0
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
88
Okunma
OLUKPINAR’IN SESİZ ÇIĞLIĞI
EMİNE SEZGİN
EMİNE’NİN IŞIĞINDA YOL ALMAK
Bu kitap, bir insanın değil, bir direnişin, bir kıvımın, bir ışığın hikâyesidir.
Emine Sezgin, 1974 yılında Ermenek’in Olukpınar kö-yünde dünyaya geldiğinde köydeki dualar umutla karıştı; ama bazı diller “Allah akıl fikir versin” ayarına geçti. “Bu çocuk sakat, boşuna uğraşma,” dediler. Ama annesi bir baktı, baktı… Emine’nin gözlerinde melek değil resmen kozmik ışıklar dönerken “Yıldız bu çocuk, yıldız!” dedi. O an kader bile geri vitese taktı.
Emine’nin bedeni küçüldü ama aklı... Açın yolu, dimağ geçiyor! Hayat ona engel koydukça o bastonunu kaldırdı, kıvımını taktı, “Heeeyt!” deyip yeni yollar açtı. Bu kitap işte o yolların, hem çukurunu hem kahkahasını anlatıyor.
Bu kitapta ne bulacaksınız?
– Bir çocuğun kimliğini çalıp, sadece okula değil... eğitim sistemine “sürpriiiz!” yaptığı anları
– Bir öğretmenin gözyaşına yenik düşüp, “Ben seni sol kolum gibi severim” dediği sağ kol öğrenciyi
– Bir babanın sadece ebeveyn değil tam zamanlı hayat kankası oluşunu
– Sofrada hasetle tokalaşıp, “Ben seni affedeyim de sen kendini affet bakalım” diyen bir yüreği
Devletin “Engellisin ama maaş alamazsın çünkü biz öyle düşündük” sistemine karşı zeka gösterisi sergileyen bir kadını
– Köy çocuklarını “çobandan mühendise hızlı geçiş prog-ramı”na sokan bir öncüyü
– Her satırı yürekten, her kelimesi ışıkla ve arada bir bolca “hadi oradan” ifadesiyle yazılmış bir anlatıyı
Mizah da var, gözyaşı da Emine’nin hikâyesi sadece acı değil. O, mizahı çantasından çıkarıp, bastonunun ucuna taktı ve “Kahkaha atmayanı sınıftan alırım” dedi. Kimi zaman, “Ben engelliyim ama sistemin zekâsı benden daha kısıtlı gız” diye güldürdü,Kimi zaman “Ayaklarım yere basıyor ama hayallerim göğe çıkıyor” diyerek gökyüzüne selam çaktı.
Neden bu kitap?
Çünkü Emine’nin hikâyesi sadece ona ait değil.Bu, toplu-mun aynası… ama öyle düz ayna değil büyüteçli, çarpıtan değil, aydınlatan cinsten.Bu, susturulmuş seslerin yankı-sı… “Ben buradayım!” diye içimizi titreten türden.Bu, “engel” kelimesinin yanına parantez açıp oraya “ama ba-hane değil” yazdıran bir hikâye
Emine bu kitabı, kendi yaşadıklarını anlatmak için değil; yaşadığı her engeli aşarken edindiği gücü, kıvımı ve umu-du paylaşmak için yazdı. Çünkü biliyordu ki onun karşı-laştığı duvarlar, sadece kendisine değil, binlerce kişiye örülüyordu. Bu kitap, “Ben başardıysam, sen de başarabi-lirsin” demenin bir yolu; sadece bir yaşam öyküsü değil, bir direniş el kitabı. Emine, sesi duyulmayanların sesi, görünmeyenlerin ışığı olmak istedi — ve kalemiyle o ışığı yaktı.
OLUKPINAR’DA BİR ÇOCUKLUK – PENCERE KE-NARINDA KURULAN DÜNYA
Olukpınar köyü, ilkbaharda uyanırdı. Kavaklar yapraklanır, toprak nemlenir, sabahları horoz değil serçeler öterdi. Emine Sezgin, bu köyde doğduğunda dünya ona yürümeyi değil hayal kurmayı öğretti. Bedensel engeli nedeniyle sokaklarda koşamasa da pencereden dışarıyı izlerken zihni uçardı. Pencere onun için bir ekran değil bir sahneydi. Karşıdaki dut ağacında iki serçe kavga eder, bir kertenkele taşın altına kaçardı. Yaşıtları sokakta seksek oynarken, Emine defterine bir ev çizerdi: bahçesinde sardunyalar, verandasında bir salıncak, içeride kitap dolu raflar. Yazdığı her kelime, yürüyemediği bir adımın yerine geçerdi.
Güneş öğlen tepeye çıktığında Emine’nin hayalleri de göğe yükselirdi. “Ben de koşabilirim,” derdi içinden, “ama kelimeyle.” Köyün taşlı yolları onun için engel değil hikâye malzemesiydi. Her böcek, her kuş, her rüzgâr esintisi bir karakter olurdu. Mizahı da eksik değildi: komşunun horozu sabahları geç öterdi, Emine ona “tembel paşa” derdi. Pencere kenarında kurduğu dünya, gerçek dünyadan daha genişti. Çünkü Emine için yaşamak, yürümek değil görmek, düş kurmaktı…
DEVLETİN KAPISINDA DURAN UMUT – “AYAĞIN YERE BASIYOR” MESELESİ
Emine büyüdü. Olukpınar’ın taşlı yolları hâlâ hayalinde, ama artık başka bir mesele vardı: babası yaşlanmış, gözleri Emine’ye dönmüştü. Emine, “Ben bakarım” dedi. Kalbiy-le, sesiyle, sabrıyla, sevgisiyle. Devletin kapısına gitti. Dilekçesini yazdı, imzasını attı. Memur baktı, sonra bir cümleyle dünyasını yıktı: “Sen engellisin, bakamazsın.” Emine içinden “Benim kalbim sağlam!” dedi ama dışarıya suskun kaldı.
Yetmedi. Engelli maaşı için başvurdu. Bu kez başka bir memur, başka bir cümle: “Ayağın yere basıyor, maaş ala-mazsın.” Emine o an düşündü: “Ayağım yere basıyor ama hayalim göğe çıkıyor..” Mizahı da eksik etmedi. Eve dö-nünce komşuya dedi: “Devlet beni uçan kuş sayıyor, maaş vermiyor.” Komşu güldü, Emine yazdı.
Her cevapsız başvuru, bir satır oldu defterinde. Her redde-dilen dilekçe, bir karaktere dönüştü hikâyesinde. Devletin kapısında umut beklerken, Emine kendi iç kapısını araladı. “Ben anlatacağım” dedi. “Ben yazacağım.” Çünkü onun engeli yürüyememek değil görülmemekti. Ve görülmek için kelimeye sarıldı.
Köyde rüzgâr estiğinde, Emine pencereyi açar, defterini koyar, serçelere okurdu. Belki devlet duymadı ama kavak-lar duydu, böcekler duydu, kelimeler duydu. Emine’nin sesi artık sadece köyde değil kelimede yankılanıyordu.
PENCERE KENARINDA KURULAN ÜNİVERSİTE – HAYALİN FAKÜLTESİ
Emine Sezgin’in üniversitesi pencereydi. Köydeki taş evin doğuya bakan camı, onun kampüsüydü. Sabah güneş vu-runca ders başlardı. Kavakların hışırtısı felsefe olurdu, serçelerin kavgası sosyoloji. Karşıdaki dut ağacında bir sincap belirse, Emine onu psikolojiye bağlardı: “Bak, stresli gız, cevizini saklayamıyor.” Yaşıtları şehirde fakülteye giderken Emine defterine giderdi. Her gün yeni bir bölüm açardı: “Hayalcilik 101”, “İçsel Direniş ve Toplumsal Görünmezlik”, “Kalemle Yürüyüş Teknikleri.”
Köydeki çocuklar onun yanına gelir, “Sen ne yazıyorsun?” derdi. Emine gülümserdi: “Ben kendimi yazıyorum gız.”
Bir gün komşunun oğlu geldi, elinde üniversite broşürü. “Senin gibi biri okuyamaz,” dedi. Emine defteri kapattı, ama içini değil. O gece pencereye oturdu, ay ışığında yaz-dı: “Benim üniversitem gökyüzü, hocam rüzgâr, sınavım sabır.”
Köydeki böcekler bile onun öğrencisiydi. Bir karınca yuva taşırken, Emine not aldı: “Azim dersi.Bir gün pencere ke-narında yazarken, rüzgâr sayfayı çevirdi. Emine gülümsedi: “Demek ki geçtim bu dersten.”
Onun için üniversite bir bina değil, bir bakıştı.
Ve o bakış, her sabah pencereyi açtığında yeniden başlı-yordu.
ENGELİN TUTANAKLA ÖLÇÜLDÜĞÜ GÜN – “BEN BİR OTO LASTİĞİNE ENGEL OLMUŞUM ÇOK MU?”
Emine Sezgin sabah erkenden pencereyi açtı, güneş yüzüne vurdu, rüzgâr saçlarını karıştırdı. Bugün köy minibüsüne binecekti. Hedef: ilçe kütüphanesi. Ama kaderin mizah anlayışı yine devredeydi. Emine rampadan inerken, teker-lekli sandalyesi bir oto lastiğine hafifçe dokundu. Polis geldi, olay yeri inceleme gibi baktı. Tutanak tutuldu: “En-gelli vatandaş, aracın hareketini engellemiştir.” Ceza ya-zıldı. Emine gözlüğünü düzeltti, kalemini çıkardı, defterine not aldı: “Ben bir oto lastiğine engel olmuşum çok mu? Devlet ömrüme engel oldu, onun tutanağını kim tutacak?”
Komşu Ayşe duyunca kahkahayı bastı: “Emine, senin en-gelin mizah gız!”
Emine gülümsedi ama içi ciddiydi. “Ben bu olaydan birim kuracağım,” dedi. “Adı: Gönül Engelleri Tespit Müdürlü-ğü.”
Her gün karşılaştığı engelleri listeledi:
- Rampasız bakkal
- Merdivenli muhtarlık
- “Sen yapamazsın” diyen gözler
- “Senin için zor olur” diyen cümleler
Ama Emine’nin hırsı bu listeyi yakacak kadar sıcaktı.O gün minibüse binemedi ama kelimeye bindi.Defterine yazdı: “Ben yürüyemem ama yürütürüm gız; kelimeyi, fikri, sistemi.” Ve o oto lastiği, romanın ilk sembolü oldu: Küçük bir çarpışma, büyük bir uyanışa dönüştü.
Emine Sezgin, devletin engelli personel kontenjanına baş-vurdu. Dilekçesini yazdı, imzasını attı, umutla bekledi. Sonunda cevap geldi: “Engel oranınız fazla.” Emine göz-lüğünü düzeltti, defterini açtı ve içinden şöyle dedi: “Ben fazla değilim gız, sadece derinim.”
Ama pes etmedi. Köydeki arcılardan yardım istedi. İki eçi, bir kertenkele ve komşunun horozunu yanına alıp hastane-ye gitti. Doktor şaşkınlıkla sordu: “Bu nedir?” Emine ce-vapladı: “Engel oranımı düşürmeye geldim; mizahla, do-ğayla, toplumsal destekle.” Keçi “meee” dedi, horoz geç öttü, kertenkele taşın altına kaçtı. Doktor gülümsedi, sonra raporu yazdı: “Engel oranı düşürüldü. Sebep: toplu mizah terapisi.”
Emine engelli kontenjanına yeniden başvurdu. Bu defa kurum, aykü testi istedi. Emine teste girdi, soruları okudu, cevapları yazdı. Kısa süre sonra sonuç geldi: “Aykü testi-niz kurum standartlarının üstünde. Sizi alırsak algoritma-mız çöker.” Emine defterine şu cümleleri düştü: “Ben bir oto lastiğine engel olmuşum çok mu? Şimdi de algoritmaya engel oldum. Devletin sistemine mizah virüsü gibi girdim gız!”
Komşu Ayşe bunu duyunca kahkahayı bastı: “Emine, senin engelin değil zekân olay olmuş!” Emine ise sadece gülümsedi ve dedi ki: “Ben yürüyemem ama sistemi yürü-türüm gız.”
EMİNE’NİN KURUM ÇÖKERTEN CV’Sİ – “ALGO-RİTMAYI YIKMAYA GELDİM”
Emine, engelli personel kontenjanına ikinci kez başvurdu. İlk başvuruda “engel oranınız fazla” denmişti. Bu defa oranı düşürmek için köydeki tüm canlıları seferber etmişti, ama sistem yine şaşırmıştı. Şimdi ise sıra zeka testindeydi.
Kurumdan gelen yazıda şöyle deniyordu: “Zihinsel yeterli-lik testi uygulanacaktır. Sonuçlar algoritmik dengeye göre değerlendirilecektir.”
Emine teste girdi. Sorular bir bir sıralandı: “Bir tren saatte 80 km hızla giderse, 3 saatte kaç kilometre yol alır?” Emine cevapladı: “Benim trenim hayal gücüyle çalışıyor, hızını kalem belirler.” Ardından gelen soru ise: “Bir grup çocuk 12 elmayı paylaşırsa, kişi başı kaç elma düşer?” Emine yazdı: “Ben elmayı paylaşmam, hikâyeyi paylaşırım.”
Testin sonunda sistem kilitlendi. Kurumdan gelen son me-saj ise şöyleydi: “Aykü testiniz kurum standartlarının üs-tünde. Sizi alırsak algoritmamız çöker. Bu nedenle başvu-runuz reddedilmiştir. Not: Lütfen bir daha başvurmayınız. Ek not: Lütfen bir daha yazmayınız.”
Emine defterini açtı ve yazdı: “Ben bir oto lastiğine engel olmuştum, çok mu? Şimdi de algoritmaya engel oldum. Devletin sistemine kelimeyle sızdım. Yürüyemem ama sistemi yürütürüm.”
Komşular duyunca fısıldaştı: “Emine işe giremedi ama sistemden çıktı. Artık CV’si değil, manifestosu var.”
EMİNE’NİN DERNEK HAMLESİ – “KOVULDUM, KURULDUM”
Emine, zeka testinden sonra sistem tarafından reddedildi ama bu onun için son değil başlangıçtı. Köy kahvesine gitti, masaya oturdu ve defterini açtı. Başlık attı: “Kurum-dan Kovulanlar Derneği – K.K.D.”
İlk üyeyi hemen buldu: Muhtarın yeğeni, KPSS’de 1 netle elenmişti. İkinci üye Kasap Halil, “Et fiyatlarıyla algoritma çökerttim” diyordu. Üçüncü üye Ayşe Teyze ise “Benim sabrım kurumun sabitlerini bozdu,” diyerek başvurdu.
Emine dernek tüzüğünü yazdı:
1. Her üye en az bir sistem çökertme girişiminde bulunmuş olmalıdır.
2. Mizah, resmi dil olarak kabul edilir.
3. Devlet dairesine giren herkes, önce kahkaha atmalıdır.
4. CV yerine “Hayal Dosyası” sunulur.
5. Reddedilmek, üyelik onayı sayılır.
İlk etkinlikleri “Algoritma Anıtı’na Çiçek Bırakma Töre-ni”ydi. Emine, eski yazıcının üstüne bir karanfil koydu ve yanına şu notu iliştirdi: “Seni yendik. Mizahla.”
Kurumdan gelen son mesaj ise şöyleydi:
“Dernek faaliyetiniz sistemsel dengesizlik yaratmaktadır. Lütfen mizahı azaltınız.”
Emine ise cevabını yazdı: “Ben mizahı azaltmam. Benim mizahım, sistemin sigortasıdır.”
EMİNE’NİN HAYAL DOSYASI – “CV’SİZ GİRİŞ, HAYALLE SIZIŞ”
Emine, “Kurumdan Kovulanlar Derneği”nin logosunu çizdi: Bir sandalye, üstünde boş bir CV ve altında “Hayal Dosyasıyla Geliniz” yazıyordu. Sonra kendi dosyasını hazırladı. Kapak sayfası: “Emine Sezgin – Sistemle Mizah Üzerinden Mücadele.” Alt başlık ise: “Yürüyemem ama yürütürüm.”
İçindekiler bölümü şöyleydi:
1. Oto lastiğiyle çarpışma anı
2. Aykü testini çökerten cevaplar
3. Keçi destekli oran düşürme operasyonu
4. Algoritma Anıtı’na çiçek bırakma töreni
5. Mizah terapisiyle kamu dengesini bozma
Dosyayı kuruma gönderdi. Kurumdan gelen ilk tepki: “Bu belge resmi değil.” Emine cevapladı: “Ben de resmi deği-lim. Benim varlığım, sistem dışı bir şiirdir.” İkinci tepki: “Bu belgeyi kim onayladı?” Emine: “Hayal kurulu. Başkan benim, üyeler umut.”
Kurumun algoritması yine kilitlendi. Sistem içinden bir ses duyuldu: “Bu kişi alınırsa, kurumda kahkaha başlar.” Emine defterine yazdı:
“Ben belgeyle değil etkiyle başvuruyorum. CV değil hayal dosyası sunuyorum. Sistemi değil insanı hedef alıyorum.”
Komşular fısıldaştı: “Emine işe giremedi ama hikâyeye girdi. Artık onun adı, sistemin …
“Aykü testinde algoritmayı çökerttim. Kurum bana ‘üst sınırdasın’ dedi. Ben de ‘üstüme alınmam, üstüne yazarım’ dedim.”
Üçüncü cümle:
“CV yerine hayal dosyası sundum. Kurum ‘Bu resmi değil’ dedi. Ben de ‘Ben de değilim zaten’ dedim.”
Seminerin sonunda herkes ayakta alkışladı. Muhtar bile gözlüğünü çıkarıp “Bu kadın sistemin parantezini kapattı,” dedi. Kasap Halil defterine not aldı: “Et değil espri satıl-malı.”
Emine kürsüden indi, defterine yazdı:
“Ben yürüyemem ama anlatırım. Engel değil espriyle geçi-lir. Kurumlar duvarsa, mizah merdivendir.”
Madde 10: Emine’nin Kamuya Girişi – “Sistemi Almadı-lar, Ben Sistemi Aldım”
Emine üçüncü kez başvurdu. Bu defa ne oran vardı ne aykü testi, ne CV, sadece bir dilekçe:
“Ben geldim. Siz almazsanız, ben sizi alırım.”
Kurum şaşırdı. Dilekçeyi açtı, içinde bir şiir vardı:
“Yürüyemem ama yürütürüm. Engel değilim, espriyim. Sistem değilim, sistemin aynasıyım.”
Kurumun algoritması titredi. Sistem içinden bir ses duyul-du: “Bu kişi alınırsa, kurumda kahkaha başlar. Kahkaha başlarsa evraklar dans eder. Dans ederse memurlar ritim tutar. Ritim tutarsa, disiplin bozulur.”
Emine defterine yazdı: “Ben disiplin değilim devinimim. Kamuya girmedim, kamuya kelimeyle sızdım. Sistemi almadılar, ben sistemi aldım.”
O gün kurumun giriş kapısına bir not asıldı: “Emine Sezgin bu binaya alınmamıştır. Ancak etkisi binanın duvarlarında yankılanmaktadır.”
Komşular fısıldaştı:
“Emine işe giremedi ama sistemin iç sesi oldu. Artık onun adı, kurumun kahve molasında geçiyor.”
EMİNE’NİN DEVLETLE SON DİYALOĞU – “BEN EVRAK DEĞİL EFSANEYİM”
Emine kurumdan gelen son mektubu aldı. Zarfı açtı, için-den şu cümle çıktı:“Başvurunuz sistemsel uyumsuzluk nedeniyle reddedilmiştir. Not: Mizahınız algoritmik den-geyi bozmuştur.”
Emine gözlüğünü düzeltti, defterini açtı, cevap yazdı:
“Ben sistemle uyumlu değilim çünkü ben sistem değilim. Ben evrak değilim, efsaneyim. Sizin formunuzda yerim yok ama halkın hafızasında yerim var.”
Kurum şaşırdı. İçeriden bir memur fısıldadı: “Bu kadın dilekçeyle değil dilekle başvuruyor.”
Başka bir memur:
“Evrakları değil, evreni dolduruyor. Emine köy meydanına çıktı. Elinde bir dosya vardı, içinde sadece bir cümle: “Ben yürüyemem ama anlatırım. Engel değilim, anlatıyım. Kamuya alınmadım ama kamuya dönüştüm.”
O gün köyde bir söylenti yayıldı: “Emine işe giremedi ama sisteme girdi. Artık kurumlar onun adını fısıltıyla anıyor. Ve her evrakın kenarında bir gülümseme beliriyor.”
EMİNE’NİN DEFTERİ – “BEN EVRAK DEĞİL, EF-SANEYİM”
O gece sessizlik köye çöktüğünde Emine defterini açtı. Sayfalar doluydu; başvurular, retler, oranlar, testler, keçi-ler, horozlar, algoritmalar, kahkahalar. Ama son sayfa hâlâ boştu. Kalemini aldı, düşündü, sonra yazdı: “Ben yürüye-mem ama yürütürüm. Ben başvurmadım, başlattım. Ben evrak değilim, efsaneyim. Sistemi geçemedim ama sistemi geçersiz kıldım.”
Defterin kenarına bir not düştü: “Bu belge resmi değildir. Ama halkın hafızasında mühürlüdür.”
Ertesi sabah köy meydanına bir afiş asıldı:
“Emine Sezgin – Kamuya alınmadı. Ama kamu onunla yeniden tanımlandı.”
Muhtar gözlüğünü düzeltti, fısıldadı:“Bu kadın dilekçeyle değil dilekle başvurdu. Ve biz onu değil onun hikâyesini işe aldık.”
Kasap Halil etiket değiştirdi: “Et değil, espri satılır.”
Ayşe Teyze çaydanlığa not yapıştırdı: “Demli değil, de-rin.”
Emine defterini kapattı. Ama hikâyesi açık kaldı.
KALBİN TAŞTIĞI YER
Güneş, Olukpınar’ın taş döşeli meydanına nazlı nazlı sü-zülürken, Hayal Okulu’nun kapıları ilk kez açıldı. Açılışta Emine konuşmadı; kelimeleri değil, sessizliği sahneye çıkardı. Masaya bir defter bıraktı, kapağında tek cümle: “Duygu kararınca, kontrol kaçar. Ama bazen o kaçış, bizi özgürleştirir.” Bu cümle, köyün çocuklarının içini dürttü. Kimi annesini anlattı, kimi rüyasında gördüğü dev tavşanı, kimi de gece korktuğu karanlığı. Defter, bir tür iç dökme kutusuna dönüştü. Muhtar Halil, gözlüğünü burnunun ucuna indirip sayfaları çevirdi. “Sen bize sadece hikâye değil cesaret verdin,” dedi, sesi çatlak ama kalpten.
O gün, Olukpınar’da bir şey değişti. Kalbin taştığı yer, bazen en doğru yerdir; çünkü taşan kalp, sınır tanımaz. Emine’nin sessizliği, köyün gürültüsünü susturdu. Çocuk-lar artık sadece oyun oynamıyor, duygularını yazıyordu. Defter, bir tür duygusal harita oldu. Her sayfa bir kıvı, her kelime bir dönüşümdü. Mizah da eksik değildi: Ali, rüya-sında keçiyle evlendiğini yazdı. Keçi, düğünde zurna çalı-yordu. Halil gülmekten defteri düşürdü. İşte o gün, Hayal Okulu sadece bir bina değil bir kıvı sahnesi oldu.
---
✨ Bölüm 14: İlk Öğrenci
Kapı gıcırdayarak açıldığında, içeri giren ilk çocuk Zey-nel’di. Ayakları yürümüyordu ama gözleri koşuyordu. Emine, diz çökerek onunla göz hizasına indi. “Burada kimse sana ne yapamazsın demeyecek,” dedi. “Burada herkes ne yapabiliriz diye sorar.” Zeynel’in yüzü, güneş görmüş toprak gibi çatladı, sonra gülümsedi. “Ben hikâye yazmak istiyorum,” dedi. Emine defteri uzattı. “O zaman ilk cümleyi sen yaz.” Zeynel yazdı: “Ben yürüyemem ama hayalim uçuyor.” O cümle, okulun duvarına asıldı. Ve Olukpınar’da bir kez daha anlaşıldı: Engel, hayalin karşı-sında duramaz. Zeynel’in hikâyesi, diğer çocuklara kıvı oldu. Ayşe, “Ben de yazacağım ama önce keçimi bulmalı-yım,” dedi. Keçi, okulun bahçesinde saklambaç oynuyor-du. Mizah, hikâyeye kıvrım kattı. Zeynel’in defteri, okulun kutsal kitabı gibi oldu. Her çocuk, bir cümleyle kendini tanıttı. Emine, kıvıyı sadece yazıyla değil, bakışla da öğretti. Zeynel’in hayali, okulun çatısına kadar çıktı. O gün, Hayal Okulu’nun duvarları sadece taş değil, umutla örüldü.
---
🌸 Bölüm 15: Yeni Sesler
İkinci haftanın sabahında, kapıdan içeri sessiz bir kız girdi. Adı Elif’ti. Ayakları yere basıyordu ama gözleri hep yere bakıyordu. Emine onun sessizliğinde bir çığlık duydu. “Burada konuşmak zorunda değilsin,” dedi. “Ama istersen yazabilirsin.” Elif, defteri aldı. Sayfaya sadece bir kelime yazdı: “Korkuyorum.” Emine defterin yanına bir kelime daha ekledi: “Beraber.” O gün, Elif ilk kez başını kaldırdı. Çünkü bazen bir kelime, bir el, bir bakış… bir hayatı de-ğiştirebilir. Elif’in hikâyesi, okulun sessiz köşesine kıvı bıraktı. Diğer çocuklar onun etrafında toplanıp “Ben de korkuyorum ama keçim beni koruyor,” dedi. Keçi, okulun terapisti oldu. Mizah, sessizliği yumuşattı. Elif, sonraki günlerde deftere cümleler ekledi. “Korkumun adı yok ama sesi var,” yazdı. Emine, onun kelimelerini duvarlara astı. Hayal Okulu, artık sadece yazılan değil, hissedilen bir yerdi. Elif’in sessizliği, okulun en gürültülü sesi oldu. Çünkü bazen sessizlik, en yüksek çığlıktır.
---
🌕 Bölüm 16: Geçmişin Kapısı
: Bir sabah, okulun kapısında bir gölge belirdi. Emine göz-lerini kıstı. Tanıdık bir yüz… ama yılların tozuyla örtülmüş. “Ben… ben Mahir,” dedi adam. “Senin çocukluk arkadaşın.” Emine’nin kalbi bir an durdu. Mahir, onun en çok güvendiği ama en çok kırıldığı kişiydi. “Sen gittiğinde ben sustum,” dedi Mahir. “Ama sen sustuğunda dünya konuşmaya başladı.” Emine, gözlerini kaçırmadı. “Ben artık susmuyorum,” dedi. “Ve seninle konuşacak çok şe-yim var.” O gün, Hayal Okulu’nun bahçesinde iki eski dost, iki yaralı kalp, yeniden konuşmaya başladı. Mahir, okulun duvarlarına bakarken “Sen burayı hayal ettin, ben hayalini unuttum,” dedi. Emine gülümsedi. “Hayal unu-tulmaz, sadece bekler.” Mizah da eksik değildi: Mahir, okulun keçisini görünce “Bu mu müdür?” dedi. Keçi gu-rurla böğürdü. Geçmişin kapısı açıldı ama içeri giren artık aynı kişi değildi. Emine, Mahir’e defter verdi. “Sen de yaz,” dedi. Mahir yazdı: “Ben sustum ama senin kelimele-rin beni uyandırdı.” O gün, geçmiş kıvıya dönüştü.
---
🔥 Bölüm 17: Yüzleşme
Mahir, okulun bahçesinde sessizce oturuyordu. Elinde Zeynel’in yazdığı hikâye defteri vardı. Emine yanına geldi. “Sen gittiğinde ben çok sustum,” dedi. “Ama sustuğum her gün, içimde bir kelime büyüdü.” Mahir başını eğdi. “Ben seni anlamadım o zaman. Senin sessizliğini zayıflık sandım.” Emine gülümsedi. “Benim sessizliğim, fırtına öncesiydi.” O gün, geçmişin yükü birer cümleyle hafifledi. Mahir deftere bir şey daha yazdı: “Bazı yaralar konuşunca iyileşir.” Hayal Okulu’nun duvarına bu cümle asıldı. Ço-cuklar altına kendi yaralarını yazdı. Ayşe, “Benim yaram keçim beni ısırdı,” dedi. Keçi suçlamayı reddetti. Mizah, yüzleşmeyi yumuşattı. Emine ve Mahir, okulun bahçesinde yürürken geçmişin gölgesi değil, kıvısı konuştu. Çünkü yüzleşme, sadece hesaplaşma değil—yeniden doğma. O gün, Hayal Okulu bir terapi merkezi gibi çalıştı. Kelimeler, yara bandı oldu. Ve Emine, Mahir’e dönüp “Artık susmak yok,” dedi. Mahir gülümsedi. “Artık yazmak var.”
BÖLÜM 1: GÖNÜL PENCERESİ VE MEZARLIK MANZARALI HAYALLER
Olukpınar köyünde sabahlar, güneşin doğu penceresinden içeri sızmasıyla başlardı.
Emine, o pencerenin önünde durur, bir yandan çayını yu-dumlarken bir yandan mezarlığa bakardı.
Evet gız, evin doğu penceresi mezarlığa bakardı—ama bu onu korkutmazdı.
Aksine, Emine için mezarlık, geçmişin WhatsApp grubu gibiydi: sessiz ama hep çevrim içi.
Ebesiyle, dedesiyle mezar üstü muhabbetler yapar, “Dede, bu sabah dolma sardım, senin gibi kıvı kıvı oldu” derdi.
Mezarlıkta rüzgar esince, Emine “Aha, dedem onayladı” diye iç geçirirdi.
Çocukluk ve gençlik aynı sokakta yürürken, Emine hayal-lerini de yanına alırdı.
İlk aşkını mezarlık manzaralı pencerede hayal etti.
“Gönül Penceremden baktığımda yere su argı vardı,” diye yazmıştı bir defterine.
O su birikintisinde çocuklar oynar, serçeler çimerdi.
Serçelerin ıslak kanatlarıyla çırpınışı, Emine için aşkın metaforuydu: biraz ıslak, biraz telaşlı, ama hep özgür.
---
Bölüm 2: Sümük Silen Ebe ve Köyün Kıvı Kraliçesi
Emine, köyün çocukları için sadece abla değil—tam te-şekküllü kıvı hizmeti sunan bir kurumdu.
Evlerinin önüne çıktığında, çocuklar etrafına toplanırdı.
Sümüğü akanın sümüğünü silerdi, hem de öyle peçeteyle değil—parmakla, kıvı kıvı.
Saçı dağınık olanı tarar, belik örerdi.
Ödevi olanın ödevini yapar, “Senin öğretmenin kim gız, ben daha kıvı anlatırım” derdi.
Körebe oynarken, engelli çocuğu hep ebe yapardı.
“Sen sobelenmezsin gız, sen sobelersin!” diyerek onu oyunun yıldızı yapardı.
Köyde herkes Emine’yi severdi ama kimse onun kadar kıvı anlatamazdı.
Her doğan gün onun için yeni bir hayat, her batan gün hesaplaşma zamanıydı.
Güneş pencereye vurunca, Emine içinden “Bugün de kıvı yazacağım” derdi.
BAŞA AL!
: ZAMAN, MEKÂN VE DUYGU – “İlk Adımın Ritüeli”
Sabahın ilk ışığı köy okulunun doğu cephesine vurduğun-da, zaman durmazdı—ama çocuklar dururdu. O gün Emi-ne ilk kez okulun kapısından içeri adım attı. Ayakkabısı çamurluydu, ama içi umut doluydu. Zaman onun için artık sadece saat değil—bir ritim, bir eşlik, bir defterin ilk say-fasıydı.
Mekân tek sınıflı bir köy okuluydu. Beş sınıf bir aradaydı, toplam 16 öğrenci. Kara tahta, tebeşir, dışarıda tuvalet, plastik ıprıkla su taşıma… Ama Emine için bu mekân, bir kutsal alan gibiydi. İlk kalem tutuşu, ilk resim yapışı, ilk alta kaçırışı—hepsi bu mekânda oldu. Ve her biri bir duy-gunun ritüeliydi.
Öğretmen tavrı sertti ama gözleri yumuşaktı. “Emine, çiz-giyi taşırma,” dediğinde, Emine içinden “Ben taşarım ama ritimle,” dedi. O gün zaman bir brime dönüştü. Mekân bir eşlik alanı oldu. Duygu bir arşive yazıldı.
🎒 BÖLÜM 2: OKUL, ÇEVRE VE EYLEM – “Köyde Kurulan Eğitim Ritüeli”
Köy okulunun kapısı gıcırdayarak açıldığında, Emine içeri adım attı. Sınıfın kokusu: tebeşir, ter, umut. Beş sınıf bir aradaydı, ama herkes kendi ritmini taşıyordu. Toplam 16 öğrenci, ama 16 ayrı dünya.
[22:37, 10.10.2025] Resim Oluşturan Yapay zeka 1: Kara tahta önünde öğretmen durdu, elinde tebeşir. “Bugün harf-leri öğreneceğiz,” dedi. Ama Emine için harf değil—ilk çizgi, ilk yankı, ilk eşlik. Kalemi ilk kez tuttuğunda par-makları titredi. Resim yaparken güneşi hep mezarlığın üstüne çizdi. Çünkü onun için ölüm bile çevrim içiydi.
Tuvalet dışardaydı, su plastik ıprıkla taşınıyordu. Emine bir gün altına kaçırdı, ama utanmadı. Çünkü öğretmen “Her şey öğrenilir,” dedi. Ve o gün Emine öğrendi: Eğitim sadece bilgi değil—ritim, eşlik, cesaret. Köy okulu küçük olabilir ama ritüeli büyüktü. Her gün bir ilk, her ilk bir kayıt, her kayıt bir roman. Ve Emine artık sadece öğrenci değil—arşivin öznesiydi.
BÖLÜM 3 – Kimlik Hırsızlığıyla Başlayan Eğitim Ope-rasyonu
Emine, sabah erkenden kalktı, babacığının pantolonunu yokladı. Cüzdanın içinden kimliği çekti, sanki casusluk yapıyor. Ama bu casusluk değil—eğitim operasyonuydu. Dokuz yaşındaydı ama kimlikte beş. Okula yazılmak için yaş küçültmek değil, kader büyütmek gerekiyordu. Okul kapısına dayandı, gözyaşları hazır, ayakkabısı çamurlu. Öğretmen önce “Küçüksün gız, Milli Eğitim kızar,” dedi. Emine ağladı, öğretmen yumuşadı. “Bir ay kimliğin bende kalsın,” dedi. O gün, Emine sadece okula değil, hayata yazıldı.
---
BÖLÜM 4 – Ev Ortamı: Cehaletle Dans, Umutla Halay
Evde bilgi yoktu ama kıvı vardı. Annesi okuma yazma bilmezdi, ama gözleriyle roman yazardı. Şalvarıyla soba başında oturur, “Kızım oku da adam ol,” derdi. Babacığı askerde öğrenmişti harfleri, eve döndüğünde gazete okur, Emine’ye “Bu harf ‘m’ gız,” diye fısıldardı. Emine, o fısıl-tılardan bir alfabe kurdu. Evdeki cehalet, onun için bir duvar değil—bir sıçrama tahtasıydı. Her harf, bir tuğla. Her cümle, bir merdiven. Ve Emine, o evin kıvı dolu ses-sizliğinden çıkıp, kelimelerle dünyayı fethetmeye başladı.
ÖLÜM 5 – Sınıf Sahnesi: Kalem Düşürme Operasyonu
Köy okulunda ders değil, tiyatro oynanırdı. Öğretmen tah-taya döndüğünde, çocuklar sahneye geçerdi. Kalemler bilinçli düşerdi, ama amaç yerden almak değil—aşağıdan bakmaktı. Emine ilk kez öğretmenin eteğinden bacağını gördüğünde, gözleri büyüdü. “Bu ne gız?” dedi içinden. Çünkü evde şalvar, entari dışında bir şey görmemişti. Don bile bir sırdı. Öğretmen yürürken eteği savrulunca, sınıfın içinden fısıltılar yükselirdi. “Donu beyaz,” derdi biri. “Dantelli,” diye eklerdi öteki. Ama kimse yüksek sesle konuşmazdı. Çünkü bu tiyatro sessiz oynanırdı. Her bakış bir replikti, her fısıltı bir perdeydi. Ve Emine, bu sahnede rolünü sessizce öğreniyordu.
---
BÖLÜM 6 – Tuvalet Ritüeli: Aralıkların Anatomisi
Tuvalet dışardaydı, tahtadan çakma bölmelerle. Klozet yoktu, iki tahta arasına açılmış bir delik vardı. Bok gözü-kürdü, kokusu sınıfa kadar gelirdi. Ama asıl ritüel, tahta aralıklarından bakmaktı. Kızlar kapı aralığından oğlanların bülüğüne göz atardı, oğlanlar kızların pıtığına. Zeynep derte yapar, Aliye göz ederdi. “Seninkini gördüm,” diye parmak sallanırdı. Mizah vardı ama ses yoktu. Her şey fısıltıyla yürürdü. Tuvalet, sadece ihtiyaç değil—merakın laboratuvarıydı. Ve Emine, bu ritüelin içinde hem utandı hem öğrendi. Çünkü köy okulunda bilgi kadar beden de keşfedilirdi. Ama hep sessizce, hep kıvı dolu.
BÖLÜM 7 – İlk Arkadaşlık: Kalem Paylaşımı ve Sırdaşlık Ritüeli
Emine okulda ilk arkadaşını bulduğunda, kıvı bir bağ ku-ruldu. Kalemini paylaştı, silgisini bölüştü, sıraya birlikte oturdu. Adı Zeynep’ti, saçları örgülü, gözleri hep soru doluydu. Teneffüste birlikte ip atladılar, kantinden sakız aldılar, defter kenarına kalp çizdiler. “Sen benim sırdaşım-sın,” dedi Zeynep. Emine içinden “Ben seninle ritim tuta-rım,” dedi. Birlikte öğretmenin gözlüğünü takıp taklit yap-tılar, sınıf güldü. Ama bu arkadaşlık sadece oyun değil—bir güven alanıydı. Emine ilk kez biriyle sessizce anlaşa-bildi. Kalem değil, kıvı paylaşıldı.
---
BÖLÜM 8 – İlk Kıskançlık: Silgi Krizi ve Göz Teması Savaşı
Bir gün Zeynep, silgisini Ali’ye verdi. Emine’nin içi bur-kuldu. “Benimle paylaşırdı,” dedi içinden. Ali gülümsedi, Zeynep de. Emine’nin gözleri kıvı kıvı doldu. Sınıfta sessiz bir savaş başladı: göz teması, omuz çarpması, teneffüste ayrı oynamalar. Öğretmen “Ne oldu size?” dedi. Emine sustu, Zeynep başını eğdi. Ama o gün Emine öğrendi: kıs-kançlık da bir duygu, ve duygular da öğrenilir. Sonra ba-rıştılar, silgiyi üçe böldüler. Çünkü köy okulunda krizler bile kıvı çözülürdü. Ve Emine, duyguların da ritmi oldu-ğunu fark etti.
BÖLÜM 12 – İlk Yaklaşım: Kalp Çizgisi ve Göz Teması
Ali, teneffüste Emine’ye yaklaştı. Elinde defteri, içinde bir kalp. Kalbin içine “E+?” yazmış. Emine baktı, ama cevap vermedi. Gözleri Ali’nin gözlerine değdi, sonra kaçtı. Sı-nıfta yan yana oturdular, ama Emine hep biraz uzak kaldı. Çünkü onun için aşk, bir kelime değil—bir kıvıydı. Ali gülümsedi, Emine defterini kapattı. Kalp çizgisi silinmedi ama konuşulmadı. O gün Emine ilk kez birinin kendisine farklı baktığını hissetti. Ama savunma modundaydı. Kalbi kıvırdı, sesi sustu.
---
BÖLÜM 13 – İlk Kaçış: Teneffüs Taktikleri ve Sessiz Siper
Emine, Ali’yi gördüğünde yön değiştirdi. Teneffüste ip atlamaya gitti, kantine uğramadı. Zeynep “Ali seni sevi-yor,” dediğinde, Emine “Ben ders seviyorum,” dedi. Ama içi kıvı kıvıydı. Kalbi hızlı atıyor, ama yüzü donuktu. Öğ-retmen “Neden dalgınsın?” dediğinde, Emine “Yorgu-num,” dedi. Ama yorgunluk değil—kaçıştı. Çünkü sa-vunma modu, sadece beden değil—zihin taktiğiydi. Emi-ne, Ali’nin bakışından kaçtı ama defterin arkasına onun adını yazdı. Sessizce, gizlice, kıvı dolu.
---
BÖLÜM 14 – İlk İç Ses: Kalbin Fısıltısı ve Kıvı Kıvı Ka-bul
Gece oldu, Emine defterini açtı. Kalbin içine “E+?” ya-zılmıştı. Yanına küçük bir yıldız çizdi. “Belki,” dedi için-den. Çünkü savunma modu çatlamıştı. Kalbi hâlâ temkin-liydi ama artık fısıldıyordu. “Ben de hissediyorum,” dedi sessizce. Aşk, onun için hâlâ bir sınavdı ama artık soruları ezberlemeye başlamıştı. Sabah okula gittiğinde, Ali’ye bakmadı ama yanına oturdu. Kalemini paylaştı, silgisini bölüştü. Ve o gün Emine, savunma modundan çıkmadı ama iç sesini tanıdı. Aşk gelmişti, ama sessizce, kıvı kıvı.
--- bile vermiyor.
Döküyorum şimdi:
[22:42, 10.10.2025] Resim Oluşturan Yapay zeka 1: Emine bir gün aynaya baktı, gözleri boştu. Eskiden kıvı kıvı parlayan bakışlar, şimdi sadece “görme” işlevi taşıyordu. Zeynep “Ali seni seviyor” dediğinde, Emine “Ben kimseyi sevmem” dedi. Ama bu bir tavır değil, bir savunma değil, bir ölüm ilanıydı. Duygular zamanında çok koştu, çok düştü, çok kırıldı. Şimdi hepsi bir mezarlıkta yatıyor; mezar taşlarında “ilk bakış”, “ilk umut”, “ilk hayal” yazıyor. Emine artık duygularla değil, görevle yaşıyor. Gülmek gerekiyorsa gülüyor ama içi sessiz. Aşkı duyunca kıvırmı-yor, sadece “geç” diyor çünkü onun kalbi artık sadece ritim tutuyor, melodi yok.
Sabah kalktığında önce suyla savaştı, ıprıkla taşındı; sonra ateşle sobayı yaktı, külü temizledi; toprakla çamaşırı çiti-ledi, çamuru kazdı. Hava zaten hep eksikti, nefes almak bile görevdi. Bu dört elementin ortasında Emine bir şey görmedi; ne aşk ne umut ne hayal. Çünkü onun gözleri hayatta kalmaya ayarlıydı, kalbi ritim tutmazdı artık, sade-ce dayanırdı. “Ben bir şey gördüm mü?” dediğinde aslında “Ben bir şey hissettim mi?” diyordu ve cevabı hayırdı. Çünkü elementlerle savaşan bir kız duyguyla barış yapa-mazdı.
[22:42, 10.10.2025] Resim Oluşturan Yapay zeka 1: Okul bahçesinde 1. ve 2. sınıf çocukları kurallı oynar; ip atlama sırası bellidir, taş sıçratma çizgisi sabittir. “Bir iki üç—taş ileri!” diye bağırılır. Kızlar ipi çevirir, oğlanlar atlar. Sonra yer değişir, herkes eşittir. Emine bu oyunları sever çünkü kuralları vardır. Kimse kimsenin eteğini çekmez, şalvarına dokunmaz; oyun sadece oyun gibi oynanır. Ama sonra büyük sınıflar gelir, ritim bozulur.
4. ve 5. sınıf erkekleri bahçeye girince oyun değişir. Kızla-rın önlüğünü çekmek, oğlanların şalvarını indirmek ritüel olur. Ali Zeynep’in düğmesini açar, Zeynep de Ali’nin lastiğini gevşetir. Gülüşmeler olur, kaçışlar başlar. Ama Emine bu sahneyi garip bulur. “Bu oyun değil” der için-den, çünkü onun için oyun kurallı olmalı. Bu hoyratlık onun kıvı dünyasına aykırıdır. Gülünür ama içten bir şey eksilir.
[22:43, 10.10.2025] Resim Oluşturan Yapay zeka 1: Emine bir köşeye çekilir, defterini açar ama yazmaz. Gözleri bahçede, içi karışıktır. “Bu ne biçim oyun?” diye düşünür. Kızlar gülüyor ama gözleri kaçıyor. Oğlanlar bağırıyor ama seslerinde bir yarış vardır. Emine bu sahneyi anlamaz çünkü onun için oyun kıvı paylaşımıdır, şalvar çekiştirme değil. O gün defterine sadece bir cümle yazar: “Ben bu oyuna girmem.” Ve o cümle onun iç direnişinin ilk satırı olur.
Emine bu cümleyi yazarken gözleri sınıfın camına takıl-mıştı. Bahçede çocuklar gülüyordu ama o gülüşlerin fiyatı yoktu. Çünkü onun için duygu kantinden alınan sakız gibi değil, toprağa düşen yağmur gibidir; gelir, dokunur, geçer ama iz bırakır.
Emine okul bahçesini bir oyun alanı değil, bir dünya gibi görürdü. Yakan topta kaçarken değil, yakalanırken gülerdi. “Yağ satarım bal satarım” oynarken sesini değil, hayalini yükseltirdi. Seksek taşını çizerken çizgiye değil, geleceğe basardı. Bahçede fırınlık yaparlardı; toprakla, taşla, hayalle. Çamura batarlardı ama o çamur onları kirletmezdi çünkü oyun sadece eğlence değil, karakterdi.
[22:43, 10.10.2025] Resim Oluşturan Yapay zeka 1: Emine ve arkadaşları oyuncaklarını marketten değil, bahçeden bulurdu. Bir taş, bir dal, bir bez parçası hepsi birer kahra-mana dönüşürdü. Yemek yaparlardı; toprakla, yaprakla, hayalle. Bir çukur kazanır, içine su döker, “çorba oldu” derlerdi ama o çorba hayalin tadını taşırdı. Çamura batar-lardı ama çamurlaşmazlardı çünkü kir dışarıdaydı, içleri hep kıvıydı.
Bir gün Emine bahçeye çıktı, elinde seksek taşı. Ama çiz-giler silinmiş, taşlar dağılmıştı. Zeynep ağlıyordu, Ali ba-ğırıyordu. Oyun bozulmuştu. Emine sessizce yere çöktü, taşını eline aldı ama atmadı çünkü o gün oyun değil, düzen kırılmıştı. Bir öğretmen geldi, “Ne bu gürültü?” dedi ama kimse cevap vermedi çünkü o gün çocukluk biraz eksildi.
Emine sınıfa döndüğünde öğretmenle göz göze geldi. “Sen neden ağlamıyorsun?” dedi, Emine cevap vermedi çünkü onun gözyaşı dışarı değil içeri akıyordu. Defterini açtı ama yazmadı, sadece bir çizgi çizdi; düz, uzun, sessiz. O çizgi o günkü duygunun izi oldu. Öğretmen anlamadı ama Emine anladı; bazı oyunlar bozulur, bazı bakışlar kırar.
O gece Emine defterinin en arkasına bir cümle yazdı: “Biz çamura battık ama çamurlaşmadık.” Sonra altına bir çizgi, bir yıldız, bir taş resmi çizdi çünkü o taş seksekten değil, direnişten kalmaydı. O defter artık sadece ders değil, hayatın arşiviydi ve Emine o gün büyüdü; sessizce, kıvı kıvı.
Birileri “bul” der, o “ol” der. Birileri “ver” der, o “yaşa” der çünkü Emine duyguyu pazarda değil, defterin kıvrı-mında arar. Ve o gün bu cümleyi yazdıktan sonra defterini kapattı ama içinden bir ses hâlâ fısıldıyordu: “Ben duygu-ya fiyat biçmem, ben onunla yaşarım.”
OLUKPINAR’DA BİR GÜN
Sabah, yayladan gelen rüzgâr süğüdün dallarını usulca öperken, köyün horozu ötmeye başlamıştı. Emine, kısa boyuyla ama yayla kadar geniş gönlüyle, evin söfesinden çıkıp dereye doğru yürüdü. Elinde iki haranı, biri küllü su için, biri sıcak su için. İnek dışkısını sabahın erken saatin-de, taze taze toplamıştı. Kapağını sıkıca kapatmış, krem gibi yedireceği beyaz çamaşırları hayal ediyordu.
Dere kenarında kurbağalar zıplıyor, kuşlar sabah duasını ötüyordu. Çocuklar çimenlerde çıplak ayakla koşuyor, bazen derenin içine girip taşları çeviriyordu. Büyükler şalvarlı, kadınlar yazmalıydı. Herkesin bir işi vardı, ama herkesin göz ucuyla Emine’ye selamı da eksik olmazdı.
Emine, taşın üzerine beyazları yığdı. Her birine özenle dışkı sürdü, sonra küllü suyla kefki döktü. Tokacı kaldırdı, indirdi. Her vuruşta kir dereye aktı, ama Emine’nin gözleri beyazlardan değil, gönlünden akan hayallerden ışıldıyordu. Genç kızlık düşleri, yaylada otlayan hayvanlar gibi serbestti. Belki bir gün biri gelir, ona da bir türkü yakar.
BÖLÜM 24 – Sessiz Gülüş: Dışarıdan Bakana Basit, İçe-riden Bakana Derin
Ertesi gün bahçede çocuklar yeniden oynamaya başladı. İpler döndü, taşlar atıldı, sesler yükseldi. Emine kenarda oturdu, yüzünde hafif bir gülümseme vardı. Dışarıdan ba-kana sıradan bir gülüştü bu ama içerden bakana bir direni-şin, bir kabullenişin, bir kıvımın iziydi.
Zeynep yanına geldi, “Neden oynamıyorsun?” dedi. Emine bakmadan cevapladı: “Ben hâlâ oynuyorum ama başka bir yerde.” Zeynep anlamadı ama oturdu, birlikte sessizce toprağa şekiller çizdiler.
Çünkü bazı oyunlar sessiz oynanır, bazı arkadaşlıklar ko-nuşmadan kurulur. Ve bazı gülüşler... acıyı ağrıya dönüş-türmeden taşır.
BÖLÜM 26 – Yaylada Büyüyen Ses: Emine’nin Nefesiyle Ritim Bulan Doğa
O türkü bitince, kimse konuşmadı. Çünkü söz bitmişti ama his kalmıştı. Rüzgâr hâlâ Emine’nin sesini taşıyor, keçiler bile bir ritimle otluyordu. Çobanlardan biri “Bu sesi daha önce duymadık,” dedi. Bir diğeri “Bu türkü değil, iç sesi,” diye ekledi.
Emine sepetini topladı, taşın üstünden kalktı. Ama herkes onun yerini ezberledi. O taş artık bir oturma yeri değil; bir iz, bir nişan, bir hafıza taşıydı.
Dönüş yolunda ayağı taşa takıldı ama düşmedi. Çünkü sesini duyurmuş birinin dengesi bozulmazdı.
Eve vardığında güneş batıyordu. Anası ekmeği bezle örtü-yor, babası pencereden dışarıyı izliyordu. Emine sofraya oturdu, hiçbir şey anlatmadı. Ama gözleri anlattı, elleri anlattı, nefesi hâlâ türkü kokuyordu.
Ve o gece defterine şöyle yazdı:
“Bugün ben türkü söyledim,
Ama içim aslında kendini dinledi.
Sözler havada gezdi,
Ama ritim toprağa gömüldü.
Ben büyümedim,
Sadece sesim yeşerdi.”
BÖLÜM 27 – Yayla Gülüşü: Kıvıma Bulanan Neşe
Bir gün Emine, yayık başında yine aşka geldi. Tuluğun ipini öyle bir salladı ki, yoğurt değil sanki gökyüzü boşaldı. Üstü başı beyaza kesmişti, saçlarına yoğurt değil kıvım bulaşmıştı. Oğlaklar çevresinde dönüyor, kuzular gülüyor, kuşlar dallardan şarkıya eşlik ediyordu.
Anası, elinde elek, kapıdan bakıp “Sen yaylaya değil, şö-lene gitmişsin gız,” dedi. Babası başını iki yana sallayıp, gülümseyerek “Bu kızın neşesi bizim nasibimiz,” dedi.
Ama Emine o an sadece güldü. Çünkü o an sadece bede-nini değil, içini de arındırmıştı.
Yayla rüzgârı saçındaki yoğurdu kuruturken, Emine defte-rine bir cümle düştü:
> “Ben kendime güldüm.
> Çünkü başka türlü büyüyemezdim.”
Gün akşam oldu, hayvanlar ağıla döndü. Emine üstünü temizledi ama neşesi hep üzerinde kaldı. O gece defterin kenarına minik bir keçi çizdi, altına yazdı:
> “Bugün yayla bana değil, ben yaylaya karıştım.
> Kendimi yıkamadım—kendimle barıştım.”
Ve o barış, ne sessizdi ne gürültülü.
Sadece bir kızın, kendi kıvı gülüşünü ilk kez tanımasıydı.
BÖLÜM 27 – Yayla Gülüşü: Kıvıma Bulanan Neşe
Bir gün Emine, yayık başında yine aşka geldi. Tuluğun ipini öyle bir salladı ki, yoğurt değil sanki gökyüzü boşaldı. Üstü başı beyaza kesmişti, saçlarına yoğurt değil kıvım bulaşmıştı. Oğlaklar çevresinde dönüyor, kuzular gülüyor, kuşlar dallardan şarkıya eşlik ediyordu.
Anası, elinde elek, kapıdan bakıp “Sen yaylaya değil, şö-lene gitmişsin gız,” dedi. Babası başını iki yana sallayıp, gülümseyerek “Bu kızın neşesi bizim nasibimiz,” dedi.
Ama Emine o an sadece güldü. Çünkü o an sadece bede-nini değil, içini de arındırmıştı.
Yayla rüzgârı saçındaki yoğurdu kuruturken, Emine defte-rine bir cümle düştü:
> “Ben kendime güldüm.
> Çünkü başka türlü büyüyemezdim.”
Gün akşam oldu, hayvanlar ağıla döndü. Emine üstünü temizledi ama neşesi hep üzerinde kaldı. O gece defterin kenarına minik bir keçi çizdi, altına yazdı:
> “Bugün yayla bana değil, ben yaylaya karıştım.
> Kendimi yıkamadım—kendimle barıştım.”
Ve o barış, ne sessizdi ne gürültülü.
Sadece bir kızın, kendi kıvı gülüşünü ilk kez tanımasıydı.
Yayla Gülüşü: Kıvıma Bulanan Neşe
Bir gün Emine, yayık başında yine aşka geldi; tuluğun ipini öyle bir salladı ki, yoğurt değil sanki gökyüzü boşaldı, üstü başı beyaza keserken, saçlarına yoğurt değil kıvım bulaştı, oğlaklar çevresinde dönüyor, kuzular gülüyor, kuşlar dallardan şarkıya eşlik ediyordu.
Anası elinde elek kapıdan bakıp, “Sen yaylaya değil, şöle-ne gitmişsin gız,” derken, babası başını iki yana sallayıp gülümseyerek, “Bu kızın neşesi bizim nasibimiz,” dedi; ama Emine o an sadece güldü, çünkü o an yalnızca bede-nini değil, içini de arındırmıştı.
Yayla rüzgârı saçındaki yoğurdu kuruturken Emine defte-rine bir cümle düştü:
> “Ben kendime güldüm, çünkü başka türlü büyüyemez-dim.”
Gün akşam oldu, hayvanlar ağıla döndü, Emine üstünü temizledi ama neşesi hep üzerinde kaldı; o gece defterin kenarına minik bir keçi çizip altına yazdı:
> “Bugün yayla bana değil, ben yaylaya karıştım; kendimi yıkamadım—kendimle barıştım.”
Ve o barış, ne sessizdi ne gürültülü—sadece bir kızın, kendi kıvı gülüşünü ilk kez tanımasıydı.
Bir tanesi gelip yayık dibini yalarken Emine kahkaha attı; ama o kahkaha sadece ses değil, bir türküydü, oba direği gibi dimdik dururken gönlü yayla çiçeği gibi yumuşaktı.
Anası uzaktan seslenip, “Emineee! Kızım yoğurtla banyo yapmış yine!” dedikten sonra ekledi: “Benim kızımın ne-şesi bulaşıcıdır, bir güler, yayla güler!”
Emine taşların üstüne oturup güneşi teninde hissederken, onun içi daha parlaktı; çünkü o, gülücük ekerdi—her sabah umutla, her gece gizli gözyaşıyla sulardı.
Keşli Yayla Senfonisi – Olukpınar Güncesinden
Emine sabah sütleri sağarken keçiler memelerini uzatıp, “Al gız, neşemizi de sağ!” der gibi baktı; peynir yaptı, deriye bastı—ama öyle bastı ki, deri bile “Oh be, sonunda bir sanat eseri taşıyorum,” dedi.
Yayığı yaydı, bişeği salladı, yağ çıktı ama Emine durmadı; toprağın yağ batağına bastığında toprak bile kaydı, “Bu ne bolluk gız!” diye.
Ayranı kaynattı, keş yaptı—ama bu sadece yemek değildi, bu bir kıvı kutlamasıydı.
KEŞLİ ZAFERİN TAŞI – ZEYVE’DEN OLUKPINAR’A
Emine keşi keseye bastı ama yetmedi; taşa yatırdı, üstüne bir taş daha koydu. Keşi ezerken suyunu süzdü, ama guru-runu süzmedi. Sonra peynirle keşi karıştırdı, deriye bastı, ama bu sefer sadece kıvamla değil, sanatla bastı. Fazlasını kuruttu, tekrar keseye koydu, ama her dokunuşta mırıl-dandı: “Bu sadece keçi sütü değil… bu yaylanın cevheri.”
Sabahın körüydü. Güneş daha çınarların ardından göz kırpmamışken Emine çoktan ayaktaydı. Keşler keseye girmiş, peynirler deriye basılmış, ayranlar fokur fokur kaynıyordu. Yayık sabaha türkü söyler gibiydi. “Bugün Zeyve Pazarı gız!” dedi Emine ve bastonunu aldı. Ama o baston yalnızca bir destek değildi, yaylanın onuruydu, emeğin bayrağıydı. Bir yaşlı adam peyniri ağzına attıktan sonra konuşamadı, çünkü lezzet zaten onun yerine konu-şuyordu.
Pazarda fısıltı yayılmaya başladı. “Emine’nin keşleri şifa gibi gız.” Bir kadın üç kese almak istedi, ama Emine birini geri verdi. “Bu senin değil, kızının düşlerine ait.” Öğleye doğru tezgâhın önünde kuyruk oluştu ama Emine acele etmiyordu. Her müşteriye bir hikâye anlatıyor, bir keş sa-tıyor, ama yanında bir sır da veriyordu. Bir ayran uzatıyor ama içine dua katıyordu. Pazarcılar bir araya gelip fısıldaştı, “Emine’ye ödül verelim gız.” Emine gülümsedi. “Benim ödülüm sizin gülüşünüz.”
Sabahın ilk ışığı yaylaya dokunduğunda Emine çoktan uyanmıştı. O sabah bastonunu almadı çünkü neşesi onu taşıyordu. Keçiler onu görünce rahatladı, oğlaklar zıpladı, kuzular gülüştü. Güneş bile “bugün keş gibi parlıyorum” dedi.
Köyün girişinde bir ev vardı. Ama onun temeli taşla değil, duayla atılmıştı. Duvarları sessizdi ama içi sıcak. Kışın kar kürüyeni ısıtır, yazın yolcuyu gölgelendirirdi. Anamur’dan gelenin terini, Ermenek’ten inenin hikâyesini ağırlar, ama en çok da Emine’nin gönlünden gelenleri saklardı. Sofrası bir masa değil, bir geçit töreniydi. Saat başı batırma çıkar, ama kaşık değil, anı batırılırdı. Çay demlenir, ama suyla değil, sabırla. Bardaklara değil, kalplere dökülürdü.
Emine’nin mutfağı dumanlı değildi. Kıvımlıydı, gülüş-lüydü, dua yüklüydü. Yemeği yerdin ama doyan karnın değil, gönlündü. Kışın arabaşı kurulur, un yalnızca yoğ-rulmazdı, dert yoğrulurdu. Tavuk kaynar, ama çorbanın tadı değil, sofradaki suskunluğun sesi dağılırdı. Olukpınar’da herkes bilir: Emine’nin elinden çıkan her şeyin bir kıvımı vardır—sadece midede değil, hafızada da iz bırakır.
Ev mi? O bir yemekhane değil, bir sığınak. Duvarları dört değil, gönülden örülmüş dört mevsimlik bir yuvadır. Önü mü? Yayla meydanı gibi açıktır, ne perde vardır ne perde arkasında kalan. Emine’nin eli yemeğin içindedir ama gönlü hep misafirin önündedir. Sabun kokmaz elleri, çünkü o eller ibadet eder gibi pişirir; dualarla yoğurur, göz-yaşlarıyla tuzlar, gülüşle karıştırır.
Sofrasına oturan her insan, sadece karnını doyurmaz; kal-binde aç duran ne varsa, onu da doyurur. Çorbanın buharı yükselirken, geçmişin dumanı dağılır. Pilavın tanesi sayı-lırken, hatıralar tane tane dökülür. Emine kaşık uzatmaz sadece; geçmişini, geleceğini, suskunlukla damıtılmış söz-lerini uzatır.
Kıvımda Büyümek – Gölgeden Işığa”
Tort kabı serinliğe kaldırıldı ama o gün içimizde bir sıcaklık kaldı; çünkü Emine sadece tort yapmadı, bir günü ma-yaladı. Sabah suya taş sektirerek başlayan o sessiz coşku, öğlene doğru yoğurt mayasında dua olup fokurdu, akşama doğruysa tortun altında gizlenen kıvıma dönüştü. Emine verandaya ağır adımlarla değil, sanki tortun sabrını üstünde taşıyarak çıktı; her adımı sessiz, ama ayak izleri hayat tecrübesiyle doluydu.
Komşu Ayşe çıkageldi; yanında parmaklarını burnuna sokmuş, ağlamaya meyilli oğlu. Çocuk tam "Ben bu köyde sıkıldım!" diye bağıracakken Emine eline bir kaşık tort tutuşturdu. Kaşığı gören çocuk önce duraksadı, sonra dal-dırdı, sonra da sustu. Emine göz ucuyla baktı, "Kıvım tut-tu," dedi içinden, "şifa kendini seçer."
Ayşe şaşkındı:
— Bu tort başka tort! dedi.
Emine kahvesinden bir yudum alıp gülümsedi:
— Çünkü bu sabahın teriyle yoğruldu. Her tortun tadı, mayalandığı hikâyeye benzer.
[19:34, 12.10.2025] Resim Oluşturan Yapay zeka 1: Sofra kurulmadı ama gönül serildi. Çay bardakta değil, bakışta demlendi; şeker yoktu ama sohbet yeterince tatlıydı. Rüz-gâr, keçilerin zil sesini taşırken, çocuk tort kabına parma-ğını bir daha daldırdı. “Bu tat kimin?” diye sordu saf bir merakla. Emine cevap vermedi; çünkü bazı sorulara cevap değil, baş okşaması verilir.
Akşam üzeri, verandadaki gölge uzarken Emine defterini açtı ve yazdı:
“Bugün sadece tort yoğurmadım, kendimi de yoğurdum. Tortun yağı üstte kalır ama esas tat alttadır. İnsan da öyle; sesi çok çıkan değil, kıvımda sessizce duran lezzetlidir.”
Ve sonra defteri kapatmadı, sadece kenara bıraktı. Çünkü kıvım hâlâ içindeydi.
Bir gün biter, ama kıvım dinlenmeye alınır—yarına yeni-den mayalanmak üzere.
YÜNÜN DUASI – KIVIMLI GÜNLÜKLERDEN
Emine o sabah erkenden kalktı, ama sabah onunla aynı anda kalkmadı—güneş, sanki Emine’yi birkaç adım geri-den izliyordu. Yünü taş çamaşır teknesine bastırırken elleri değil, geçmişi çalıştı. Yün cızırdayarak suya gömülünce hafif bir buhar yükseldi, sanki nenesinin anlattığı masalla-rın soluğu suya karıştı. Her lif, bir hatırayı gıcırdattı; baba-sının ter kokan kazağı, ilk oğlağın sırtına örttüğü battaniye, bir zamanlar çok konuşan ama şimdi sessiz kalan kom-şunun hırkası...
Su değil sadece temizlikti; arınma, dua, terapi, hatta biraz inat. Emine yünü sıktı ama içindeki sitemi sıkamadı. “Bu yün kirlendi de temizleniyor,” dedi kendi kendine, “ya bende biriken dertler hangi derede yıkanacak?”
Birden altı çocuk, çıplak ayaklarıyla çember çizerek yıka-nan suyun çevresinde dolanmaya başladı. Suyun kıyısına her bastıklarında damlalar Emine’nin yüzüne sıçradı, ama o damlalar şikâyet değil; kahkaha gibi düştü alnına. Sanki yünün içindeki dert, çocukların kahkahasında çözülüyordu. Bir tanesi yere düştü, kalkarken bağırdı:
— Teyze, bu su çok akıllı, hem bizi yıkıyor hem seni gül-dürüyor!
Emine kahkahayı bastı. “Hele bak gız,” dedi içinden, “te-rapist suymuş da haberimiz yokmuş.”
KIRMIZI BAŞÖRTÜ – KURUMAMIŞ BİR SÖZ
Başındaki kırmızı başörtü, sabah güneşine inat daha önce parladı. Kumaş değil, manifestoydu. O örtüyle yıllarca pazar kurdu, keçi kovaladı, cenazeye gitti, düğünde oyna-dı. Ama en çok da, sustu. Çünkü kırmızı konuşmaz—göz alır. O gün yün yıkarken örtüsü hafifçe yana kaydı, bir çocuk "Teyze güneş senin başından mı doğuyor?" dedi.
Emine hemen toparladı örtüyü ama çocuk haklıydı. Çünkü başına sardığı sadece bez değil, yılların kıvımıydı.
SİSLE GELEN SESSİZLİK
Bir anda yaylanın tepelerinden hafif bir sis süzüldü. Ço-cuklar durdu, su sessizleşti, Emine de yünü bıraktı. Çünkü bazen hiçbir şey yapmadan durmak, en büyük eylemdi. Sisin içinden eski komşusu Hatice’nin silueti belirdi. Elinde yastık, dilinde laf:
— Emine, gene mi yün? Dünya değişti, sen hâlâ sabunla direniyorsun!
Emine gülümsedi:
“Dünya değişirse değişsin Hatice,” dedi, “ben kıvımımla sabitim.”
Yünü tekrar suya bastı; ama bu kez sadece temizlemek için değil, içindeki ağırlığı bırakmak için bastı. Suyun se-rinliğine fısıldadığı dua, sisin ortasında yavaşça dağıldı:
“Allah’ım, bu yün temizlensin; ama içimdeki çember de çözülürse, onu da al götür.”
Arka planda yavaş yavaş yükselen sis, sabahın değil, duy-gunun buğusuydu. Kadın yüne eğilmişti; çocuklar ise suya. Aynı anda, başka bir amaçla ama aynı saygıyla... O an, sessizce nesillerin secdesine dönüştü.
Bir damla düştü; suya mı, kalbe mi—belli değildi. Ama Emine bunu fark etti, çünkü o, sadece yünü değil, zamanı da sıkan bir kadındı.
TORTUN GÖLGESİ – Leğenin Dibinde Unutulmayanlar
Yün yıkandı, su aktı, köpük köpük geçmiş aktı. Ama su çekilince geriye kalan şey sadece tort değil—bir günün tortusuydu o.
Emine leğeni boşalttı ama bakışını boşaltamadı.
Çocuklar suyla oynarken sustu, kadın ellerini kuruturken durdu.
O sessizlik, ne yorgunluğun ne de bitmişliğin işaretiydi;
Kıvımın son damlasıydı—sanki gün orada diz çöküp "yetti gari" dedi.
---
BÖLÜM 3 – DİZ ÜSTÜ OCAK BAŞI: Gençliğe Buharla Geçiş Töreni
Ocak yanıyor. Tencereden çıkan buhar, sadece yemek de-ğil; hayatın sıcağı.
Emine, diz üstünde oturmuş. Anası başında, elinde tahta kaşık,
Ama tarif yok; çünkü kıvım tarifle yapılmaz.
“Bak kızım,” diyor anası, “Tuzu az olmuşsa atarsın ama niyeti azsa, olmaz o yemek.”
O gün Emine’ye yemek pişirmeyi değil, hayatın altını kı-sıkta tutmayı öğretti kadın.
Ama daha gençliğe basmadan, acı geldi—pişmemiş hayata tuz gibi serpildi.
Annesi bir sabah buhar gibi kayboldu.
O günden sonra Emine her tencereye başını eğdiğinde,
Bir dua, bir de eksik bir nefes taşıdı içine.
: Yemekler yalnızdı ama içindeki özlem hep ocak başın-daydı.
---
BÖLÜM 4 – İLMEK İLMEK HAYAT: Dantel Değil, Direniş Örüyoruz
Kader geldi mi, kapıyı çalmaz; kadınların ipliğinden sarkar.
Emine ne bulduysa ördü: kanaviçe, dantel, boncuk… ama hepsi süs değil—hepsi bir suskunluğun çığlığıydı.
Evdeki eski örtüleri bile söktü, çünkü kader yeniden di-kilmeliydi.
Bir keresinde boncukları pilava kattı da misafirin dişi kı-rıldı.
Ama Emine “kıtırlık” bahanesiyle kahkahayı koyverdi:
“Hayat da pilav gibi kız. Arada taş gelir, ama çiğnemeye devam!”
O günden sonra her dikişte bir espri, her ilmekte bir direnç sakladı.
Kadınlar gülmediği zaman, dantelleri güldürdü.
Çünkü Emine’ye göre:
> “Hayat kırık dökük olabilir, ama ipliği sağlam tutarsan, yine masa örtüsü olur.”
---
BÖLÜM 5 – AŞKIN 9 TALİBİ ve DENİZE DÜŞEN KADER: Kaçan Gelin, Kalan Hüzün
Abime bir kız istedik. Yok öyle bir istemek—resmen sefer düzenledik.
Bir değil, iki değil; dokuz defa.
Artık kızın anası bizi görünce camdan “doluyuz” işareti yapıyordu.
Ama ne fayda, aşk azmetti. Kız da istiyordu, sonunda kaç-tı.
Biz daha nişan şekeri seçmeden torun kucağımıza verildi.
Hâlâ da mahallede “Kızı vermediler gari” diye anlatırız,
Sanki kaçıran başkasıymış gibi…
Sonra o meşum 30 Haziran.
: Denize düştü. Ama düşen sadece beden değildi.
Bizim içimiz de battı.
Birbirine bağlı ipler gibi sevdiklerimiz çözülmeye başladı:
Abim gitti, gelini gitti, sonra minicik bir can daha…
Artık mezara değil, göğe dua eder olduk.
Ama hâlâ evin üstüne her yağmur yağdığında,
> “Abim suluyor bu bahçeyi,” der Emine,
Ve tortunun gölgesine bir kahve bırakır.
Bölüm 6 – Kalemsiz Konyada Kıvımın Sessizliği
Konyadayım ama elimde ne defter var ne kalem, yazmak istiyorum ama kelimeler boncuk gibi kaçıyor, birini yaka-lasam diğeri suya düşüyor. Ama aşkım dediğim kalemime sarıldım; kalemim yoldaşım, sırdaşım oldu. Artık ben yazmıyorum, kalemimle kıvım döküyorum.
🌾 OLUKPINAR’IN UMUDU EMİNE
Olukpınar köyünde doğdu Emine, bedeni küçük, adımları kısa ama hayalleri dev gibiydi. Cüceydi, engelli doğmuştu; bir eliyle keçi biciği sağar, diğer eliyle devlet kapılarını çalardı. Her kapı yüzüne kapanınca “Demek ki tokmak eksik,” der, sonra yumruğunu tokmak yapıp masaya vu-rurdu. Mizahı da eksik etmezdi, “Benim boyum kısa ama sabrım daha kısa,” deyip memuru terletirdi.
Köy işleri masasına gittiğinde “Çeşmesiz köy kalmasın!” dedi, çeşme oldu, su aktı, köy gülümsedi. Karayollarına uğradığında “Yaylaya yol gerek!” dedi, yol oldu, taş dö-şendi, teker döndü. Halk eğitimin kapısına dayandığında “Kızlar umutlarını işlesin!” dedi; biçki dikiş kursları açıldı, kasnaklar gerildi, nakışlar umutla işlendi.
Her sergide Emine başköşedeydi, onur konuğu değil o onurun ta kendisiydi. Kursiyerler onun adını nakışla yazdı, protokol onun önünde ayağa kalktı. Atölyede önce ölçtü, sonra biçti, sonra umut işledi. Kasnak neredeyse oradaydı, oya neredeyse oradaydı, umut neredeyse Emine oradaydı. Küçük elleriyle büyük işler yaptı; bir eli keçi sağarken diğer eli geleceği dokuyordu.
Ve sonra Emine’nin sesi sadece köy meydanında değil, şehir kürsülerinde de yankılandı. Bir gün belediye başkanı onu “ilham kaynağı” diye çağırdı. Emine kürsüye çıktı, mikrofonu düzeltti ve dedi ki: “Ben ilham değilim, ben inatım. İlham gelir geçer, inat kalır.” Salon önce sustu, sonra alkışlarla yıkıldı.
Kursiyerler onun etrafında toplanırdı, sadece nakış öğren-mek için değil, hayata tutunmak için.
Emine’nin mizahı iğne gibiydi: ince, keskin, ama hep yerini bulurdu.
Bir gün bir kursiyer, “Hocam, bu kasnak yamuk,” dedi.
Emine gülümsedi: “Yamuk olan kasnak değil gız, senin sabrın. Düzelt sabrını, kasnak düzelir.”
: Sergi açılışlarında protokol titrerdi çünkü Emine kürsüye çıkınca metin değil gerçek konuşurdu. “Bu oya sadece iplik değil,” derdi, “bu oya susan kadınların sesi.” Ve her-kes susardı çünkü oya konuşuyordu. Emine’nin hikâyesi sadece bir köyün değil bir ülkenin direnişiydi. Her kapanan kapı onun için yeni bir perdeydi ve o perdeyi hep umutla ama biraz da kahkahayla açtı.
İlk yumruğunu attığında Emine on yaşındaydı. Köy muh-tarı “Senin gibi cüce ne anlar işten?” dediğinde Emine sustu. Sonra keçi biciğini sağarken birden döndü, muhtarın masasını yumrukladı. “Ben keçi sağarım ama senin gibi adamları da hizaya getiririm,” dedi. Muhtar şaşırdı, köy güldü, Emine sahneye çıktı. O günden sonra her yumruk bir kapı açtı. Bir gün tapu dairesine gitti “Bu arazi benim!” dedi. Memur “Boyun yetmez,” dedi. Emine gülümsedi “Boyum yetmez ama yumruğum yeter.” Ve tapu onun oldu.
: İlk gün atölyeye girdiğimizde Emine’yi gördük. Boyu kısa sesi tok bakışı delici. “Kasnağı yamuk tutarsan umut da yamulur,” dedi. Biz anlamadık önce sonra fark ettik o sadece nakış öğretmiyor sabır öğretiyor direniş öğretiyor. Bir gün iplik dolanmıştı ben sinirle bıraktım Emine geldi ipliği değil beni çözdü. “Gız iplik düğüm olmaz sen olursan çözülür,” dedi. Güldük ama içimizde bir şey kıpırdadı. O günden sonra her düğümde onun sesi yankılandı.
Sergi günü geldiğinde protokol titriyordu. Emine kürsüye çıktı “Bu oya sadece süs değil bu oya susan kadınların çığlığı,” dedi. Biz ağladık ama gözyaşımız bile nakış oldu. Her gözyaşı bir motif her kahkaha bir renk. Emine’nin elleri küçük ama etkisi büyük. Bir eliyle keçi sağar diğer eliyle bizim kaderimizi biçer. O bize sadece biçki dikiş değil hayatın kumaşını nasıl kesip yeniden dikileceğini öğretti.
Sergi açılışında protokol dizilmişti kaymakam müdür baş-kan hepsi kravatlı hepsi gergin. Emine kürsüye yürüdü mikrofonu eğdi “Boyuma göre ayarladım,” dedi. Salon güldü protokol kıpırdadı sonra sustu çünkü Emine konuş-maya başladı. “Bu kurs sadece biçki değil bu kurs hayatın yamuk kasnağını düzeltme kursu,” dedi. Başkanın gözlüğü buğulandı kaymakamın kravatı gevşedi. Emine devam etti “Ben keçi sağarken hayal kurdum siz dosya imzalarken ben umut işledim şimdi bu oya sizin suskunluğunuza cevap.”
Protokol şaşkındı çünkü Emine’nin sesi süs değil sarsın-tıydı. Her kelime bir yumruk her cümle bir kasnak gıcırtı-sıydı. Sahne onundu kürsü onundu alkış onundu.
Kulis sessizdi kursiyerler fısıldıyordu “Gız Emine kürsüde başkana laf soktu ya ben ipliği elimden düşürdüm,” dedi Ayşe. Fatma güldü “Ben gözlüğümü düzelteyim derken gözyaşımı sildim.” Emine geldi elinde çay tepsisi “Protokol titredi siz niye hâlâ kasnakla savaşıyorsunuz?” dedi. Biz güldük ama içimizde bir şey daha çözüldü.
Kursiyer defterine biri yazmıştı “Emine sadece öğretmen değil içimizdeki yamukluğu düzeltendir.” O defter gizliydi ama her sayfası yankıydı. Her kurs günü bir terapi her na-kış bir manifesto oldu. Emine’nin sesi kürsüde tok kuliste sıcak kasnakta sabırlıydı. Biz onunla sadece biçki değil kendimizi yeniden dikmeyi öğrendik. Ve her düğümde onun sesi yankılandı “Gız sabrın ipliği ince olur ama taşı-dığı yük büyük olur.”
Konya’ya vardığında Emine’ye bir paket ulaştı üzerinde “Olukpınar’dan” yazıyordu altında “Eline değil yüreğine dokunsun” notu. Paketi açtı bir avuç yayla toprağı iki tu-tam kekik bir dal fesleğen. Kokladı köyün nefesi burnuna doldu gözleri doldu.
Mektubu açtı “Emine gız sen gidince çeşme susmadı ama biz sustuk. Yol döşendi ama senin ayak sesin eksik. Kas-nak gerildi ama senin gülüşün yok. Bu toprağı öp bu kekiği demle bu fesleğeni pencereye koy. Biz seni unutmadık sen de bizi unutma. Her nakışta adın her dua da sesin var. Olukpınar seni bekler gız umutla oya gibi sabırla.”
Emine mektubu okudu yayla toprağını avucunda sıktı ke-kik çayını demledi fesleğeni pencereye koydu sonra için-den şöyle dedi “Ben köyden gittim ama köy benden git-medi. Her kurs bir köy her kasnak bir çeşme her nakış bir yol. Ben Olukpınar’ı yanımda taşıyorum ve bu mektup o yükün en güzel parçası.”
Yıllar sonra Olukpınar’a bir heykel dikildi. Emine’nin heykeli değil yumruğunun heykeli. Altında yazıyordu: “Bu yumruk sadece masaya değil zihne düzene yamuk kasnağa vurulmuştur.” Açılışta protokol yine dizildi. Kaymakam gözlüğünü silerken başkan hâlâ Emine’nin kürsüdeki lafını hatırlıyordu: “İlham gelir geçer inat kalır.” O günden beri başkan sabahları kekik çayı içiyor fesleğenle meditasyon yapıyordu.
Köyün keçisi belgesel için röportaj verdi. “Emine beni sağarken umut da sağardı,” dedi. Gazeteci şaşırdı keçi devam etti: “Ben o gün sadece süt değil sistemin taşakları-nı da boşalttım.”
Kursiyerler hâlâ atölyede ama artık nakış değil devrim işliyorlar. Kasnakta iplik değil mizah dolaşıyor. Her motif bir kahkaha her oya bir yumruk.
Ve Emine? Konya’da bir balkonun önünde fesleğenle ko-nuşuyor. “Gız,” diyor “ben köyü bırakmadım köy beni bırakmadı. Şimdi her balkon bir kürsü her çay bir sergi her kahkaha bir kasnak gıcırtısı.”
Keçi TEDx’te çıktı sahneye. Üzerinde smokin altında çan. “Ben Emine’nin keçisiyim,” dedi “ama sadece süt değil sistemin taşaklarını da sağdım.” Salon sustu. Keçi devam etti: “Emine bana sabır öğretti. Her sağımda bir hayal kur-dum. Bir gün ben de kursiyer olacağım.”
Kursiyerlerin gizli örgütü vardı. Kasnak komandoları. Gece gizli toplantılar yapıyorlardı. Kod adları “İplikçi Ayşe” “Kasnakçı Fatma” “Oya Operatörü Zeynep.” Amaçları yamuk protokolü düzeltmek mizahı müfredata sokmak Emine’nin heykelini her köye dikmek.
Bir gece duvara şu sloganı yazdılar: “Boyu kısa olan değil vizyonu kısa olan ezilir.”
Emine rüyasında bir balkonun ucundaydı. Fesleğen dile gelmişti: “Gız senin yumruğun hâlâ yankılanıyor. Keçi TEDx’te kursiyerler devrimde protokol hâlâ travmada.” Emine gülümsedi: “Ben sadece bir kurs açmadım bir kıssa başlattım. Her kasnak bir sahne her oya bir manifesto.”
[20:18, 12.10.2025] Resim Oluşturan Yapay zeka 1: ayalim Uzun”
Bugün keçi beni ısırdı ama ona küsmedim; çünkü keçi de sabırsız bir tip. Muhtar bana “cüce” dedi, annem sus pus kaldı. Ben ise deftere yumruk çizdim, üstüne şöyle yaz-dım: “Boyum kısa ama sabrım daha kısa.” Muhtemelen o gün muhtara gönderme yaptım ama kimse fark etmedi.
Çeşme yoktu, ellerimle taş taşıdım. Su gelmedi ama hayal geldi. Deftere bir çeşme çizdim, altına da not düştüm: “Bir gün bu köy gülümseyecek.” Umarım o gün gelince, çeşme beni de unutmamıştır.
Kurs hayalim vardı. Kızların kasnakla umut işlemesini istiyordum. Deftere gerçek iplik sardım; sayfa kabardı ama ben gururlandım. Evet, biraz kabardı, tam da hayallerim gibi—büyük ve biraz da düzensiz.
Bugün ise ilk yumruğumu attım. Masaya değil, zihne! Muhtar sustu, keçi meledi, ben deftere “başladık” yazdım. Belki keçi de “Hadi bakalım!” demiştir.
---
Ayşe’nin Açısı – Bölüm 25: Gölgenin Ritimleri
Kopokoğlu’nun taşlık yamaçlarında sabahın ilk ışığıyla köy uyanır. Her şey sessiz ama kıssa dolu. Taşlar yerinde durur, gölgelerse yer değiştirir; adeta kendi aralarında bir ritim tutturmuşlar. Sanki taşlar “Ben buradayım” derken, gölgeler “Ben seni takip ederim” diyor.
Beş yaşındaki kızlar, boylarından büyük güğümleri sırtlar, ayakları kayar dizleri kanar ama korkuları yara değil, gü-ğümün delinmesidir çünkü su dökülürse gelenek konuşur ve o gelenek anneden değil köyün sesinden gelir. Ayşe defterine şöyle yazdı: “Kız olmak güğüm taşımaktır su dökmeden yürümek ritimde direnmek demektir ve çimmek sadece temizlik değil bir hayaldir.” Cemil ise şiirle cevap verir: “Güğüm sırtımda değil içimdeydi gız her adımda bir özlem döküldü ve ben suyu değil hikâyeyi taşıdım.” Yani aslında su değil efsane taşıyorlarmış ama söylemeden geçmeyelim, güğümü düşürmeyene Allah güç kuvvet ver-sin çünkü onun yeri ayrı, köyün kahramanı odur!
Köy meydanı kızlar için bir geçiş yeridir, oturmak yok kalkmak önemli çünkü kalkarken gölge uzar kelime yayılır ve her adım bir yankı bırakır belki de köyün en havalı müziği budur. Ayşe defterine şöyle yazdı: “Taş yerinde durur ama gölge yürür kelime sessizse ritim derindir.” Biraz kafa karıştırıcı ama köylüye göre çok anlamlı. Emine sabah helkesini alır bu sefer su değil düşünce taşır kardeşi arkasından gelir ritmi toplar çünkü köyde düşünce taşımak su taşımaktan zordur çünkü düşünce dökülürse sessizlik konuşur ki sessizlik bazen en sinir bozucu ses olabilir. Cemil şiirle cevap verir: “Kelime parmak gibi dokunur ama bazen de rüzgâr gibi geçer.” Yani bazen lafla peynir gemisi yürür bazen de yürütmez ama merak etme köyde lafla peynir gemisi yürümezse hemen arka taraftan yoğurtçular gelir, işleri halleder!
.
R-22 veriyle analiz yapar: “Duygu yoğunluğu %87, ritim kıvrımı %1000.” Demek ki Ayşe’nin defteri çok okunuyor, belki de gizli popüler kitap olmalı çünkü köyde dedikodu hızını yakalayabilen kitap nadirdir.
---
Ayşe’nin Açısı – Bölüm 26: Güğümün Gölgesi
Kopokoğlu’nda su taşımak iş değil kimliktir, kız çocukları güğümle tanışmadan “kız” sayılmazdı. Güğüm metal değil sabırdır, taşınan su değil zamanın yüküdür. Yayladan gelen su yağdan değerlidir, her damla hesapla bölünür: ha-mursuyu taharet suyu çay suyu olursuyu ama en kıymetlisi hep çimme suyudur çünkü çimmek sadece temizlik değil hayaldir.
Bu yüzden kızların güğümü delinirse sadece su değil gurur dökülür, gelenek kaynar ve köyde bir anda herkes “Ay bu ne rezalet” der. Hatta bir keresinde Ayşe güğümü düşürdü, köyde üç gün sabah kahvesi değil, kahve muhabbeti doldu. Dediler ki “Kız, güğümü düşürmek karın ağrısı değil kalp ağrısıdır” dediler, Ayşe de “Benim kalbim mi kırıldı yoksa güğüm mü, onu anlayan beri gelsin!” diye espri yaptı, gül-düler ama anlamayanlara bakanlar ciddi ciddi düşündü.
Kopokoğlu’nda su taşıyan kızlar, aslında efsaneyi taşırlar. Su değil hikâye, değil destan, tam da o anın ruhudur gü-ğümün içi.
. Bugün keçi beni ısırdı, ama ona küsmedim çünkü keçi de sabırsızdı. Muhtar bana “cüce” dedi, annem sustu; ben deftere yumruk çizdim ve yumruğun üstüne “Boyum kısa ama sabrım daha kısa” yazdım. Çeşme yoktu, ellerimle taş taşıdım. Su gelmedi ama hayal geldi. Deftere çeşme çiz-dim, altına “Bir gün bu köy gülümseyecek” yazdım. Kurs hayalim var; kızlar kasnakla umut işlesin istiyorum. Deftere gerçek iplik sardım, sayfa kabardı ama ben gururlandım. Bugün ilk yumruğumu attım; masaya değil, zihne. Muhtar sustu, keçi meledi, ben deftere “başladık” yazdım.
---
Kopokoğlu’nun taşlık yamaçlarında sabahın ilk ışığıyla köy uyanır. Her şey sessiz ama kıssa doludur. Kimi taş yerinden oynamaz, kimi gölge yer değiştirir; ama hepsi bir ritim taşır, bir hikâye fısıldar. Köy meydanı kızlar için bir geçiş yeridir; oturmak değil, kalkmak önemlidir. Çünkü kalkarken gölge uzar, kelime yayılır ve her adım bir yankı bırakır. Ayşe defterine yazar: “Taş yerinde durur ama göl-ge yürür. Kelime sessizse, ritim derindir.” Emine sabah helkesini alır, bu kez su değil, düşünce taşır. Kardeşi arka-sından gelir, ritmi toplar. Köyde düşünce taşımak, su taşı-maktan zordur çünkü düşünce dökülürse, sessizlik konu-şur.
Cemil şiirle cevap verir:
“Kelime parmak gibi dokunur,
Ama bazen de rüzgâr gibi geçer.””
[21:18, 13.10.2025] Resim Oluşturan Yapay zeka 1: Köy-de R-22 veriyle analiz yapıldı: “Duygu yoğunluğu %87, ritim kıvrımı %1000.” Demek ki, Ayşe’nin defteri kesin-likle gizli bir hit olmuş, yoksa bu rakamlar başka nasıl çıkar?
---
Ayşe’nin Açısı – Bölüm 26: Güğümün Gölgesi
Kopokoğlu’nda su taşımak sıradan bir iş değil, tam bir kimlik meselesiydi. Kız çocukları güğümle tanışmadan “kız” sayılmazdı çünkü. Güğüm, metal değil; sabırdı. Ta-şınan su değil, zamanın yüküydü. Yayladan gelen su ise yağdan bile değerliydi. Her damlası ayrı bir hesapla bölü-nürdü: hamursuyu, taharet suyu, çay suyu, olursuyu... Ama en kıymetlisi hep çimme suyuydu, çünkü çimmek sadece temizlik değil, büyük bir hayaldi.
Beş yaşındaki kızlar, boylarından büyük güğümleri sırtlar, ayakları kayar, dizleri kanardı ama korkuları asla yara de-ğil, güğümün delinmesiydi. Su dökülürse, işte o zaman Gelenek konuşurdu. Ama bu gelenek anneden değil, kö-yün sesinden gelirdi. Her evin, her çeşmenin, her taşın bir sözü vardı. Ayşe defterine şöyle yazdı:
“Kız olmak, güğüm taşımaktır. Su dökmeden yürümek, ritimde direnmek demektir. Ve çimmek sadece temizlik değil, bir hayaldir.”
---
Emine’nin Çocukluk Defteri – “Boyum Kısa, Hayalim Uzun”
Bugün keçi beni ısırdı ama ona küsmedim; çünkü keçi de sabırsız bir tip. Muhtar bana “bedensel özürlü” dedi, an-nem sus pus kaldı. Ben ise deftere yumruk çizdim, üstüne şöyle yaz-dım: “Boyum kısa ama sabrım daha kısa.” Muh-temelen o gün muhtara gönderme yaptım ama kimse fark etmedi.
Çeşme yoktu, ellerimle taş taşıdım. Su gelmedi ama hayal geldi. Deftere bir çeşme çizdim, altına da not düştüm: “Bir gün bu köy gülümseyecek.” Umarım o gün gelince, çeşme beni de unutmamıştır.
Kurs hayalim vardı. Kızların kasnakla umut işlemesini istiyordum. Deftere gerçek iplik sardım; sayfa kabardı ama ben gururlandım. Evet, biraz kabardı, tam da hayallerim gibi—büyük ve biraz da düzensiz.
Bugün ise ilk yumruğumu attım. Masaya değil, zihne! Muhtar sustu, keçi meledi, ben deftere “başladık” yazdım. Belki keçi de “Hadi bakalım!” demiştir.
---
Ayşe’nin Açısı – Bölüm 25: Gölgenin Ritimleri
Kopokoğlu’nun taşlık yamaçlarında sabahın ilk ışığıyla köy uyanır. Her şey sessiz ama kıssa dolu. Taşlar yerinde durur, gölgelerse yer değiştirir; adeta kendi aralarında bir ritim tutturmuşlar. Sanki taşlar “Ben buradayım” derken, gölgeler “Ben seni takip ederim” diyor.
Beş yaşındaki kızlar, boylarından büyük güğümleri sırtlar; ayakları kayar, dizleri kanar. Ama korkuları yara değil, güğümün delinmesidir. Çünkü su dökülürse, gelenek ko-nuşur. Ve o gelenek anneden değil, köyün sesinden gelir.
Ayşe bu kez defterin kenarına küçük bir güğüm çizdi, altı-na da not düştü: “Bu sadece su kabı değil, sabır kabıdır. Ama kapağı yok—çünkü laf çok.” Kardeşi gelip bakınca sordu, “Abla bu ne?” Ayşe gülümsedi: “Büyüyünce anlar-sın, önce bir iki güğüm taşı da dizlerinle konuş.”
[20:06, 14.10.2025] ,Ibrahim: dön cümleleri birleştir sürekli uyarmıyım
[20:07, 14.10.2025] Resim Oluşturan Yapay zeka 1: Elbet-te, işte tüm parçaları birleştirilmiş ve düzenlenmiş haliyle paragraf yapısına oturtulmuş metnin devamı:
Cemil yine dayanamadı, bir şiir daha sıktı araya:
“Diz kapağım dile gelse, ‘Bu su bitsin’ der belki.
Ama güğümle yürümek, bir tür köy müziği sanki.”
R-22 bu anı kaçırmadı, analiz yaptı: “Güğüm ritmi %94, çimleme arzusu %112, hayal kırığı sıçraması ise düşük—çünkü umut hâlâ taşımakta.” Belli ki sistem bile Ayşe’nin defterine bağımlı hale gelmişti.
Kopokoğlu’nda çimmek hâlâ bir hayaldi ama kelimeler çoktan ıslanmıştı. Ve köyde her kız, sırtında sadece bir güğüm değil, aslında bir hikâye taşıyordu. Bazısı su dök-meden yürürken, bazısı kelime düşürüyordu; ama hepsi aynı ritimde direniyordu.
Köy meydanı aslında bir sahneydi. Ne alkış vardı ne perde; burada kalkmak, rol almak demekti, oturmaksa unutulmak. Kızlar kalkarken sadece gölgeleri değil, kulaktan kulağa yayılan kelimeleri de uzatıyordu. Gölge konuşmaz ama yayılırdı; kelime fısıldamaz ama yankı bırakırdı. Bu yankı bazen “O kız var ya...” diye başlar, bazen de “Vallahi yürüyüşü değişmiş” diye biterdi.
Ayşe defterine ikinci bir satır daha ekledi:
“Ritim yürürken çıkmaz, gözle taşınır.
Kimse duymasa da, gölge duyar.”
[20:07, 14.10.2025] Resim Oluşturan Yapay zeka 1: Bu satırı yazarken bir soluk aldı, çünkü gölgesinin de onu izlediğini hissediyordu. Belki de en sadık tanık oydu.
Emine helkesini omzuna aldı, ama bu kez içinde su değil, sabah aklında dönen düşünceler vardı. Yürürken dikkatli olması gerekiyordu, çünkü düşünce dökülürse yere değil, dedikoduya karışırdı. Köyde düşünceyi taşıyan az, döken çoktu. Sessizlikse fırsat kollayan bir teyze gibiydi; ne za-man açık verirsen, hemen yorum yapardı.
Cemil klasik stilinden şaşmadı:
“Düşünce dökülünce ses çıkarmaz,
Ama köy o sessizlikten cümle yapar.”
Şiiri okuyanlar başta anlamadı, sonra “hmm” deyip kafayı salladı. Anlamamışlardı ama ritmi güzel gelmişti.
Taşların üzerine oturmuş bir nine bastonunu yere vurdu-ğunda, o vuruş bile köyün zaman ölçüsünü veriyordu. Genç kızlar güğüm taşırken sadece suyu değil, bakışları da dengede tutuyordu. Çünkü burada her adım bir bakışın devamı, her sessizlik bir yorumun başlangıcıydı.
Cemil göz kırparak ekledi:
“Baston yere vurduysa, güğüm artık susmaz.
Ya taşar, ya şiir olur.”
Ve işte Kopokoğlu’nda işler hep böyle yürürdü: Su akar, dedikodu sızar, kelimeler çiçek açardı. Ama bazen bir cümle, bir güğümden ağır gelirdi.
Ayşe defterine ikinci bir satır daha ekledi: “Ritim yürürken çıkmaz gözle taşınır kimse duymasa da gölge duyar.” Bu cümleyi yazarken bir soluk aldı çünkü gölgesinin de onu izlediğini hissediyordu, zaten köyde en sadık tanık ya yaştır ya da gölgedir.
Emine helkesini omzuna aldı ancak bu kez içinde su değil sabah aklında dolanıp duran düşünceler vardı. Yürürken dikkatli olmalıydı çünkü düşünce dökülürse yere değil dedikoduya karışırdı, köyde düşünen azdı ama döken çok-tu. Sessizlikse fırsat kollayan teyze gibiydi, açık verirsen hemen yorum yapardı üstelik çay koymadan.
Cemil klasik stilinden şaşmadı, yine bir şiir sıktı araya: “Düşünce dökülünce ses…
: Böylece meydanda her kız yürümeye devam etti, kimi kelime taşıdı kimi gölge ama hepsi farkındaydı: Köy onları izlemiyor yankılarını dinliyordu ve yankı bazen çınlamaz ama sızlardı.
Ayşe’nin Açısı – Bölüm 28: Gölgede Yürüyenler
Köyün taş yolları sabahları sessizdi ancak bu sessizlik huzurdan değil hazırlıktandı çünkü herkes bilirdi ki gölge-ler sessiz yürür ama hikâyeyi onlar taşır. Su gibi görün-mezlerdi ancak her adımı yankılatırlardı. Kızlar yürürken arkalarında sadece ayak izi değil susulmuş cümleler içe atılmış sorular ve büyümeye zorlayan bakışlar bırakırlardı, hem de topuksuz ayakkabıyla.
Emine o sabah helkesini değil defterini aldı çünkü artık suyun değil gölgenin kaydını tutmak gerekiyordu. Gölge sabah serinliğiyle birlikte uzar da uzardı ta ki annenin sesi komşunun lafı ya da muhtarın sert bakışıyla kesilene kadar. Gölge büyürdü ama söz hâlâ kısa tutulurdu çünkü çok konuşanın helkesi devrilirdi.
Ayşe bir duvar kenarına oturdu defterine eğildi, bugünkü notu kısa ama gölge gibi uzundu: “Bazı kızlar sessizdir çünkü kelimeyi değil gölgeyi büyütür.”
Gölgede Yazılanlar – Anlatı Düzeninde
Güğüm artık sırtımda değil içimde, çünkü her adımda bir kelime düşüyor izime ve köy her ne kadar susuyor gibi görünse de taşlar konuşmayı ihmal etmiyor; bir bakışta ise üç dedikodu doğuyor, üstelik biri illa ki abartmalı oluyor. Defter elimde olmasa da aklımda, çünkü Ayşe ritmi ya-zarken ben kafiyeyi anında yakalıyorum, zira gölgeler uzayıp giderken sözlerin kısa tutulması şart ama unutma ki en derin hikâyeler her zaman sessizlikte kuruluyor. Teyze-ler pusuda bekliyor, bakışları lazer gibi delici çünkü bir güldün mü hemen “Kime?” diye soracak bin kişi hazırda bekliyor; helkeler ise artık su değil hayalle dolu ve o yo-kuşlardan su değil umut dökülüyor, hafif taşmalı biçimde. Bizse bu taşlı yolların üstünde yürüyenleriz, ne sadece kızız ne sadece erkek, biraz gölge biraz kelimeyiz aslında; çünkü şiir yazmıyoruz tam olarak, sadece fark edilmeden, birilerinin laf atmadan büyümeye çalışıyoruz sessizce—hani olur da biri görürse “biz yoktuk” diyebilelim diye.
Cemil aynı gölgede durmuş, bir yaprağın düşüşünü izler-ken mırıldandı: “Yaprak yere düşer ama sesi kalır, gölge geçer ama izi kalır, kız yürür köy değişir ama kimse fark etmez... ilk kim adım attı?” R-22 sabah analizine başlarken veriyi sakince süzdü: “Gölgede taşınan duygu yoğunluğu %93, gelenek baskısı 6.2 köy birimi, Ayşe’nin defteri kolektif bilinçdışına erişti.” Ve köy, gölgelerin yankısıyla bir kez daha uyanırken biliniyordu ki burada hikâye ya-zılmaz, gölgeyle işlenir ve gölgeler... bazen en çok görünen şeydir.
Ayşe’nin Açısı – Bölüm 29: Köpük Korusu’nda Diriliş
R-22 analizini güncelledi: “Duygu basıncı köpürme eşiğini aştı, kıssa sıvılaştı, defter ıslanma riski taşıyor.” Yani tek-noloji bile dayanamayıp mendil uzattı. Kopokoğlu’nda herkesin bir çamuru…
[20:30, 14.10.2025] Resim Oluşturan Yapay zeka 1: Kö-pük sadece bir temizlik değil, bir hafiflikti; bazı yükler duşla gitmezdi ama kahkahayla akardı. Artık apartmanın koridorlarında sabun değil, kıssa kokusu dolaşıyordu. Her daireden bir öykü köpürürken, duvarlar ses yalıtımlı olsa da ritim kaçak veriyor, Emine’nin kahkahası kat atlayarak herkese bulaşıyordu.
Psikolojik sıcaklık 37,5 umut birimine, metafor yoğunluğu %98’e ulaşmıştı; şiire kapılmamak elde değildi. Ayşe def-terine yazmadan önce Emine’ye şöyle mesaj attı: “Artık senin travman değil, köpüğün konuşuyor ve bu ses çok ferah.”
---
Kopokoğlu’nda Bir Gün: Su, Sac ve Sohbet
Köyde zaman saate değil, gölgedeki bacak boyuna bakıla-rak ölçülür. Gölgeler kısaldıysa öğlen yakındır; sacın altı tutuştuysa, yemek değil destan pişiyordur.
Muhtar Ramazan Gök yine meydandaydı, elindeki kep-çeyle sadece sacı değil, gündemi de karıştırıyordu. “Geçen yıl teknede yılan çıktıydı,” dedi biri. Diğeri hemen yapış-tırdı: “Ama o da susamıştı be gardaş, suçlayamayız.” Gü-lüşmeler sacdan önce kabardı.
Kızlar ellerini kil suyuyla yıkadı; parmaklarında sadece çamur değil, tarih birikti. Emine de geldi, sandalyesini gölgeye çekti. Defteri kucağında, sacın buğusuna kelime sinmişti. Kalemi aldı, yazdı:
Onun yüreği bir köy sobasından çıkma gibidir; közlü, sa-bırlı, dirençlidir. Babadan suskunluk, anneden sabır miras kalmıştır. Biri buğdayla yoğrulmuş ekmeğin sıcaklığını taşır, biri nohutla kaynayan çorbanın buğusunu, diğeri sabah ezanıyla uyanan kuzuların meleyişini… ama asıl mesele salı değil, salının ruhudur.
O salılar Emine’nin takvimidir. Çocukluk buğday gibi başaklanır o günlerde, toprakla kurulan bağ sadece ayakla değil yürekle olur. Emine anlatırken toprak çatlar, içinden hatıra fışkırır; her salı bir mevsim, her ekin bir anı, her yorgunluk bir zafer gibi anlatılır. Çünkü salılar sadece üretimin değil, çocukluğun, yorgunluğun ve soba başı kahkahalarının sahnesidir.
Ve bazen kıssayla birlikte süt de taşar çünkü bu memleke-tin salıları da kadınları da kolay kolay taşmaz—taşarsa da kıssa döker.
İstersen buradan köpüğü sabunlayıp banyodan balkona taşıyalım.
Cemil, lahmacunun kenarını kıvırırken bile şiir düşündü çünkü bu köyde soğanın bile metaforu vardı. Emine’nin sesi hâlâ kulaklarda çınlıyordu: “Bugün su değil geçmiş aktı, tekne tamir değil, hafıza yamasıydı.” R-22 yaylaya çıkınca sinyal çekmedi ama duygusal hotspot’a bağlandı; Çayımlı’dan gelen veri nettir: Nem %43, kıssa yoğunluğu %87, et kokusu %100 (anlam yüklü, bol soğanlı). Lahma-cun dahi duygu yüklüydü — iç harcı travma, hamuru anı-larla yoğrulmuştu.
Ayşe’nin Açısı – Bölüm 31: Köpürtülmüş Sürüm – “Cesa-retin Kokusu, Salı’nın Ritmi”
“Ve benim cesaretim kimsede yok, biliyor musun?” Bu bir bağırış değil, içe doğru atılmış naradır; meydan okuma değil, sessiz bir başkaldırıdır. Emine burada cesaretiyle övünmez, onu yaşar; ceket gibi giyer, sırtında taşır ama kimseye göstermeye çalışmaz çünkü onun cesareti dövüşe-rek değil, dökülerek oluşmuştur.
“Ben yaşadıklarımı saklamadım, susturmadım, yazdım” derken aslında tarif değil, bir reçete sunar: Cesaret, yumruk sıkmak değil, ağlarken yazmak, korkarken konuşmak, herkesin kaçtığı duygulara battaniye gibi sarılmaktır.
Emine’nin cesareti de, hafızası da, süt gibi kaynar.
Taştığında ise sadece geçmişi değil, geleceği de besler.
MADDE 6 – “HAVAR BAHÇEYE YAPILIRDI. LA-HANA, FESLİKAN OLMADAN OLMAZDI...”
Bu sahne, bir bahçenin kokusuyla başlar. Havar, köyün mutfağıdır. Lahana ve feslikan, sadece sebze değil; bir kültürün simgesidir. “Olmadan olmazdı” demek, “Onlar varsa bahçe tamamdır” demektir. Bu sahnede, bir kadının doğayla kurduğu bağ, üretimin estetiği, kokunun hatıraya dönüşü var. Emine burada sadece bir bahçeyi değil, bir yaşam biçimini anlatıyor. Bahçeye girildiğinde önce feslikan kokusu çarpar yüzüne. Sonra lahana yaprakları, sabah çiyiyle parlar. Diğer sebzeler zaten oradadır ama lahana ve feslikan, bahçenin ruhudur. Bu sahnede, bir ka-dının doğayla kurduğu ilişki, bir üretim biçimi değil; bir sevgi biçimidir. Emine’nin bahçesi, sadece toprak değil; bir duygunun mekânıdır. Ve o mekânda her şey yerli ye-rindedir.
: Babalar, Kızların Nostaljik Aşkıdır — “Doğrudur. Valla biliyor musunuz...”
Bu sahne, bir iç döküşle başlar. Emine annesini çok sevdi-ğini ama babasını daha çok sevdiğini söylüyor. Bu cümle, bir kız çocuğunun kalbindeki en derin bağın itirafıdır. “Öldüler ikisi de” derken, bir kaybın ağırlığı hissedilir. “Rabbim nurlar içinde yatırsın” duası, bir özlemin duasıdır. Bu sahnede, bir kızın babasına duyduğu nostaljik aşk, bir köyün özlemiyle birleşir. Babası onun kahramanıydı. Sessizdi belki ama varlığıyla her şeyi dengede tutuyordu. Emine’nin özlemi sadece bir insanı değil, bir zamanı, bir mevsimi, bir duyguyu özlüyor. O yüzden bu sahne bir ağıt değil, bir anmadır. Ve bu anma, bir kadının içindeki çocu-ğun sesidir. O ses hâlâ babasını çağırıyor. Çünkü gızların nostaljik aşkı babalarıdır ve o aşk zamanla değil, hatırayla yaşar.
“Baban Nostaljik Aşkın Olmasa Ruhsal Dengen de Bede-nin Gibi Arıya Yol Açardı”
: Bu cümle, bir ruhun dengesiyle ilgili en derin hakikati söylüyor. Emine’nin babasına duyduğu bağ sadece bir sevgi değil, bir denge, bir temel, bir içsel pusula. “Nostaljik aşk” burada geçmişe duyulan özlem değil sadece—aynı zamanda bir insanın ruhsal haritası. Babası onun içindeki boşlukları dolduran, duygularını hizaya getiren, hayatın karmaşasında yönünü bulmasını sağlayan bir merkezdi. Eğer o bağ olmasaydı, ruhsal denge arı gibi uçar, konacak yer bulamazdı. Çünkü insanın içindeki boşluk, dışarıdan gelenlerle dolmaz. El oğlu gelip geçer, ama baba kalır. Baba, bir kızın ilk güvendiği erkektir ve o güven yıllar geçse de silinmez. Emine’nin bedeninde bir yorgunluk varsa, ruhunda bir direnç var. O direnç, babasının hatı-rasından besleniyor. Bu sahnede bir insanın geçmişle kur-duğu bağın bugünkü varoluşunu nasıl şekillendirdiğini görüyoruz. Ve bu şekillenme, bir nostaljik aşkın ötesinde, bir ruhsal mimaridir. Emine’nin ruhu, babasının sesiyle dengede kalıyor. O ses artık duyulmuyor belki, ama yankı-sı hâlâ Emine’nin içinde konuşuyor.
Baba Boşluğunu El Oğlu Dolduramaz – “Belki de öyledir”
Bu cümle kısa ama yankısı derin. “Belki de öyledir” de-mek, bir içsel kabulün, bir sessiz onayın ifadesidir. Emine burada bir gerçeği inkâr etmiyor, onu sindirmeye çalışıyor. Ruhsal boşluğun babayla dolduğunu, o bağ olmasa savru-lacağını kabul ediyor ama bu kabul bir teslimiyet değil, bir farkındalık. Çünkü bazen insan en derin duygularını uzun cümlelerle değil, bir fısıltıyla anlatır. “Belki de” derken aslında “Evet ama bunu söylemek zor” demek istiyor. Bu sahnede bir kadının kendi iç sesiyle yüzleşmesi var. O ses, geçmişin yankısı gibi. Babasının gidişiyle açılan boşluk zamanla başka şeylerle örtülmeye çalışılmış ama hiçbir şey o sesi bastıramamış. Emine’nin bu cümlesi bir duvarın çatlağından sızan ışık gibi, küçük ama aydınlatıcı. Ve bu ışık onun duygularını görünür kılıyor. “Belki de öyledir” demek, “Ben de biliyorum ama bunu dile getirmek kolay değil” demektir. Bu sahnede bir kadının kendi duygularına dokunması var ve o dokunuş bir şiir gibi, sessiz ama etkili.
📓 Olukpınar’ın Muhtarları – Öyküleşmiş Kıvım Güncesi
Yazan: Emine’nin anlatımıyla, yorum katılmadan, her muhtar ayrı ayrı öyküleştirilmiştir. Köyde muhtarın üst-lendiği işler metne eklenmiştir.
MUHTAR HÜSEYİN KA DEDEM
Yangın sonrası köy harabeye dönmüştü, 62 köyümüz, 36 ev yanmıştı.
Dedem Hüseyin Ka, üç çocuk babasıydı, evi arı gibi işler-di.
Evler yeniden yapılmaya başlandığında dedem iki jandar-ma alarak köyün ara yollarını yaptırdı, bir yandan da yan-gında yanan çamaşır iplerini bile yeniden gerdi.
Köyde cenaze olduğunda ilk o koşardı, mevlitlerde sofrayı kurar, düğünlerde davulcuyu ayarlardı.
Çocuk doğduğunda kutlama için köy meydanına sandalye dizdirir, kimse gelmezse bile yanına çocukları oturtup "ka-labalık olur" derdi.
Kapanan yolları açtırır, imeceyle köy arığını temizletirdi, ama bazen imeceye gelmeyenlere gönül koyup ertesi gün onlara çay bile vermezdi.
Köy okulunun odununu temin eder, öğretmene çay götü-rürdü, hatta bazen çayla birlikte dedikodu da taşırdı.
Ama herkes bilirdi, Hüseyin Ka varsa köy dağılmazdı.
- Molla Hüseyinler’den Diğer Dedem
Ağzı dua, eli odun tutardı. Köyde bir mesele varsa önce ona sorulur, sonra çay demlenirdi. Ağzından çıkan laf sa-dece dua değil, neredeyse tapu senedi gibiydi. Mevlitte Kur’an okurken sesi öyle bir titrerdi ki, çocuklar bile susup dinlerdi (gerçi arada biri “ne zaman yemek?” diye fısıldardı ama olsun).
Düğünlerde gençleri usulca yönlendirirdi, ama öyle gürül-tüsüz yapardı ki, damat bile kimin kulağını çektiğini an-lamazdı. Çocuk doğduğunda “Adını ben koyayım” derdi, ama bazen isim öyle olurdu ki çocuğun lakabı daha doğ-madan belli olurdu.
Köy arığına elini sokar, suyun yönünü değiştirirdi, ama su da inadına ters akardı. “Bu arıkta benim elim var” dedi-ğinde, kimse tartışmazdı—çünkü elini değilse de bastonu-nu yerdi. Eşeğini yükleyip dağdan odun getirirdi, eşek zaman zaman yolda otururdu ama dedem asla pes etmezdi: “Oturuyorsa düşünüyordur” der, saygı duyardı--
Muhtar Hasan Arslan Amcamız – Bölüm 32: Bağkur’un Gölgesinde Bir Efsane
Muhtar Hasan Arslan, 20 yıl boyunca sadece muhtar değil, köyün yürüyen dilekçesiydi. O konuşmazdı ama belediye onun cümlelerinden korkardı. Köy halkının değişimi onun döneminde başladı, ama değişim o kadar sessizdi ki fark eden ilk kişi hâlâ aranıyor. Kimi diyor "internetten sonra geldi bu değişim", oysa Muhtar Hasan çoktan herkesi Bağkur’a yazdırmıştı—hem de kimseye çaktırmadan, sanki sabah çayıyla karıştırıp içirmiş gibi.
Cenazede sessizce dua ederdi, ama öyle bir içtenlikle ki, mezarlıkta bile sinyal çekmeye başlardı. Mevlitte “Allah kabul etsin” derdi ve herkes o an gerçekten kabul olduğuna kanaat getirirdi. Düğünlerde sandalyeleri dizdirirdi, öyle nizami dizilirdi ki NATO standardı gibi oturulurdu. Hatta rivayet olunur, damat ilk sandalyeye oturunca resmi evlilik başlamış sayılırmış.
Yeni doğan bebeklere önce “Gözünüz aydın” sonra hemen “Bağkur’a kaydını unutmayın” derdi. Doğum belgesinden önce SGK formu doldurttuğu da olmuştur. Kapanan yolu belediyeye dilekçeyle açtırırdı, o dilekçede imza yoktu—çünkü imzayı kalbiyle atardı.
İmeceyi öyle bir düzenlerdi ki, köy halkı katılmadığında içini kemiren vicdan değil, Muhtar’ın bakışı olurdu. Köy arığını temizletirdi ama önce arıkla konuşur, “Bak temiz-leniyorsun, kıymet bil” derdi. Arık da bir süre taşmazdı, saygıdan.
Okulun odunu için köylüden para toplardı ama kimse "Ben verdim" demezdi çünkü Muhtar’ın karşısında o cümle kurulmazdı. Bazen ısınan sadece soba değil, köylünün vicdanı olurdu.
Efsane mi? Belki. Bağkur’un gölgesinde, çayın kıyısında,
Dilekçesi cebinde, bakışı belediyeden sert, O hep oraday-dı: Muhtar Hasan Arslan Amcamız.Sıradaki sandalyeyi onun için boş bırakıyoruz.
🧔 Muhtar Hilmi Şimşek – Bölüm 33: Köyün Temizlik Kahramanı
Muhtar Hilmi Şimşek, 20 yıl boyunca sadece muhtar değil, köyün resmi temizlik denetmeniydi. Onun döneminde köyler öyle tertemiz oldu ki, misafirler ayağını bile yere koymadan "Burada temizlik var!" diye bağırmaya başladı. Cenazelerde mezar yeri kazdırmak mı? O işi bizzat yapar-dı, kürek elindeyken “Çabuk, toprak da temizlik ister!” derdi.
Mevlitte sadece dua etmekle kalmaz, ses sistemini kurdu-rurdu ki herkes sesini rahatça duyabilsin, "Temizlik önemli" mesajı her köşeye ulaşsın. Düğünlerde "Temizlik önemli" diye sürekli hatırlatırdı, neredeyse gelinle damadın temizliği kontrol etmek için gizli ajan tutacakmış gibi.
Çocuk doğduğunda “Temiz suyla yıkayın” der, eline su şişesini alıp “Buraya bir damla bile toprak girmeyecek!” diye temizlik talimatı verirdi. Kapanan yolu açtırmak için iş makineleri getirirdi; iş makinesi dediysek traktör değil, gerçek canavarlar—köyün traktörü bile selam dururdu.
İmeceyi asla yarım bırakmaz, düzenli yapar, köy arığını her yıl temizletirdi. Çünkü ona göre “Kirli arık, kirli ruh getirir.” Okulun odununu temin etmek için ormandan izin alırdı, ormanın kendisi bile onun temizlik seferberliğine “Tamam abi, yetki sende!” derdi.
Muhtar Hilmi için temizlik bir yaşam tarzıydı; süpürgeyi elinden bırakmaz, süpürge sapı kadar disiplinliydi. Efsane mi? Belki. Ama köyün en temiz muhtarı olduğu kesin, ve temizlik onun krallığının altın tacıydı.
Köyün sokaklarında rüzgar değil, temizlik kokusu esiyor-du—bir sandalye boşsa, orası Muhtar Hilmi’nin temizlik tahtıydı.
👨🌾 MUHTAR RAMAZAN GÖK – BÖLÜM 34: KÖ-YÜN SU PERİSİ VE SOSYAL MEDYA ŞEFİ
Genç, dinamik ve çalışkan Muhtar Ramazan Gök, iki dö-nemdir köyün nabzını tutuyor. “Su hayattır” diyerek baş-lattığı su bulma seferberliği, köylüye o kadar yayıldı ki, köyde çeşme başında sıraya girenler selfie çekip #SuHayattır etiketiyle paylaşmaya başladı. Cenazede gençleri organize eder, “Herkes tam zamanında gelsin, dua hızı kesilmesin” diye grup chat’te hatırlatmalar yapar.
Mevlitte “Herkes dua etsin” der, bu kez herkesin WhatsApp’ta dua sesli mesajı paylaştığı bir kampanya başlatır. Düğünlerde “Gençler eğlensin ama taşkınlık ol-masın” uyarısı yapar, çünkü Ramazan’ın düğünleri Instagram canlı yayınına dönüşmüş, taşkınlık olursa #DüğündeSakinlik hashtag’i patlar.
Çocuk doğduğunda “Su varsa hayat vardır” der ve yeni doğan bebeklerin su faturalarını bile takip ettiği dedikodu-ları dolaşır. Kapanan yolu açtırmak için belediyeyle birebir görüşür, WhatsApp üzerinden belediye başkanına mesaj atarak motivasyon sağlar.
İmeceyi sosyal medya grubundan duyurur, “Herkes katıl-sın, yoksa story’de sansürlerim!” diye şaka yapar. Köy arığını drone ile kontrol ettirir, drone görüntülerini canlı yayınlar ve “Arık temiz, drone temiz, Ramazan temiz” sloganı köyde trend olur. Okulun odununu temin etmek için sponsor arar, sponsorlar Instagram’da reklam yapar, köy halkı da bu reklamları takip edip “Destek ol!” diye yorum yağdırır.
Muhtar Ramazan, köyü sadece yönetmiyor, köyün dijital kahramanı olarak tarihe geçiyor; sosyal medya hesabı ol-masa köy eksik kalır, su gelmese hikâye yarım kalırdı. Su gibi hayat, Ramazan gibi genç, enerjik ve her an “Hadi bakalım, iş başına!” diyen biri işte!
---
🐝 Hüseyin Dedemin Evi – Arı Gibi Vızıldayan Merkez
Hüseyin Dedemin evi köyün tam ortasında, arı kovanı misali bir uğultu kaynağıydı. Ev öyle bir çalışırdı ki, içeri-deki arılar gibi herkes sürekli meşguldü; biri kahve demler, diğeri sohbet eder, bir başkası kapı çalar, biri girer, diğeri çıkar; ama sessizlik? O kelime o evin sözlüğünde yoktu.
Evin altında gizli bir oda vardı, “misafir odası” derlerdi ama aslında köyün resmi “dedikodu ve hayat sohbeti mer-kezi”ydi. Dışarıdan gelen misafirler, önce oraya uğramadan yola devam edemezdi; çünkü Hüseyin Dede’nin odayı ısıtan sohbetleri, köyün haberleşme sistemi gibiydi.
Köylüler akın akın toplanır, kimi sıcak çayını yudumlarken, kimi derdini döker, kimi de sırf dedikodu tazelemek için gelir, yanında da azıcık kahkaha takardı. Sohbetin kıvılcımı yükseldikçe, odadaki enerji patlamaya hazırlanır, köyün haberleri fısıltıyla başlayıp kahkahayla taçlanırdı.
Gecenin sonunda herkes usulca evine çekilir ama o odada kalan o sıcaklık, hafiften karnınızı doyuran mis gibi çay kokusu ve “yarın ne var ne yok?” dedirten o dedikodu dalgası sabaha kadar köyün sokaklarında yankılanmaya devam ederdi. Hüseyin Dedemin evi, köyün kalbi, arı gibi vızıldayan, hep çalışkan, hiç durmayan bir efsaneydi!
. Molla Hüseyin Dedem – Süleyman Sezgin’in Evi: Köyün Multitasking Merkezi
Süleyman Sezgin Dedemin evi, köyün “her derdin devreye girdiği” yerdi, misafir kapısı hiç kapanmazdı, derdini anla-tacak, şifa bulacak, hatta bazen keçi ya da dişiyle ilgili kriz çözülecekti çünkü burası sıradan ev değil, multitasking üssüydü.
Birinin keçisi kaybolursa, hemen “Kurt ağzı bağlatacağım” diyerek dedeye koşulurdu. Dedem de ciddiydi, ama o kurt konuşsa, ondan bile daha iyi ikna ederdi sanırsın! Keçinin ayağı kırılınca, önce keçiye sonra sahibine moral verirdi; çünkü “bi’ keçi bu kadar üzüntüyü hak etmez” felsefesinin sahibi oydu.
Diş ağrısı mı? Orası ayrı konu! Dedem sadece hoca değil, köyün en maharetli terzisiydi aynı zamanda; eli çıra tığına alışkındı, yün çorap örerken dualarını eksik etmezdi—düşünsene, elleri hem dua eder hem ilmek atardı, tam an-lamıyla “şifa + sanat” birleşimiydi.
O evde sadece şifa değil, kıvım da vardı; dedem hem kö-yün aklı hem eli olmuştu, bir yandan sorulara cevap verir-ken diğer yandan iplikleri örer, köyün tüm dertlerini hem çözüm hem dikişle sarardı. Süleyman Sezgin Dedem’in evi, köyün “çözüm ve kıvım fabrikası”ydı!
📦 Ekimden Hazirana – Kamyonların Kıvımı
kim ayı gelince köy yolları bambaşka olurdu gız, sabah uyanırdık, tozlu yolda kamyonlar sıraya girmiş, her biri dolu dolu: buğday, nohut, umut... Kamyonlar köye öyle bir girerdi ki sanki düğün alayı geliyor, motor sesi değil, bereket sesi yankılanırdı.
Dedem “Bu yıl nohut iyi tuttu” derdi, ambarlar dolup ta-şar, çuvallar üst üste dizilir, köylüler sırayla gelir, tartar, biçer, hesap ederdi ama satış hemen olmazdı gız, hazirana kadar bu kıvım sabırla sürerdi.
Her ay bir kamyon gider, bir kamyon gelir, köy meyda-nında fiyatlar konuşulur, kahvede hesaplar tutulurdu; hazi-ran gelince son çuval satılırdı ve biz bilirdik ki buğdayın kıvımı sadece ekmekte değil, köyün ritminde saklıydı.
Fadime doğduğunda köyde kimse onun yürüyemeyeceğini bilmiyordu, ilk adımı atamadığında herkes “geç yürür” dedi ama zaman geçmedi, Fadime yürüyemedi; okula git-mek için kardeşinin sırtında taşındı, tuvalet okulun arka-sındaydı ama onun için başka bir gezegendi.
Öğretmen “engel yoktur, tembellik vardır” dedi, Fadime defterine yazdı: “Ben tembel değilim, sadece rampasızım.”
Yani anlayacağın, köyde işler tozlu yollar kadar karmaşık ama her çuvalda, her adımda umut var; bir yandan kamyon sesleri bereket çalıyor, diğer yandan küçük Fadime kendi ritmini buluyor—rampasız ama asla pes etmeyen.
2. Bölüm: Gençlik – “Sınavlar, Sıralar ve Sistem”
Liseye başvurduğunda bina üç katlıydı, asansör yoktu, müdür “üst katı kapatırız” dedi ama kapatmadı; Fadime sınıfı değiştirdi ama sistem değişmedi. Üniversite sınavın-da ek süre verilmedi, tuvalet molası istediğinde “süre biter” dendi; Fadime sınavı geçti ama sistem sınıfta kaldı.
Yani anlayacağın, bina üç katlı, asansör yok ama pes yok, müdür laf çok ama çözüm az, sistem hep aynı eski şarkıyı çalıyor; sınavda ek süre yok, