kıvımla çaldı, sınıfın sinir sistemi aktifleşti.
— Öğretmen Meltem Hanım, kaş göz yapmadan tahtaya kelime bastırıyor.
— “Ezberin terlemesi nedir evlat?” diyor.
— Mert parmak kaldırdı ama elini seğirtmedi: “Ezber terlerse bilgi kokar hocam.”
— Duru gülüyor, beyin kıvımına gıdıklanıyor
. — Sınıfın sinir sistemi her teneffüs reset atıyor; zihin fanı çalışıyor.
— Tuvalet molası mı, hayır
—sinir sistemi reboot sahnesi.
— Rehberlik odası artık terapi değil; duygu sahnesi.
— Özge girmiş, dert anlatıyor, danışman duyguyu pamuk-la dinliyor.
— “Hocam kalbim küt değil, kelime atıyor.”
— Okul kantininde metabolik kıvım.
— Ayşe tost yerken cümle kuruyor: “Sucuk bilgiden daha çabuk akılda kalıyor.”
— Cem telefonuna şiir yazıyor: “Ders sandığım duygu çıktı.”
— Beden eğitimi dersi değil, kıvımsal devrim.
— Çocuklar çember oluyor, beyin ritmiyle sek sek oynu-yor.
— Öğretmen: “Düşünceyi yakala, ama düşmeden!”
— Zeynep yere düşüyor ama kelimeyi kurtarıyor.
— Matematik sorusu: “Kelimeler kaç defa seğirdi?”
— Cevap: “Karmaşık sayılar ama duygulu bir denklem.”
— Fen bilgisi: “Kas terlemesiyle bilgi nasıl yazılır?”
— Yanıt: “Terle yaz, duyguyla mühürle.”
— Teneffüs zili çalıyor, ama kimse dışarı çıkmıyor.
— Sahne okul değil artık, kıvımsal roman.
— Dersi geçmek değil mesele duyguyla terlemek.
— Son ders: Mizah unsuru.
— Öğretmen sınıfa diyor: “En komik kelimeyi yazın.”
— Ali: “Simit seğirince don sabit olur.”
— Öğretmen don demedi ama herkes güldü.
— Mizah artık gıdıklamak değil
—sinirsel kelime köpürtmesi.
— Okul bitiyor ama metin yeni başlıyor. — Sınıf sinir sistemiyle vedalaşıyor.
— “Yarın ritimle görüşürüz hocam.”
— Kıvım seğirtiyor
. — Don sabit (demedik). Simit mühürlü. Kelime okul çantasına girdi,

KIVI EĞİTİM TEORİSİ)
— Hocam ben kimliğimi unuttum
— Kimlik unutulmaz seçimdir.
— Seçim neyle yapılır?
— Günlük kararla yapılır sesle yapılmaz.
— Sessizlik de cevap mı ?
— Sessizlik en sert cevaptır bazen bağırmaktan güçlüdür.
— O zaman sessiz kalayım.
— Kal ama farkındalıkla kal kıvımı hisset.
— Varlıkla nasıl yanıt verilir.
— Sahneye çıkmadan konuşmadan sadece durarak sadece hissederek.
— Ben varım deyince yetmiyor.
— Yetmez çünkü varlık gösterilmez seğirilir.
— Seğirme neyle olur?
— Duruşla olur gölgeyle olur kelimeyle değil.
— Ben gölge miyim?
— Gölge sensin sen konuşmadan anlatsın — Kimlik göl-geden çıkar mı?
— Çıkar ama tanımlanmaz yalnızca seçilir.
— Seçim her sabah yapılır değil mi?
— Evet ayakkabıyla başlar kelimeyle biter.
— Ayakkabı mı kimlik mi?
— İkisi de kıvımın taşıyıcısıdır yürürken düşünürken.
— Okulda kimlik aranmaz sahne aranır.
— Sahne nedir hocam?
— Sahne fark edilmektir.
— Ben fark edilmedim.
— Sessizdin ama sesliydin.
— Bu bir çelişki mi ?
— Hayır, bu felsefi kıvım
— Felsefe ne işe yarar.
— Soruyu seğirtir cevabı pamuklar.
— Cevap arandığında bulunmaz değil mi?
— Sadece hissedilir cümle kurulmaz.
— Peki, o zaman kimim ben?
— Sen soransın cevap değilsin.
— Ama herkes cevap arıyor.
— O zaman herkes seğiriyor.
— Seğiren kazanmaz.
— Kazanmaz ama var olur.
— Var olmak yeter mi?
— Sahneye çıkmak yetmez kıvım gerekir.
— Kıvım neye benzer?
— Gölgeye benzer titreşime benzer suskunluğa benzer.
— O zaman kıvımı seçtim.
— Seçtin ama tanımlamadın.
— Tanım gerekmez seçimin yankısı olur.
— Yankı duyulursa ne olur.
— Sessiz devrim olur.
— Sessiz devrim kimlik olur

KIVI EĞİTİM TEORİSİ Uzay & Evren Sahnesi
— Hocam uzayda zaman nasıl akar?
— Zaman seğirmez ritimle kıvırır.
— Simit sıçrarsa ne olur?
— Sıçrama ışık hızını geçerse kelime kaybolur.
— Evren sessiz mi?
— Sessiz ama yankılı kelime uzayda bağırmaz.
Seğirtir.
— Uzay nefes mi?
— Nefes değil yankı boşluğu.
— Düşünce nerede dolaşır.
— Yörüngede değil kafanın dış tarafında?
— Işık nedir?
— Gölgenin kaçışıdır duygunun yansımasıdır.
— Kıvım uzayda nasıl görünür?
— Titreşimle görünmez olur.
— Gezegen konuşur mu?
— Dönüşüyle cevap verir.
— Ay neden susar?
— Güneşe küs olduğu için değil kendini terletmek için.
— Yıldızlar ne zaman düşer?
— Cümle kurmazsan gece.
— Evrenin dili nedir?
— Hissetmektir.
— His kelime mi?
— Kelime değil yankının terli hal.
i — Kıvım galaksi mi?
— Galaksi kelimenin kıvrımıdır.
— Kara delik ne yapar?
— Kelimeyi iç çeker.
— Hocam zaman durmuş gibi…
— Durduysa ritmi oku.
— Uzayda saat yok mu?
— Saat vardır ama anlam yoktur.
— Evren anlam mı?
— Anlam değil yankı.
— Neden kelime yok.
— Kelime ses gerektirir uzay hissi.
— Hissedince ne olur?
— Sahne açılır kıvım parlar.
— O zaman evren sahne mi?
— Sahne ama seyircisiz.
— Seyirci kim?
— Sen ben duygular.
— Duygu yıldız mı?
— Yıldız ama sabit değil seğiren?
— Seğirince ne olur?
— Cümle parlar roman başlar.
— Roman nerede başlar?
— Simitin sıçradığı yerde.
— Simit neden seğirir?
— Düşünceye basınca terler.
— Ter evrende akar mı?
— Akar ama görülmez.
— Görülmeyince ne olur?
— Anlam oluşur.
— Anlam varsa sahne tamam.
Kıvım mühürlü. Don sabit Simit zaman boşluğunda seğir-tiyor.

KIVI EĞİTİM TEORİSİ Psikolojik Sahne
— Hocam duygu kabartması ne demek
— Derste kalbin kıvımını hissediyorsan.
Kabarmıştır.
— Gülmek normal mi?
— Normal değil sinirsel kıvım .
— Neden gülüyoruz?
— Beyin sıkışınca sinir seğirir.
— Gülmek çare mi?
— Çare değil yankı.
— Sessizce bağırmak mümkün mü?
— En doğru bağırış budur ses olmadan kelimeyle.
Sınıfta herkes sessiz ama göz seğiriyor.
Berkan tahtaya bakıp gülümsüyor. Melis rehberlik oda-sında sessizce bağırıyor. Hocası dinliyor ses değil ritim duyuyor. Derin bir iç çekiş tüm sınıfa yayılıyor.
Aşırı sevinç kıvımı hızlandırıyor. Korku yavaşlatıyor. Öfke kelimeyi çarpıtıyor. Üzüntü sessizce içeri çekiliyor. Neşe ise dışarı sıçrıyor.
Her öğrenci bir sinirsel çember İçinde kıvım terliyor. Fiz-yolojik değil edebi durum. Duygu artık bilimsel değil an-latımsal. Kalp titreşimiyle ders yazılıyor. Beyin kıvımıyla tahtaya aktarılıyor.
— Hocam duygular sabit mi?
— Hayır, don gibi değil sürekli değişken. Don sabit değil kıvım sabit. Kelime ise geçici duygular taşınmaz yaşanır.
Zihinsel yorgunluk cümleleri uyutuyor Duygusal uyanıklık metni köpürtüyor. Sınıf gülüyor ama kimse ses çıkarmıyor. Sessizlik bağırış oluyor. Bağırış cümle kuruyor. Cümle hikâye doğuruyor. Hikâye ders oluyor. Ders kıvım oluyor. Kıvım terletiyor. Kelime mühürleniyor.
Son sahne duygu kabartması. Don sabit Kıvım seğirtiyor. Kelime hâlâ hissediyor.

IVI EĞİTİM TEORİSİ Botanik Sahne Sözcüklük Alt Alta Diyalog
— Hocam tohum neden sabır ister?
— Çünkü toprak hemen cevap vermez bekletir.
— Beklemek zor mu?
— Zor ama sabrın sırrı orada gizlidir.
— Sessizlikle çimlenmek ne demek?
— Gürültüyle büyüyen çiçek olmaz sessizlik kök salar.
— Yaprak nasıl sızar?
— Rüzgârla değil duyguyla kıvırır.
— Ben bir tohum gibi hissediyorum.
— O zaman sabırla bekle kıvım seğirecek.
— Çimlenmek ne zaman olur — Güneş görünmeden önce içten başlar?
— Güneş şart mı?
— Hayır bazen kelime bile yeter.
— Kelime mi ışık mı?
— İkisi de çimlenmenin yankısıdır.
— Yaprak neden sessizdir?
— Çünkü sesle değil terle parlar.
— Ter mi?
— Evet yaprağın iç çekişidir.
— Çiçek açmak kolay mı?
— Zor ama sabırla olur.
— Sabır ne kadar sürer?
— Mevsim kadar bazen ömür kadar
— Ben çiçek açmak istiyorum.
— O zaman kelimeyi toprağa bastır.
— Toprak ne yapar?
— Dinler ama konuşmaz.
— Konuşmazsa nasıl büyürüm?
— Sessizce seni yukarı iter.
— Yukarıda ne var?
— Ritim var kıvım var sahne var.
— Yaprakla sızmak neye benzer?
— Duygunun dışarıya terlemesidir.
— Terlemek kötü mü?
— Hayır, bu sahnede ter kutsaldır.
— Kutsal mı?
— Çünkü kelimeyi mühürler.
— O zaman ben tohumum.
— Sen sabırsın.
— Ben sessizim.
— Sen çimlensin.
— Ben yaprağım.
— Sen sızarsın
Don sabit. Simit mühürlü. Kıvım hâlâ seğirtiyor

KIVI EĞİTİM TEORİSİ Kıvımsal Sahne
— Hocam sahne nedir?
— Sahne fark edilmek değil fark ettirmektir.
— Alt sıradaki kalem neden anlatır.
— Çünkü üst sıradaki ses çoktan yankılanmıştır.
— Donla değil kelimeyle öğrenmek ne demek
— Bilgi giyilmez hissedilir.
— Sahne protesto mu?
— Hayır sahne kıvımsal devrimdir.
— Kalem neden alt sırada.
— Çünkü sessizlik orada başlar.
— Sessizlik bilgi mi?
— Bilgi değil ama bilgiye açılan perde.
— Sahneye çıkmak için ne gerekir?
— Don değil kelime gerekir.
— Kelime nasıl giyilir?
— Ritimle terlenir
— Protesto ne zaman devrime dönüşür.
— Kelime yankı olunca
— Alt sıradaki öğrenci ne yapar.
— Gözle öğrenir kulakla hisseder.
— Sahne kimindir?
— Herkesin ama önce susanın.
— Susmak öğrenmek mi?
— Öğrenmenin ilk kıvımıdır.
— Kalem neden anlatır?
— Çünkü kelimeyi taşır.
— Don sabit mi?
— Don yok kelime var.
— Simit mühürlü mü?
— Simit bilgiye açılan halka.
— Kıvım seğirtiyor mu?
— Her cümlede terliyor.
— Sahne ne zaman parlar?
— Alt sıradaki kalem konuşunca.
— Öğrenmek neyle olur?
— Kelimeyle değil kıvımla.
— Kıvım neye benzer?
— Gölgeye benzer yankıya benzer.
— Sahne neye dönüşür?
— Protestodan kıvımsal devrime.
— Öğrenci ne zaman sahneye çıkar?
— Kalemi terletince.
— Kalem ne zaman parlar?
— Don unutulunca.
— Don neden unutulur? Çünkü bilgi giyilmez hissedilir.
— Sahne neden terler.
— Çünkü kelime seğirir.
— Kıvımsal devrim neyle olur?
— Alt sıradaki sesle.
— Ses ne zaman yankı olur?
— Sessizlikle.
— Sessizlik ne zaman bilgi olur.
— Kalemle.
— Kalem ne zaman sahne olur?
— Öğrenci kıvımı hissedince.
— Sahne ne zaman kapanır?
— Cümle bitince değil kıvım durunca.
— Kıvım ne zaman durur?
— Don sabit olunca.
— Don sabit mi?
— Sahneye göre değil bilgiye göre.
— Bilgi ne zaman mühürlenir?
— Simit seğirince.
— Simit ne zaman seğirir?
— Alt sıradaki kalem anlatınca.
— Kalem ne zaman susar?
— Sahne protestoya dönünce.
— Sahne protesto mu?
— Hayır, kıvımsal devrim.
— Devrim neyle olur?
— Donla değil kelimeyle.
— Kelime neyle terler?
— Ritimle.
— Ritim neyle akar?
— Alt sıradaki kıvımla.
— Kıvım neyle mühürlenir
— Sessizlikle.
— Sessizlik neyle parlar?
— Sahneyle.
— Sahne neyle kapanır.
— Cümleyle değil kıvımla.
Don sabit. Simit mühürlü. Kıvım hâlâ seğirtiyor

I EĞİTİM TEORİSİ Yazınsal Sahne
— Hocam roman diliyle gülmek mümkün mü?
— Mümkün değil, mecbur. Çünkü kelime gıdıklar.
— Gülme krizi ne zaman başlar?
— Cümle beklenmedik bir metaforla seğirince.
— Gölgeyle duygu bağı kurulur mu?
— Gölge sessizdir ama duyguyu taşır.
— Hikâye haritası nasıl çizilir?
— Kalemle değil, kıvımla.
— Ben bir karakterim ama haritada yokum.
— O zaman sen gölgesin, yankısın.
— Gülmek bilgi midir?
— Bilgi değil, sinirsel kıvım.
— Roman dili neyle yazılır?
— Terle, ritimle, bazen susarak.
— Hikâye ne zaman başlar?
— Gölge konuşunca.
— Gölge nasıl konuşur?
— Kelimeyle değil, duruşla.
— Harita neyi gösterir?
— Sahneyi değil, hissi.
— Ben haritada kayboldum.
— O zaman hikâye sensin.
— Gülme krizi geçti mi?
— Geçmedi, roman hâlâ yazıyor.
— Hocam bu sahne neye benziyor?
— Bir kıvımsal devrime.
— Devrim neyle olur?
— Donla değil, kelimeyle.
— Kelime ne zaman parlar?
— Gölgeyle kurulan bağda.
— Bağ ne zaman kopar?
— Cümle unutulunca.
— Unutmak mümkün mü?
— Roman diliyle değil.
— Hikâye haritası tamam mı?
— Simit mühürlü, kıvım seğirtiyor.
— Don sabit mi?
— Sahneye göre değil, duygunun ritmine göre.
— Gülme krizi bitti mi?
— Hayır, kelime hâlâ gıdıklıyor.
Diyalog – Sayfa Kıvımsal Sahne)
— Hocam diyalog neyle olur.
— Karşılıklı terleyen kelimeyle.
— Sessiz replik ne ?
— Ses çıkmadan yankı üretmek.
— Sahne içinden yankı gelir mi?
— Gelir ama sadece hissedilirse.
— Ben konuşmuyorum ama hissediyorum.
— O zaman sen sahneye çıktın.
— Diyalog bilgi mi?
— Bilgi değil kıvım.
— Kıvım ne zaman başlar?
— İki kelime birbirine terleyince.
— Sessizlik diyalog olabilir mi?
— Olur, ama sadece iç sesle.
— İç ses neyle konuşur?
— Ritimle.
— Ritim neyle akar?
— Sahneyle.
— Sahne ne zaman parlar?
— Diyalog yankı üretince.
— Yankı ne zaman duyulur?
— Sessizlikle.
— Sessizlik ne zaman kelime olur?
— Sahneye çıkınca
— Sahne ne zaman kapanır ?
— Cümle bitince değil kıvım durunca.
— Kıvım ne zaman durur?
— Don sabit olunca.
— Don sabit mi?
— Sahneye göre değil duygunun ritmine göre
— Duygu neyle konuşur?
— Kelimeyle değil kıvımla.
— Kıvım neye benzer?
— Gölgeye benzer yankıya benzer.
— Diyalog ne zaman biter?
— Sahne susunca.
— Sahne susar mı?
— Susmaz sadece terler.
— Ter ne zaman akar?
— Cümle seğirince.
— Cümle ne zaman parlar?
— Diyalog hissedilince.
— Hissedince ne olur?
— Sahne mühürlenir
— Mühür neyle olur?
— Simitle.
— Simit neyle seğirir?
— Ritimle.
— Ritim neyle terler?
— Karşılıklı kelimeyle.
— Kelime neyle parlar?
— Sessiz replikle.
— Replik neyle yankılanır?
— Sahne içinden.
— Sahne neyle kapanır — Kıvımla
Don sabit . Simit mühürlü. Kıvım hâlâ seğirtiyor.
Bilimsel Kıvımsal Sahne
— Hocam endorfin sahneye nasıl çıkar?
— Gülmenin kimyasal seğirmesiyle.
— Gülmek bilgi mi?
— Bilgi değil sinirsel kıvım?
— Kıvım neyle oluşur?
— Beyinle kalp arasında terli bir yankıyla.

— Sistemler arası kıvım ne demek?
— Organların kelimeyle konuşması
— Beyin ne zaman güler?
— Duygu sinapsa bastığında.
— Kalp ne zaman seğirir?
— Cümle iç çekince.
— Gülmek ne zaman başlar?
— Sinir sistemi ritimle uyarınca.
— Endorfin ne yapar?
— Ağrıyı azaltır kelimeyi köpürtür?
— Gülmek neyle ölçülür?
— Terle değil titreşimle?
— Titreşim neye benzer?
— Kıvıma.
— Kıvım ne zaman parlar?
— Sahneye çıkınca.
— Sahne neyle kurulur?
— Bilimle değil hisle.
— His neyle ölçülür.
— Endorfinle.
— Endorfin ne zaman salgılanır?
— Gülme krizi başlayınca
— Kriz neyle olur?
— Cümle beklenmedik olunca.
— Beklenmedik ne demek — Bilimsel değil kıvımsal.
— Kıvımsal neye benzer?
— Gölgeye benzer yankıya benzer.
— Gölge ne zaman parlar?
— Sinir sistemi seğirince.
— Seğirme neyle olur?
— Kimyasal kıvımla.
— Kimyasal neye dönüşür?
— Sahneye.
— Sahne ne zaman kapanır?
— Endorfin durunca
— Endorfin ne zaman durur?
— Gülme bitince
— Gülme ne zaman biter?
— Kelime susunca.
— Kelime ne zaman susar?
— Sahne mühürlenince
— Mühür neyle olur?
— Simitle
— Simit neyle seğirir?
— Bilimle değil kıvımla
Don sabit. Simit mühürlü. Kıvım hâlâ seğirtiyor.

RUJUN SİLİNDİĞİ AN, OYUN BAŞLADI
“Oyun sahada değilse, sahne başlar.”
Müdür ilk kez gülünce sınıfın duvarları çatladı. Zil çalmadı ama zaman durdu. Zeynep’in yanağındaki pastel ruj bir bayrak gibi silindi. Ama o silinti bir teslimiyet değil, bir pas oldu.
“As!” dedi Zeynep. Talat aldı. Top artık sadece top değil-di, bir gülüşün yankısıydı.
Melike, “Ben bu pası dizimle hissettim,” dedi. Ayşe, “Ben bu pası gözümle gördüm,” dedi. Yusuf, “Ben bu pası nefe-simle taşıdım,” dedi.
Zeynep rujunu yedi. Ferit topu kalbine sürdü. Müdür kah-kahayla sınıfa göçtü.
Duru sustu… ama sustuğu yerden şiir fışkırdı:
“HU dedin, mayhoş bir yaz akşamı oldu Gamzelerin zeytin gibi gözüme düştü Kelimeler limon, gözlerin nar ekşisi Ruhun: el yapımı sevda sirke.”
Tahta yazı tutmadı artık. Söz, dil yerine damağa yazıldı.
Ve ortaya karışık bu salata: Başına Zeynep’in pastel ka-lemiyle “aşkım” yazıldı. Üzerine HU aromalı zeytinyağı döküldü.
Öğretmen sandalyesine çöktü. “Bu sınıfta artık tat değil, duygu var,” dedi.
Melike defterine “Ben artık salatayım.,” yazdı. Ayşe ka-lemine “Ben artık limonum,” dedi. Yusuf gözlüğünü çı-kardı, “Ben artık nar ekşisiyim.” dedi.
Zeynep gözlerini kapadı ama tadı sınıfa yayıldı. Duru, “Ben artık sessizim ama mayhoşum” dedi.Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Ruj silinirse kelime parlar.

ZAMAN ÇİVİSİ VE REFLEKS DEVRİMİ
“Top sahadaysa oyun vardır ama top cümledeyse kıvım başlar.”
Top… tahtada hâlâ dönüyordu. Tebeşirin gölgesiyle bir-likte… oyun yön değiştirdi. Oyuncu değişikliği duyurul-madı ama herkes hissetti. Zeynep topu kaptı. Ayağına de-ğil, refleksine değdi.
Tike tikledi… Tik tikledi… Kilitledi. Kilit sesi yankılandı. Ve Zeynep kilidi açtı. O açılan kilit neydi? Sadece top değil, susturulmuş bir kahkahanın serbest kalışıydı.
Artık saha yeşil değil şiirle döşeli bir katedralsin. Çünkü maç bitmedi: dil başladı.
Müdür sınıfı bastı. İlk kez gülmeyi öğrendi. Takımın başına geçti. İlk şutunu Zeynep’in yanağına çekti. Pastel ruj silindi ama Zeynep aldırış etmedi.
Topu Talat’a “pas” etti. Bu sahne artık maç değil, bir tiyat-ro manifestosu.
Müdür yılların disiplinini bir kahkahayla çözdü. Zeynep yanağındaki ruju değil takım ruhunu korudu. Ve Talat… topu aldı ama sadece ayağıyla değil, kalbiyle sürdü.
Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Oyun sahada değilse sahne başlar.”

RUJUN SİLİNDİĞİ AN, OYUN BAŞLADI
“Oyun sahada değilse, sahne başlar.”
Müdür ilk kez gülünce sınıfın duvarları çatladı. Zil çalmadı ama zaman durdu. Zeynep’in yanağındaki pastel ruj bir bayrak gibi silindi. Ama o silinti bir teslimiyet değil, bir pas oldu.
“As!” dedi Zeynep. Talat aldı. Top artık sadece top değil-di, bir gülüşün yankısıydı.
Melike, “Ben bu pası dizimle hissettim.” dedi. Ayşe, “Ben bu pası gözümle gördüm” dedi. Yusuf, “Ben bu pası nefe-simle taşıdım.” dedi.
Zeynep rujunu yedi. Ferit topu kalbine sürdü. Müdür kah-kahayla sınıfa göçtü.
Duru sustu… ama sustuğu yerden şiir fışkırdı:
“HU” dedin, mayhoş bir yaz akşamı oldu Gamzelerin zey-tin gibi gözüme düştü Kelimeler limon, gözlerin nar ekşisi Ruhun: el yapımı sevda sirke”
Tahta yazı tutmadı artık. Söz, dil yerine damağa yazıldı.
Ve ortaya karışık bu salata: Başına Zeynep’in pastel ka-lemiyle “aşkım” yazıldı. Üzerine HU aromalı zeytinyağı döküldü.
Öğretmen sandalyesine çöktü. “Bu sınıfta artık tat değil duygu var” dedi.
Melike defterine “Ben artık salatayım” yazdı. Ayşe kale-mine “Ben artık limonum.” dedi. Yusuf gözlüğünü çıkardı, “Ben artık nar ekşisiyim.” dedi.
Zeynep gözlerini kapadı ama tadı sınıfa yayıldı. Duru, “Ben artık sessizim ama mayhoşum.” dedi.
Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Ruj silinirse, kelime par-lar.”

DAĞA UYUM YASASI ZORUN İÇ KAPISI
“Replik susarsa, beden konuşur.”
Zeynep zirveye tırmanırken ayakkabısının bağı çözüldü. Talat yardım etmek istedi ama Zeynep durdu ve dedi ki: “Bu bağ benim sınavım. Yardım değil sabır ister.” Melike, “Ben de bir bağ çözdüm ama sabırla düğümledim.” dedi. Ayşe, “Ben yardım istedim ama sınavı kaçırdım.” dedi. Yusuf, “Ben sabrettim ama dağ beni tanımadı.” dedi.
Zeynep eğildi, bağı kendi elleriyle düğümledi. Dağ sessizdi ama izliyordu. Bir taş yuvarlandı ama yol açılmadı. Zeynep adım attı ama rüzgâr geri itti. O yine durdu. Ve o an... dağ eğildi, yol açıldı. Çünkü dağlar yardım edene değil, sabredenin ayak izine açılır.
Öğretmen tahtaya “Zirve = Sabırın yankısı” yazdı. Sınıf sessizdi ama yüksekti. Melike defterine, “Ben sabırla yük-seldim.” yazdı. Ayşe kalemine, “Ben rüzgârla yürüdüm.” dedi. Yusuf gözlüğünü çıkardı, “Ben zirveyi içimde gör-düm.” dedi. Zeynep gözlerini kapadı ama dağ içinden geç-ti. Duru, “Ben artık taş değilim, izim.” dedi. Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Zirveye çıkan, önce bağını çözer.”

ÇİMLENMEYEN TOHUMUN ONURU
“Zirveye çıkan, önce bağını çözer.”
Zeynep elinde bir avuç tohumla durdu. Toprak sıcaktı ama gökyüzü hâlâ suskundu. Talat sordu: “Neden ekmiyor-sun?” Zeynep gülümsedi: “Çünkü yağmurla konuşmadan toprağa sır verilmez.”
Melike, “Ben tohumumu ektim ama gökyüzü beni duyma-dı.” dedi. Ayşe, “Ben yağmuru bekledim ama toprağım kurudu.” dedi. Yusuf, “Ben sır verdim ama tohum sustu.” dedi.
Zeynep toprağa eğildi ama eli durdu. Bir damla yağmur düştü ama tohum kıpırdamadı. Çünkü bazı tohumlar sade-ce sessizlikle çimlenir.
Öğretmen tahtaya “Tohum = Sabırın sırrı” yazdı. Sınıf sessizdi ama köklüydü. Melike defterine, “Ben çimlenme-den büyüdüm.” yazdı. Ayşe kalemine, “Ben sessizlikle yeşerdim.” dedi. Yusuf gözlüğünü çıkardı, “Ben toprağı içimde taşıyorum” dedi. Zeynep gözlerini kapadı ama to-hum içinden geçti. Duru, “Ben artık yağmur değilim sır taşıyıcısıyım.” dedi. Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Toprak sır ister, yağmur sabır.”

ROMAN BİTTİĞİNDE KELİME DEĞİL, KIVIM KA-LIR
“Toprak sır ister, yağmur sabır.”
Zeynep son kez sahneye çıktı. Ama bu kez kelime değil, kıvım taşıyordu. Melike, “Ben onunla yürüdüm.” dedi. Ayşe, “Ben onunla sustum.” dedi. Yusuf, “Ben onunla çimlendim.” dedi.
Zeynep gözlerini kapadı ama sahne açıldı. Bir sandalye çekti, oturdu. Bir kalem aldı ama yazmadı. Bir nefes verdi ama konuşmadı.
Ve o an... sınıf durdu. Zaman durdu. Ritim durdu. Ama kıvım fışkırdı. Tahtada hiçbir şey yazılı değildi ama herkes okudu. Melike gözyaşı dökmedi ama ıslandı. Ayşe kelime kurmadı ama duyuldu. Yusuf ses çıkarmadı ama yankılandı.
Zeynep ayağa kalktı. Ayağının altındaki su halkası büyüdü ama bu kez gizlemedi. Çünkü artık sızı yağmur değilim, sır taşıyıcısıyım.” dedi. Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Toprak sır ister, yağmur sabır.”
ROMAN BİTTİĞİNDE KELİME DEĞİL KIVIM KALIR
“Toprak sır ister, yağmur sabır.”
Zeynep son kez sahneye çıktı. Ama bu kez kelime değil, kıvım taşıyordu. Melike, “Ben onunla yürüdüm.” dedi. Ayşe, “Ben onunla sustum.” dedi. Yusuf, “Ben onunla çimlendim.” dedi.
Zeynep gözlerini kapadı ama sahne açıldı. Bir sandalye çekti, oturdu. Bir kalem aldı ama yazmadı. Bir nefes verdi ama konuşmadı.
Ve o an... sınıf durdu. Zaman durdu. Ritim durdu. Ama kıvım fışkırdı. Tahtada hiçbir şey yazılı değildi ama herkes okudu. Melike gözyaşı dökmedi ama ıslandı. Ayşe kelime kurmadı ama duyuldu. Yusuf ses çıkarmadı ama yankılandı.
Zeynep ayağa kalktı. Ayağının altındaki su halkası büyüdü ama bu kez gizlemedi. Çünkü artık sızı değilakıştı.
Öğretmen tahtaya son cümleyi yazdı: “Roman bittiğinde, kelime değil Öğretmen tahtaya son cümleyi yazdı: “Roman bittiğinde, kelime değil kıvım kalır.” Sınıf ayağa kalktı ama alkışlamadı. Sadece baktı. Zeynep gözlerini kapadı. Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Son, kelimenin sustuğu yerde kıvım kalır.” Sınıf ayağa kalktı ama alkışlamadı. Sadece baktı. Zeynep gözlerini kapadı. Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Son, kelimenin sustuğu yerde değil, kıvımın fışkırdığı yerdedir.”
ETKİLEŞİMLİ SORU-CEVAP: KİMLİK ÜZERİNE YANKI
“Son, kelimenin sustuğu yerde değil, kıvımın fışkırdığı yerdedir.”
Öğretmen tahtaya döndü, bir soru yazdı: “Kimliğinizi en son ne zaman kendiniz seçtiniz?”
Sınıf sessizdi ama gözler kıvım kıvım oynuyordu. Melike parmak kaldırdı ama konuşmadı. Ayşe defterine bir cümle yerdedir.”
Öğretmen tahtaya döndü, bir soru yazdı: “Kimliğinizi en son ne zaman kendiniz seçtiniz?”
Sınıf sessizdi ama gözler kıvım kıvım oynuyordu. Melike parmak kaldırdı ama konuşmadı. Ayşe defterine bir cümle yazdı: “Ben eteği annem için giydim.” Yusuf kalemine bir ok çizdi: “Ben yönümü seçemedim.” Zeynep gözlerini kapadı ama içinden bir cevap geçti: “Ben kelimeyle değil varlığımla yanıt verdim.” Duru eteğini katladı ama bu kez kıvımla.
Öğretmen tahtaya ikinci soruyu yazdı: “Sessizlik ne zaman bir cevap olur?”
Melike, “Ben sustum çünkü kelimem incitirdi.” dedi. Ayşe, “Ben sustum çünkü sesim duyulmazdı.” dedi. Yusuf, “Ben sustum çünkü bedenim konuşuyordu.” dedi. Zeynep defterini kapattı ama sesi sınıfa yayıldı. Duru gözlerini pencereye çevirdi ama ışık hâlâ içeri girmiyordu.
Öğretmen tahtaya son soruyu yazdı: “Kimin için giyini-yorsun?”
Sınıf sessizdi ama cevap doluydu. Melike, “Ben artık ken-dim için giyiniyorum.” dedi. Ayşe, “Ben artık rengimi seçiyorum.” dedi. Umut, “Ben artık bedenimi taşıyorum.” dedi. Zeynep gözlerini açtı ama kelime değil, karar doğdu. Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Soru sorulmazsa, kimlik susar.”
Zeynep: “Ben eteği annem için giydim.” Yusuf kalemine bir ok çizdi: “Ben yönümü seçemedim.” Zeynep gözlerini kapadı ama içinden bir cevap geçti: “Ben kelimeyle değil, varlığımla yanıt verdim.” Duru eteğini katladı ama bu kez kıvımla.
Öğretmen tahtaya ikinci soruyu yazdı: “Sessizlik ne zaman bir cevap olur?”
Melike, “Ben sustum çünkü kelimem incitirdi.” dedi. Ayşe, “Ben sustum çünkü sesim duyulmazdı.” dedi. Umut, “Ben sustum çünkü bedenim konuşuyordu.” dedi. Zeynep defterini kapattı ama sesi sınıfa yayıldı. Duru gözlerini pencereye çevirdi ama ışık hâlâ içeri girmiyordu.
Öğretmen tahtaya son soruyu yazdı: “Kimin için giyini-yorsun?”
Sınıf sessizdi ama cevap doluydu. Melike, “Ben artık ken-dim için giyiniyorum.” dedi. Ayşe, “Ben artık rengimi seçiyorum.” dedi. Yusuf, “Ben artık bedenimi taşıyorum.” dedi. Zeynep gözlerini açtı ama kelime değil karar doğdu. Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Soru sorulmazsa, kimlik susar.”

GRUP ÇALIŞMASI: KİMLİKLERİN KESİŞİMİ
“Soru sorulmazsa, kimlik susar.”
Öğretmen sınıfı üç gruba ayırdı. Her grup bir kimlik sorusu üzerine çalışacaktı. Melike’nin grubu: “Giyilen şey kimliği taşır mı?” Ayşe’nin grubu:
“SESSİZLİK AŞAMASI: KİMLİKLERİN KESİŞİMİ
“Soru sorulmazsa, kimlik susar.”
Öğretmen sınıfı üç gruba ayırdı. Her grup bir kimlik sorusu üzerine çalışacaktı. Melike’nin grubu: “Giyilen şey kimliği taşır mı?” Ayşe’nin grubu: “Sessizlik bir protesto olabilir mi?” Yusuf’un grubu: “Kimlik zorla giydirilebilir mi?”
Zeynep hiçbir gruba katılmadı ama hepsini dinledi. Duru bir sandalye çekti, Melike’ye yaklaştı: “Ben eteği giydim ama ben olmadım.” dedi. Melike, “Ben tişörtümü ters giy-dim çünkü içimi göstermek istedim.” dedi. Ayşe, “Ben pantolonuma bir yıldız çizdim çünkü parlamak istiyorum.” dedi. Yusuf, “Ben şapkamı ters çevirdim çünkü yönümü değiştirdim.” dedi.
Zeynep gözlerini kapadı ama grupların sesi içinden geçti. Öğretmen tahtaya “Kimlik = Seçim + Ses + Sınır” yazdı. Sınıf sessizdi ama kıvım kıvım çalışıyordu.
Melike defterine, “Benim rengim özgürlük.,” yazdı. Ayşe kalemine, “Benim kumaşım kelime.” dedi. Yusuf gözlü-ğüne, “Benim görünürlüğüm seçilmiş.” yazdı. Duru eteğini katladı ama bu kez kıvımla. Zeynep gözlerini açtı ama kelime değil bağ doğdu. Ve o gün sınıf şunu öğrendi: “Kimlik, birlikte düşünülürse görünür.”
ÇAY BUHARINDA DÜŞÜNCE
Sabahın ilk buharı, fincan kenarından değil göz kapakları-nın içinden yükseliyordu. Öğrenci hâlâ uykuda değil ama uyanmış da sayılmazdı. Çay masaya konduğunda düşünce başlamadı, çay buharı başlattı. Buhar değil, ritimdi aslında. Ter değil, gövdeden ayrılan iç sesin nemiydi.
Öğretmen defteri açmadı, çayı kokladı. Çünkü kokuda kelime vardı. Sınıf sessizdi ama çayın buharı fısıldıyordu: “Bugün müfredat değil gönül ritmi öğretilecek.”
Bir çocuk cam kenarına oturdu ama dışarı bakmadı, finca-nın içinden geleceği seğirdi. Teneffüs saati gelmeden önce ilk paragraf yazıldı: “Buhar gibi olmak isterim, dokunul-maz ama duyulurum.”
Öğretmen tebeşiri almadı, çay tabağındaki ses kırıntılarını dinledi. Çocuklar kıpır kıpırdı ama konuşmadılar çünkü bu buhar konuşmaktan daha öğretici idi.
Çayın altına tütmeyen bir kelime düştü: “Çay suyu buharla terleşti.” Mizah mıydı bu? Belki. Ama kıvım kesinlikle vardı.
Bir çocuk güldü, diğeri altına sızdırdı ve öğretmen dedi ki: “Bu dersi yazmadık… Bu dersi soluduk.”
KİTAPLIĞIN EN SESSİZ RAFI
Sınıfın arka köşesinde soluk renkli bir kitaplık duruyordu. Diğer mobilyalar sıradan konuşuyor, kitaplıksa kendi ses-sizliğinde roman yazıyordu. En üst raf heybetliydi, ortalar okuma seviyesinin afişiydi ama alt raf... İşte orası kimsenin bakmadığı bir kıvım laboratuvarıydı.
Kitaplar birer karakter gibi dizilmişti. Tozlar değil gülme potansiyeli birikmişti. Bir çocuk teneffüs dönüşü yere dü-şen silgisini ararken o rafla göz göze geldi. Ve o anda baş-ladı... Kelime şakası değil terli gülme seansı.
“Kitaplardan biri bana göz kırptı mı?” dedi çocuk. Yanın-daki, “Hayır gız, o seni altına kaçırmakla tehdit etti,” de-di.Rafın gövdesi hafifçe çatırdadı. Öğretmen ne oldu diye sordu ama cevap gelmedi çünkü sınıf kelimeyle kahkaha attığından konuşamıyordu.
En sessiz kitap “Şu Çaya Bakarak Gülüyorum” başlıklıydı. Diğeri “Öğrenci Donuyla Mizah Tarihi” adlı pedagoji pa-rodisi. Ve ortadaki en sessizi: “Rıza ile Gülenler Antolojisi – 1. Terleme Dönemi”
Öğretmen ne susturdu ne yönlendirdi. Sadece gülümsedi. Çünkü o raf, öğrencinin duygusunu altına akıtan bir sah-neye dönüşmüştü. Ve sınıf o gün şunu öğrendi: “Sessizlik bazen en gürültülü kahkahadır.”
GÖLGEYLE KURULAN DUYGU BAĞI
Öğle saatinde, sınıfın bir köşesi gölgeye düşer. Ama o gölge camdan gelen değil, kelimenin içinden taşan bir sı-zıntıdır. Umut oraya oturur; sessizce, anlatısızca. Gölge onun tenine deği lduygusuna düşer. Bu bir yorgunluk de-ğil, başlatma ritmidir. Öğretmen fark etmez çünkü gölgeler yok sayılacak kadar susturulmuşlardır.
Ama çocuk o gölgeyle bağ kurar. Kendi sesini oraya bıra-kır, göz seğirmesini oraya çizer. Ve o gün hiçbir müfredat işlemese de duygular işlenir.
Bir öğrenci perdeyi kımıldatır ama ışık girmez; çünkü anlatı gölgede yürür. Sınıf onu çağırmaz, o kimseyi zorlamaz. İşte duygunun en sessiz ama en terli bağı budur.
Gölgeye oturan çocuk defterini açmaz, parmak uçlarıyla duygu kıvımını çizer. Öğretmen o sıraya baktığında, “Bu-gün ders değil, gölgeyle hissediliyor,” der.
Diğer öğrenciler gölgeye yaklaşmaz ama onun yazdığı cümleyle altına kaçırır. Raflardaki sessiz kitaplar gölgeye doğru eğilir: “Biz de duygudan doğduk.” der.
Bir çocuk gölgeden simit çıkardığını iddia eder, kimse gülerken inkâr etmez. Kalem gölgede farklı akar; harfler sessizce terler.
Gölge öğleye kadar büyür ama kimsenin üzerine düşmez, çünkü o sadece rızayla terlenir.
Teneffüs bitince o gölge hâlâ oradadır ama artık bir anlatı kahramanıdır. Öğretmen, sınıf zilinden önce şunu yazar: “Bugünkü ders, gölgeyle kuruldu.” Ve sahne kapanmaz, sadece gölgedeki cümleyle mühürlenir.
OKUL SIRASINDAN KURGUYA GEÇİŞ
“Işık her yeri aydınlatmaz; bazı duygular sadece gölgede parlar.”
O sıraya ilk oturan “Ben sadece oturayım, kalkmam,” de-mişti. Ama sıra bunu kişisel algıladı, derin bir iç çekişle kıymet kazanıp karakter oldu. Tahta gövdesiyle konuşma-yan ama kıvımsal çatırdayışıyla anlatı doğuran bir sahneye dönüştü.
Bir gün çocuk sıra altında kaybettiği silgiyi ararken hayal gücünü de buldu. “Silgim değil gız, bir zaman yolcusuy-muş.” dedi. Arkadaşı, “Yani müfredat mı?” dedi. O da “Hayır, müfredat dinozordu,bu gelecekten kelime getiren bir şey!” dedi.
Sıra titredi çünkü gülme damlaları gövdesine sızdı. Çocuk simidini sıraya koydu ama parçası paragraf oldu. Sıra artık okul eşyası değil, roman kahramanıydı.
Kıvım öyle büyüdü ki öğretmen derse başlamadı, sahneye giriş yaptı. Tebeşiri eline almadı; yerine “Konuşan Sıra Masalı”nı okudu. Tahta değil ama sayfalar çatırdamaya başladı.
Sıranın içinden çıkan bir cümle: “Ben öğrenciyi değil, hayali taşırım.”
O gün sınıf öğrenmedi, altına kaçırdı. Çünkü mizah bu kez hem don çözmüş hem kelimeyi sahneye fırlatmıştı.Bir öğrenci, “Sıra beni yuttu.” dedi. Öğretmen, “Ama keli-meyle kustun gız Huriye,” dedi. “Hım,” dedi. İşte orada başladı anlatının ritmi.

TEBEŞİRLE YAZILAN SESSİZ CÜMLE
Tebeşir tahtanın üstüne düşmedi o sabah parmak ucuna tırmandı. Öğretmen tebeşiri kavradığında ders başlamadı çünkü o an kelimenin sesi değil sessizliği sınıfa yayıldı.
Bir cümle yazıldı ama duyulmadı çünkü sesli değildi gözle hissedilendi. Öğrenciler harflere bakarken gülmeye başla-dılar çünkü tebeşir bazı harfleri donla değil, kahkahayla çizmişti.
Sınıfta kimse konuşmuyordu ama tahtada yazan bir cümle vardı: “Ben ses değilim, kelimenin iç çekişiyim.”
Bir çocuk yere düşen kelimeyi aldı: “Bu galiba paragrafın göbeği gız.” dedi. Yanındaki, “Yok gız Huriye, bu kıvımsal bir kelime hamamı” dedi.
Öğretmen tebessüm etti çünkü derse başlamadan önce sınıf zaten altına kaçıracak kadar gülmüş, kelimeyle terlemişti.
Tebeşirin ucundan buhar çıkıyordu. Sıra üzerine düştü ama sessizce. Müfredat işlemiyordu artık çünkü sahne kurulduğunda ders otomatik düşüyordu.
Umut “Bu harf beni yazdı,” dedi. Eylem “Ben de paragra-fın giriş cümlesiyim.”Zeynep ben söz değiilim, sadece gözümle varım,” dedi. Ali “Ben cinsiyetimi unuttum, çün-kü kimse bana ‘N’aber?’ demiyor,” dedi.
yazıldı: “Yalnızlık eylem değil—konuşamamış ama gülerek hissedilmiş kıvımsal insanlık halidir.”

KIVI 233 – Temiz Kıvımla Yazılmış Eğitim
📘 Roman – Kurgu Dışı Sessiz Devrim Bölüm: Beş Grup Yarışması)
Zeynep defteri açmadı ama kapağına bir kıvım sürüldü. Duru zinciri çözmediama halkaları sınıfa dağıldı. Ela def-teri ters çevirdi, “Ben yarışmayı değil kendimi başlatıyo-rum.” dedi. Ayşe gözlerini kapattı, ama cümle kulak altına düştü. Melike kalemini kulağından çıkarıp sırasına bıraktı. Yusuf defteri açmadı, ama dizine bir metafor çizdi. Öğ-retmen tahtaya yaklaştı, ama yazmadan geri çekildi. Zey-nep “S” harfini ovalleştirdi, “Keskin değil kıvrımlı savaş gerekir” dedi. Duru kalemini dizine dayadı, kelime cilt üstü terledi. Ela zincirin halkalarını kıvımsal aralıklarla söktü. Ayşe gözyaşını paragraf hizasında sürdü. Melike tahtaya gözleriyle yazdı, “Ben artık kelimeyi içimde titre-tiyorum.” Yusuf kalemini kokladı, “Ben bilgiyi solunumla sindiriyorum.” dedi. Sınıfın duvarından bir yankı yayıldı: “Kazanmak değil kıvırmak gerekir.” Zeynep deftere “Ben bu yarışmadan kaçmadım, sadece yön değiştirdim.” yazdı. Duru ayakta kaldı, “Oturmak bazen öğrenmeyi dondurur.” dedi. Ela cümle kurmadı ama dizinden bir bağlaç sızdı. Ayşe sandalyesini ters çevirdi, “Bedenin yönü bilgiyi eği-rir.” Öğretmen sınıfa “Artık ses değil iç ritim okunuyor.” dedi. Ve o gün yarışma sonlanmadı çünkü kelime hâlâ yarışıyordu.

KIVIMSAL ANLATININ DOĞUŞU
İbrahim Şahin sahneye adım attığında ayakkabısının altın-dan kelimeler sızdı. Salonun ışıkları bir anda mor kıvıma döndü; çünkü bu sahne artık bilgi değil, sezgiyle aydınla-nıyordu. “Ben kelimeyi yazmadım.” dedi, “Onu toprağa gömdüm, sabırla büyüttüm.” Jüri üyelerinden biri gözlü-ğünü çıkardı, çünkü artık harf değil, titreşim okunuyordu. Şahin, “KIVI bir teori değil bir gövde ritmidir.” dediğinde seyirciler sandalyesine değil, iç sesine yaslandı. Sahne zemini hafifçe titredi; çünkü anlatı artık sesle değil bedenle yankılanıyordu. “Ben bu modeli yazarken kalem kul-lanmadım.” dedi, “çocukların gözyaşını mürekkep yaptım.” Bir jüri üyesi ayağa kalktı, alkışlamadı, sadece başını eğdi. Çünkü bu anlatı alkışla değil saygıyla mühürleniyordu. Şahin, “KIVI 5 katman değildir, 5 nefeslik bir doğuştur.” dedi. Salonun arka sırasından Eylem ağlamaya başladı çünkü ilk kez bir eğitim modeli onu duydu. “Ezber değil, kıvım” dedi Şahin, “Test değil temas.” Işıklar bir anda söndü, sonra yeniden yandı. Bu kez kelimeyle değil, duy-guyla. Sahneye bir çocuk çıktı, defterini yere bıraktı, “Ben artık yazmıyorum, yaşıyorum.” dedi. Şahin gülümsedi, “İşte bu, KIVI’nın ilk cümlesidir.” Jüri üyeleri birbirine baktı, puan vermedi. Çünkü bu sahne sayı değil, yankıydı. Şahin son cümlesini söyledi: “Ben bu modeli yazmadım, yaşadım.” Salon sessizliğe gömüldü, ama o sessizlik bir devrim yankısıydı
“KIVI’NIN ÇOCUKLA KONUŞTUĞU GÜN”
Tiyatro salonu ısındıkça duygular sızmaya başladı. Işıkların altında bir çocuk sahneye çıktı, ayakkabısının bağcığı çözülmüştü ama bakışları dünyayı çözecek gibiydi. “Ben müfredatı unuttum.” dedi, “Ama gözyaşımı hatırlıyorum.” Jüri sessizdi, sadece direncin yankısını duyuyordu. Azim Grubu defterini sahneye bırakmadı, onu kalbine bastırarak yürüdü. Işık Grubu’nun lideri yere oturdu; çünkü yatay öğrenme dikey başarıdan daha kıymetliydi. Direnç Grubu’nun öğrencisi sahneye adım atmadı, ama sesi salo-nun her köşesini titretti. “Ben sisteme boyun eğmedim, kelimeye eğildim.” dedi. Hırs Grubu defteri ok gibi tuttu-ğunda seyirci başını eğmedi, kalemini kavradı. Zafer Gru-bu sessiz yürüdü; bu sessizlik bir kitap cümlesinden daha gürültülüydü. Onur konuğu İbrahim Şahin çocuklara ses-lenmedi, onlarla göz teması kurdu. “Siz yazmayı değil yaşatmayı biliyorsunuz!” dedi. Salonun tavanından bir metafor sarktı, çocuklar onu yakaladı. “Bu kelime be-nim,” dedi bir öğrenci, “ben kıvımı hissediyorum.” Işıklar bir anda söndü; çünkü anlatı artık iç ışıkla okunuyordu. Azim Grubu’nun öğrencisi rampada ayağını kaybetti ama düştüğü yerden cümle kurdu. Direnç Grubu bir taşın üze-rine oturdu; “Ben sınav değilim ben sorulmamışım.” dedi. Zafer Grubu çantasını açtı, içinden sessizlik çıktı. Hırs Grubu’nun lideri kalemi sahneye sapladı; “Bu benim bay-rağım!” dedi. Işık Grubu tahtaya gözleriyle yazdı: “Eğitim sadece kelime değil duygunun mürekkebidir.” Jüri ayağa kalktı ama alkışlamadı.
Müdür salona girdi, hiçbir şey söylemedi. Seyirciler birbi-rine baktı; kimse konuşmadı ama herkes yeni bir eğitim sistemini gördü. Bu sahne artık tiyatro değil bir kıvımsal anayasa taslağıydı. Işık sözcükten değil bedenden sızdı. Çocuklar kendi müfredatını duydu; bu müfredat sadece yaşanırdı. Son cümleyi bir öğrenci fısıldadı: “Ben artık özne değilim, devrimim.

KİTAP GURULARI GÖSTERİSİ: “DEVRİM ANAH-TARIYLA SAHNEYE ÇIKIŞ”
Tiyatro salonu dolduğunda, ışıklar birer birer grupların renklerine göre yanmaya başladı. Sahne zemini kitap say-falarıyla kaplıydı; her adımda bir cümle yankılanıyordu. Jüri nefesini tuttu, basın flaşları kıvımsal ritimle patladı. İbrahim Şahin onur konuğu olarak sahneye çıktı, “KIVI artık bir model değil bir sahne!” dediğinde seyirciler ayakta alkışladı. Umut karakteri çatıda gizliydi, ama radar sinyaliyle sahneye sızdı. Her grup sırayla sahneye çıktı, kitaplarını tanıttı, beden diliyle mesajını mühürledi.
📘 AZİM GRUBU – YILKI ATI
Yusuf sahneye rampadan çıkmadı, rampayı kelimeyle tır-mandı. Ayakkabısının altından toprak değil cümle sızdı. “Ben terk edilmedim.” dedi, “Özgürleştirildim.” Seyirciler nefesini tuttu, çünkü bu yürüyüş bir devrimdi. Tekerlekli sandalyesiyle sahneye çıkan Yusuf, engeli değil sistemi ezdi. Jüri gözlüklerini çıkardı, çünkü artık harf değil kıvım okunuyordu. “Yılkı Atı benim!” dedi, “Aama ben sürü değilim.” Sahne zemini Yusuf’un tekeriyle titreşti. Işıklar maviye döndü çünkü azim gökyüzüyle konuşuyordu. Yusuf defterini açmadı, kalbini gösterdi. “Ben yazmadım!” dedi, “yaşadım.” Seyirciler ayağa kalkmadı çünkü bu sahne zaten ayaktaydı. Rampanın sonunda Yusuf durdu ama ke-lime yürümeye devam etti. “Ben sistemin dışındayım.” dedi, “Ama sahnenin içindeyim.” Jüri puan vermedi, sa-dece başını eğdi. Yusuf’un gözleri sahneye değil evrene bakıyordu. “Ben yılkı değilim!” dedi, “Ben kıvımım.” Sahne sessizleşti ama bu sessizlik bir alkıştı. Yusuf kalemini yere bırakmadı çünkü kelime hâlâ direniyordu. “Ben terk edilmedim!..” dedi, “Ben seçildim.” Seyirciler gözyaşı dökmedi ama iç sesleri ağladı. Rampanın kenarında bir metafor belirdi. Yusuf ona dokundu, “Bu benim cüm-lem,” dedi. Işıklar bir kez daha yanıp söndü. Sahne artık Yusuf’un değil, azmin sahnesiydi. “Ben engel değilim,” dedi, “ben devrimim.” Jüri ayağa kalktı, ama alkışlamadı. Yusuf sahneden inmedi, çünkü sahne onunla yükseldi. “Yılkı Atı özgürdür,” dedi, “ama ben kıvımsalım.” Seyir-ciler sessizce defterlerini kapattı. Rampadan çıkan Yusuf, kelimeyi evrene saldı.
DİRENÇ GRUBU – VE ÇELİK BÖYLE SERTLEŞTİ
Ali sahneye çıkmadı ama sesi sahneyi deldi. “Ben müfredat değilim!” dedi, “Ben iradeyim.” Kör ve felçli karakterin nefesi yankılandı. Sahneye adım atmadan sahneyi yazdı. “Çelik beden değil!” dedi, “kararlılıktır.” Jüri gözlüklerini çıkardı çünkü artık kıvım okunuyordu. Ali defterini açmadı ama kelimeyi gözleriyle mühürledi. “Ben yazmıyorum!” dedi, “Ben direniyorum!” Seyirciler nefesini tuttu, çünkü bu sahne bir çığlıktı. Ali’nin sesi sahneye değil sisteme çarptı. “Ben sınav değilim!” dedi, “Ben sorulmamışım!” Işıklar kırmızıya döndü, çünkü direnç yanıyordu. Ali tahtaya bir el izi bıraktı. “Bu benim cevabım!” dedi, “Ama soru yok.” Sahne sessizleşti ama bu sessizlik bir haykırıştı. Jüri puan vermedi çünkü bu sahne sayı değil yankıydı. Ali gözlerini kapattı, ama kelime açıldı. “Ben sistemin dışındayım!” dedi, “Ama sahnenin içindeyim.” Seyirciler başını eğmedi çünkü bu sahne dik duruyordu. Ali kalemini tutmadı ama kelimeyi sıktı. “Ben yazmadım!” dedi, “Ben yaşadım!” Sahne zemini çatladı çünkü direnç ağırdı. Ali’nin sesi yankılandı: “Ben çelik değilim ben kıvımım!” Jüri ayağa kalktı, ama alkışlamadı. Seyirciler gözyaşı dökmedi ama iç sesleri ağladı. Ali sahneden inmedi çünkü sahne onunla direndi. “Ve çelik böyle sertleşti!” dedi “ama ben yumuşak bir devrimim.” Işıklar bir kez daha yanıp söndü. Sahne artık Ali’nin değil direncin sahnesiydi. Seyirciler sessizce defterlerini kapattı. Ali kelimeyi evrene saldı
KIVIMSAL ANLATININ DOĞUŞU
İbrahim Şahin sahneye adım attığında ayakkabısının altın-dan kelimeler sızdı Salonun ışıkları bir anda mor kıvıma döndü çünkü bu sahne artık bilgi değil sezgiyle aydınlanı-yordu. “Ben kelimeyi yazmadım!” dedi, onu toprağa gömdüm. sabırla büyüttüm. Jüri üyelerinden biri gözlüğünü çıkardı çünkü artık harf değil titreşim okunuyordu. “Şahin KIVI bir teori değil bir gövde ritmidir.” dediğinde seyirciler sandalyesine değil iç sesine yaslandı. Sahne ze-mini hafifçe titredi çünkü anlatı. Artık sesle değil bedenle yankılanıyordu. “Ben bu modeli yazarken kalem kullan-madım.” dedi. “Çocukların gözyaşını mürekkep yaptım.” Bir jüri üyesi ayağa kalktı, alkışlamadı, sadece başını eğdi. Çünkü bu anlatı alkışla değil saygıyla mühürleniyordu. Şahin “KIVI 5 katman değildir 5 nefeslik bir doğuştur.” dedi. Salonun arka sırasından bir öğrenci ağlamaya başladı. Çünkü ilk kez bir eğitim modeli onu duydu. “Ezber değil kıvım.” Dedi.. Şahin “Test değil temas.” Işıklar bir anda söndü, sonra yeniden yandı. Bu kez kelimeyle değil duyguyla… Sahneye bir çocuk çıktı defterini yere bıraktı. “Ben artık yazmıyorum, yaşıyorum!” dedi. Şahin gülüm-sedi. “İşte bu, KIVI’nın ilk cümlesidir.” Dedi. Jüri üyeleri birbirine baktı puan vermedi çünkü bu sahne sayı değil yankıydı. Şahin son cümlesini söyledi “Ben bu modeli yazmadım yaşadım.” Salon sessizliğe gömüldü ama o ses-sizlik bir devrim yankısıydı
UMUT’UN YEMİN SAHNESİ
Sahne Çatıda rüzgâr yok ama kelimeler esiyor Umut göz-lerini kapatmış elleri titriyor
Diyalog (Umut) “Benim adım Umut. Ağzımdan dökülen her sözcük tohumu bu evrenin. Bu okulu bu, vatanı bu gezegeni kelimelerle yeşerteceğim. Yemin ederim susma-yacağım! Her sessizlikte bir kelime ektim. Ve siz onları alkış sandınız.”
Efekt Sahneye bir yıldırım sesi… Işıklar bembeyaz yanıp söner… Zemin titrer…
YUSUF’UN RAMPASI
Sahne Rampadan değil kelimeden yürüyen bir Yusuf Te-kerlekli sandalyesi değil yankısıyla yürüyor.
Diyalog (Yusuf) “Ben terk edilmedim. Özgürleştirildim! Ayakkabımın altından cümle sızdı. Tekerim değil kelimem sahneye bastı. Ben yılkı atıyım ama sürü değilim.
Efekt Işıklar maviye döner Seyirciler sessizleşir Sahne zaten ayaktadır
ALİ’NİN DİRENCİ
Sahne Sahneye çıkmayan Ali’nin sesi sistemi parçalıyor
Diyalog (Ali) “Ben müfredat değilim
Ben iradeyim Ben sınav değilim Ben sorulmamışım Tah-taya bir el izi bıraktım Soru yok ama cevabım buraday-dı.Efekt Işıklar kırmızıya döner Zemin çatlar Jüri gözlük-lerini çıkarır Artık kıvım okunuyor denir.
KARTALLAR YÜKSEKTEN UÇAR – “MARTI”
SAHNE 1 – UÇUŞUN SESSİZLİĞİ
Loş ışıkta bir sahne Ortada yalnız bir martı silueti. Kanatlar titriyor ama hava durgun. Seyirciler nefesini tutmuş çünkü bu uçuş rüzgârla değil dirençle gerçekleşecek. Tuğba sahneye çıkar sesi tane tane… Uçmak dediler ama önce düşmekti. Martı karakteri bir monologla başlar. Ben göğü sevmedim çünkü yukarıda yalnızlık vardı. Ama aşağıda sürüye ait olmaktan bıktım. Bir şey beni çağırıyor. Bir şey beni yukarıdan aşağıya değil içimden dışıma çekiyor. Yeliz kitapla sahneye girer ama kitap açılmaz. Sadece kokusu sahneyi sarar. Sayfalar kıvrılmadan önce bile uçuş başla-mıştır. Tuçe ve Rıtvan özeti paylaşmaz yaşarlar. Cümle değil sahne olur o gün. Mehmet Ali sahnenin tam ortasında parmaklarını yana açar. Kanat değil kelime olur. Ve sahneye şu ses düşer. Kartallar yüksekten uçar çünkü de-rinlik korkusunu alt etmiştir.
SÜRÜNÜN SESSİZLİĞİ
Martı karakteri sahnenin tam ortasında durur. Seyirciye dönmez iç sesiyle konuşur. Benim uçuşum gökyüzüne değil içimeydi. Ve içimde öyle çok insan vardı ki… Her biri uçma dedi bana ama ben sustum. Onlara göre aklımdan uçtum. Oysa ben kalbimden yürüdüm. Tuğba sahnede yalnız fakat sesi kalabalık. Sürü sesini çoğaltır ama düşün-cesini boğar. Ben martı olmayı seçmedim Martı beni seçti. Mehmet Ali bir sahne simgesi gibi diz çöküyor elinde bir taş… Bu aşağıya düşen ama yukarıyı özleyen her kelime-ye… Martı bir anda yere değil yukarıya bakar. Benim dü-şüşüm bile bir yükselişti. Çünkü yerçekimi yoktu içimde sadece özçekimi. Sahneye umut sızar. Kartalın gölgesi perdeye vurur. Kartallar yalnız uçar ama hep umutla sav-rulur.
KANADIN KIVIMI
DÜŞMEK BİR YÜRÜYÜŞTÜR
Sahnede rüzgâr sesi yok ama kelimeler esiyor. Rıtvan martı rolünde yerde yatıyor. Ben düştüm çünkü yüksekteydim. Ama kimse sormadı ne zaman yürümeye başladığımı. Tuğba kitapta altı çizili satırı gösterir. Uçmak cesaret değil yalnızlığın sesidir. Martı ayağa kalkmaz çünkü ayakta olmak fikirde olur. Yeliz seslenir Sadece kanadı olan değil kıvımı olan uçar. Mehmet Ali sahneye bir el feneri tutar. Bu kendi gölgeni aydınlatmak için. Martı yere bir kelime bırakır, “Özgürlük” Seyirciler kelimeye bakar ama görmez Çünkü bu kelime hissedilir. Umut perdeyi titretir Rüzgâr değil kıvım sızar.
KANATSIZ UÇANLAR KULÜBÜ
Sahnenin tam ortasında martı yoktur Tuğba. Çünkü o artık sembol değil sistemin dışıdır. Tuçe yürürken konuşur. Ben kanat takmadım. Ben kelime taktım sırtıma. Yeliz kitabı havaya kaldırır Sayfalar rüzgârla değil kelimeyle uçuşur. Martı perdeye siluet olur. Ben uçmadım. Ben düşmedim. Ben kaldım. Ve bu kalış bir direnişti. Mehmet Ali sahneye diz çöker. Kartallar yüksekten uçar ama kıvımsal olanlar yukarıda değil içeridedir. Umut karakteri sahneye girer Sessizce yürür Spot ışığı onun ayak izlerini takip eder ve sahne kapanır bir cümleyle “Ben uçmadım, ben oldum.”
DİRENMENİN KELİMESİ
Sahne kapalı bir fabrika gibi… Gürkan bir kutu taşır için-den sadece bir kelime çıkar. Direniş Damla ve İrem onu bir taşa çevirir. Kelime artık kırılmaz çünkü çelikleşmiştir. Semih yüksek sesle bağırmaz fısıldar. Çünkü kelimenin tonuyla değil yankısıyla konuşulur. Aytaç bir ritm verir. Tekerin sesi değil kalbin vuruşu. Bu sahnede yürünmez, bu sahnede direnilir. Seyirciler nefesini tutar. Çünkü bu kelime bir devrim değil devinimdir Jüri puan vermek yerine gözlerini kapatır. Ali sahneye uzaktan bakar. Ben cevabı değil sorunun biçimini yazdım. Işıklar kırmızıya döner çünkü çelik yanmaya başlamıştır
KIVIMSAL KIRILMA
Semih sahneye bir dize bırakır. Kırıldım ama dağılmadım. Damla kelimeyi yere bırakır ama kelime yere düşmez se-yircinin kalbine iner. Gürkan sırtını döner çünkü bazen yüzleşmek arkaya dönmektir. İrem defteri kapatmaz sade-ce kıvırır. Çünkü bilgi artık şekil değil yön olmuştur. Aytaç rampadan çıkmaz rampayı bakışla deler. “Ben sistemin içinden geçmedim ben onu yırtıp çıktım.” Sahne titrer. Bir harf düşer ama sesi bütün alfabeti sarsar. Seyirciler ayakta değildir çünkü metin zaten dimdik duruyordur
KELİMENİN TERLEDİĞİ NOKTA
Ali geri döner. Elinde kalem yok çünkü kelimeyi gözle-rinden damlatır. Semih sesini alçaltır ama tonu büyür. Damla sahneye gül bırakır. Çelikleşmiş bir gül kırmızı değil yanık. İrem “Yumuşak görünene dokunma! O çeliği ısıtır.” Aytaç rampaya kelimelerle çıkarken şöyle der “Ben sahneye adım atmadım sahneyi kıvım ettim.” Jüri ayağa kalkar ama alkışlamaz Çünkü kıvım alkış değil iç sestir. Ve sahne bir kez daha çatırdar. Ama bu çatırtı kırılma değil uyanıştır.
ÇELİĞİN SESİ
Sahne kararmadan önce bir kelime görünür. Yaşamak. Semih Çelik sertleşti ama biz hâlâ yumuşak kelimelerle direniyoruz. Aytaç “Ben sahneye yürümek için değil kıvım olmak için çıktım.” Gürkan bir tahta parçası bırakır. Üstünde ne yazılı soru yoktu ama cevap kendini çizdi. Damla ve İrem bu tahta parçasını birlikte kaldırır. Çelik bir defter artık. Ali son kelimeyi sahneye bırakır “Ben sahneyi yazmadım, sahne beni yazdı!” Sahne kapanır ama ses devam eder. Çünkü çelik sözcükte değil kalptedir.
MERHAMETİN YARGIYA ÇARPTIĞI YER
Mehmet Yücel sessizce sahneye yürür. Ceketinin sol göğ-süne kalem takılı ama o kalemi çekmez. “Ben bir mahkûm değilim ben yargının vicdanıyım!” Aslı kitaptan bir yaprak gösterir “Jean Valjean ismi değil iradedir.” Hüseyin sah-neye ekmek getirir. Çalmamıştır, paylaşmıştır. Ferda ona yaklaşır, fısıldar “Sen bir suçlu değilsin, sen yalnızca çare-sizsin.” Kemal dramatize sahnede bir zinciri kırar. Zincir demir değil harftir. “Bu zincir beni tutmaz çünkü ben artık kendimi taşıyorum.” Sahne loş… Seyirci ağlamaz ama dudaklarını ısırır. Çünkü sahne artık yargı değil bağışla-madır.
İÇSEL DİRENİŞİN DÖNÜŞÜMÜ
Jean Valjean aynaya bakar ama kendini göremez. Mehmet Yücel şöyle der “Kendini affetmeyen bir insan özgür ola-maz!” Aslı bir çocuk çizer sahneye. Cosette ama bu çizim pastel değil kelimeyle yapılmıştır. Ferda defteri açar ama karaktere değil vicdana yönelir. Kemal sahneye bir san-dalye koyar oturmaz. Bu ceza değil durup düşünme yeri-dir. Hüseyin Valjean’ın ağzından dökülen bir sözü sahneye bırakır “Ben adalet değilim, ben merhametim!” Işıklar sarıya döner. Sahne artık suç değil sükûnetin temsili olur.
IŞIĞIN KARANLIKLA KONUŞTUĞU AN
Kemal karanlıkta bir mum yakar. Sahne susar. Sadece mum sesi vardır. Mehmet Yücel yaklaşır. “Bir insanı karanlıktan kurtarmazsın. Ona ışık verirsin seçerse yürür.” Aslı “Sefil olmak bir durum değil bir yürek yarasıdır.” Ferda sahneye bir kelime bırakır. Yeniden Hüseyin Cosette’nin annesinin sesiyle konuşur. “Kızım sen bir hatıra değilsin, sen umutsun!” Ve sahne şu cümleyle kapanır “Bu mum bir ışık değil bir affediş!”


SİSTEMİN DIŞINDA ONURLA YAŞAMAK
Sahneye ev değil sokak görüntüsü verilir. Mehmet “Ben evsiz değilim, ben sistemin dışında yaşıyorum ama içimde devlet gibi düzen var.” Kemal ayağında delik bir ayakka-bıyla yürür ama başı dik. Aslı “Namussuzlar kalelerde yaşar namuslular sokakta.”
Ferda bir tabak bırakır sahneye ama boş Boşluk değil açlık bu Ama ben içimde tokum Hüseyin kalemi yere bırakmaz Çünkü kıvımsal onur direniştir Sahne çökmez sarsılır Seyirciler gözyaşı dökmez ama iç sesleri ağlar.
KIVIMSAL AFFEDİŞ
Jean Valjean bir karar verir “Ben artık suç değil sorumlu-luğumla yaşayacağım!” Mehmet Yücel bu cümleyi ayakta okur. Aslı sahneye bir harita çizer “Kurtuluşun değil içsel yolculuğun haritası” İrem “Affetmek karşındakine değil kendine verilen izindir.” Kemal yumruğunu sıkmaz açar “Ben vurmam, ben sarılırım.” Hüseyin sahneye bir defter bırakır. Sefiller’in kitabı artık “Bizim hikâyemiz.” Sahne kapanmaz umutla kıvrılır Jüri alkışlamaz. Çünkü iç sesi hâlâ yazıyordur.
KIVIMSAL İLK SAHNE
Sahne boştu ama kelimeler dizimde terliyordu Umut per-deyi araladı. Işıklar değil gözyaşı yanıp söndü. Salon ses-sizdi ama defter kıvım kıvım doluydu. “Ben bu sahneye kelimeyle değil niyetle çıktım!” dedi. Her cümle dizinden aktı. Kelimeler sandalyesine oturmadı, sahneye yürüdü. Eylem defterini göğsüne bastırdı. “Ben yazmadım ama yazı bende kalıyor.” dedi. Ela gözlerini kapattı. “Ben artık kelime değilim sessizliğim.” Dedi. Duru sırasına dönmedi, pencereye yaslandı. Rüzgâr değil iç ses esiyordu. Öğret-men sahneye dönmedi, cümleyi dinledi. “Ben artık bilgi vermiyorum yaşatıyorum.” Dedi. Jüri başını eğdi ama al-kışlamadı. Çünkü bu sahne puan değil rızayla mühürlen-mişti. Yusuf tekerlek sesini duyurmadı. ama kelimeyi bastı. “Ben sistemin dışında değil direncin ortasındayım!” dedi. Melike dizine bir kelime çizdi. Bu artık yazı değil bedensel anlatıydı. Ayşe gözleriyle parantez oluşturdu. “Bu artık görsel bir yazım.” dedi. Seyirciler ajandalarını açmadı ama içinden cümle döküldü. Ve Umut sahnenin ortasında durup son cümleyi söyledi “Ben sahneyi yazmadım. Ben sahneyim!”
KIVIMSAL SESİN RAMPASI
Yusuf rampaya kelimeyle çıktı Ayakkabısının altından cümle sızdı. “Ben yürümüyorum. Ben kelimeyi bastım.” dedi Salon sessizleşti. Perde konuşmuyor ama dizler kıvım yazıyor. Ela gözünü kaldırmadı ama sesli düşündü “Ben artık konuşmuyorum. Kelime benden geçiyor.” dedi. Zey-nep defteri açmadı. Sayfa zaten onun yüzüne yazılmıştı. Duru pencereye yürüdü. Camda kendi gölgesini değil kıvımını gördü. Öğretmen ayağa kalktı ama ders vermedi. Sadece kelimenin terini dinledi. Jüri puan vermedi. Çünkü rampadan gelen ses sayı değil yankıydı. Melike ayağa kalktı. Dizini sıraya bastı “Ben bilgiyle değil bedenle ya-zıyorum.” dedi.
Ayşe gözyaşıyla parantez çizdi ve bu sahne artık yazı değil bir kıvımsal anlatıydı Yusuf son cümleyi rampanın ucuna bıraktı. “Ben sistemin dışında değil direncin orta-sındayım!”
ALİ’NİN DİRENÇ SAHNESİ
Ali sahneye adım atmadı. Ama sesi sistemi deldi. “Ben müfredat değilim!” dedi. “Ben iradeyim. Ben sınav deği-lim. Ben sorulmamışım. Tahtaya bir el izi bıraktı. Soru yok ama cevabım buradaydı.” Seyirciler konuşmadı. Ama cümle içlerine düştü. Umut karakteri sahneye yanaştı. Sözcük değil beden titreşimiyle yaklaştı. Melike defterini dizine bastı. “Ben kelimeyi ciltle yazıyorum.” Dedi. Ela gözlerini kapattı. “Sessizliğim artık anlatıdır.” dedi. Ayşe kalemini gözlerine yaklaştırdı. “Ben bilgiyi göz içiyle his-sediyorum.” dedi. Jüri gözlüklerini çıkardı. Bu artık harf değil kıvımdı. Duru sahneye dokunmadı. Ama duvar ter-ledi. Ali cümlesini sesle değil nefesle söyledi “Ben anla-tılmadım. Ben yaşandım, Rampadan bir kelime düştü. Ama yere değil salonayayıldı. Umut sahnenin ucuna bastı. “Bu defter artık bilgi değil direncin yazımıdır!” dedi
Umut’un son konuşmasında sahne vardı ama Atatürk ben-zetmesi tam mühürlenmemişti. Söz kişisel kalmıştı. Top-lumsal direnişin sesi için bir kıvım eksikti. Ben olayım olmayayım Türk milleti bâkidir!” gibi bir cümleyle sahneye liderlik katmalıydı. Bu cümle yalnızca bir söz değil bir niyet yankısı olurdu. Umut’un sesi sadece birey değil top-lum adına titreşmeliydi.
Sahne güçlüydü ama basında yankısı yoktu Jüri alkışla-mamıştı. Seyirci ağlamamıştı. Ama dış dünya bu sahneyi duymalıydı Bir gazete “Umut sahnesi yeni bir eğitim dev-rimi başlattı!” diyerek kıvımı dışa taşımalıydı. Çünkü kıvım içten doğar ama dışa sızar
Umut’un sahneye çıkışı sistemin dışındandı. Ama onu sahneye itenler görünmüyordu. Öğretmen Duru, Zeynep Onların sessiz destekleri pamukla sahneye eklenmeliydi. Kıvım tek başına olmaz gizli ellerle seğirir.Finalde kitaplar görünmedi. Oysa her grup bir kitapla sahneye çıkmıştı. Yılkı Atı ve Çelik Böyle Sertleşti, Sefiller… Her grubun kelime yankısı finalde duyulmalıydı ve sahneye birer cüm-leyle veda etmeleri gerekirdi. Umut’un konuşması Hepsi-nin kıvımıyla mühürlenmeliydi.
EĞİTİMİN KIVIMSAL ANAYASASI
Umut sahnenin ortasında donla mühürlenmiş bir defter bıraktı. “Ben bu sistemi okumadım. Ben onu kıvırdım de-di. Zeynep tahtaya yürüdü, kalemi değil dizini bastı “Ben cümle değilim. Ben varlığım!” dedi. Duru sırasına dönme-di, duvara bir kelime çizdi “Ben” Ela gözlerini kapattı. Defter açıktı ama kelime onun içinde yazıyordu. Ayşe parantezi ters çevirdi. Bilgi artık doğrusal değil kıvımsaldı. Melike kulağındaki kalemi yere bıraktı.” Ben artık kelime değilim. Ben titreşimim!” dedi Yusuf kalem kutusunu kafasına geçirdi. “Ben bilgiyi karanlıkta hissediyorum.” Dedi. Öğretmen perdeye döndü “Bilgi artık parmakla değil bedenle yazılıyor.” Dedi. Jüri ayağa kalkmadı. Çünkü bu sahne puanla değil yankıyla değerlendi. Rampanın ucuna bir simit koyuldu. Sahne donla kapatıldı. pedede bir cümle belirdi “Bu artık ders değil. Bu eğitim sisteminin kıvımsal anayasasıdır.” Umut gözlerini kapadı. “Ben artık susmuyorum! Ben duyuluyorum!” dedi. Sahne perdesini kapattı. Ama reblik hâlâ yazıyordu. Çünkü bazı anlatılar “müfredatta değil yaşanarak ezberlenir.”
KELİMEYİ DİRENÇLE KIVIRAN SAHNE Sahneye bir öğrenci diziniyle bastı. Tahtada yazı yoktu ama duvar titriyordu. Umut gözlerini kapattı. Cümle içinden yürüdü. Zeynep defterini açmadı. Çünkü kelime zaten onun rit-miydi. Ela parmağıyla sessiz bir çizgi bıraktı. Ayşe san-dalyesini ters çevirdi. “Ben bilgiyi artık dikey değil ters sindiriyorum.” dedi. Melike deftere değil duvara bakarak yazdı. “Ben artık görsel değil duyusal öğreniyorum.” dedi. Yusuf kalemi kulağına taktı “Ben sesli düşünüyorum.” dedi.
Öğretmen koltuğundan kalkmadı. “Ben artık anlatmıyo-rum, izliyorum” dedi Jüri sahneye yaklaşmadı ama nefesini tuttu. Çünkü bu sahne puan değil dirençle okunuyordu. Duru gözyaşını kelimenin üstüne bıraktı. Bu artık duygu-nun mürekkebi oldu. Melike dizindeki dövmeye “yankı” ekledi. Ayşe tahtaya gözleriyle parantez çizdi. Yusuf sesini değil kıvımını duyurdu. Ela kelimeyi bir simite sardı. Çünkü yazı artık beslenmeydi. Umut son cümleyi sahnenin ortasına bıraktı “Ben artık bilgi değilim, Ben bedenin iç sesiyim!”
UMUT’UN FİDANI BÜYÜYOR
Fidan büyüdü. İkinci gün meyve verdi. O da kalp şeklin-deydi. Çocuklar güldü. Yaşlılar ağladı. Umut bulaşıcıydı. Kuşlar yuva yaptı. Arılar bal taşıdı. Rüzgâr tohumları dört bir yana savurdu. Bir ay içinde onlarca ülkede kırmızı yap-raklı fidanlar büyüdü. Gökyüzü ilk kez kızardı. Kıyamet değil kıvımın göğe yansımasıydı. Bulutlar kalp oldu. At-laslar değişti. Pusulalar artık Umut’a göre yön tayin etti. Bilim açıklayamadı. Sadece bir isim verdi: “Umut Feno-meni” BM bu ağacı “İnsanlığın Ortak Kalbi” ilan etti UNESCO koruma altına almak istedi Ama Umut dedi ki “Bir ağacı korumak değil bir inancı büyütmek önemlidir” ve gökyüzüne yeni bir yıldız eklendi Adı: Umut Yörünge-si: Kalp Işığı: İnsanlık
UMUT’UN SON CÜMLESİ
Umut ağacın dibine oturdu. Elini toprağa bastı Başını göğe çevirdi ve mırıldandı “Toprak ana kabul ettiyse gökyüzü de şahidimdir. Ben bu dünyaya umut ektim.” Gökyüzü fısıldadı “Görüldü. Kayda geçti. Zafer senin, Umut.”
Ve o gün bir çocuk gülümsedi. Bir anne affetti. Bir öğret-men defterini kapattı. Ama kelime hâlâ yazılıyordu. Çünkü umut artık bir ağaç değil bir kıvımsal müfredattı
UMUT’UN KOKUSU GÖĞE YANSIDI
Bir sabah gökyüzü ilk defa kızardı Kıyamet değil Kıvılcım değil Bu umut kokusunun göğe yansımasıydı Bulutlar kıpkırmızı oldu Kıtalar kalp şeklinde haritalara girdi At-laslar değişti Artık insanlar yönlerini pusulaya göre değil Umut’a göre tayin ediyordu Bilim insanları bu olayı açık-layamadı Adına sadece tek bir şey dediler “Umut Feno-meni” Umut Şehri artık bir merkeze dönüştü Her milletten insan Bu fidanı görmek için geldi Her gelen bir yaprağa dokundu Her yaprak umut oldu.
UMUT’UN EVRENSEL KABULÜ
BM bu ağacı “İnsanlığın Ortak Kalbi” ilan etti. UNESCO koruma altına aldı. Ama Umut bunu istemedi. Dedi ki “Bir ağacı korumak değil bir inancı büyütmektir önemli olan” Ve bir gün Gökyüzüne yeni bir yıldız daha eklendi Astro-nomlar adını sordular Umut gülümsedi “O yıldız artık bir galaksi Adı Umut Yörüngesi kalp Işığı: insanlık”

Paylaş:
3 Beğeni
(c) Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Şiirlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Şiiri Değerlendirin
 
Kıvı model eğitim Şiirine Yorum Yap
Okuduğunuz Kıvı model eğitim şiir ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
KIVI MODEL EĞİTİM şiirine yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL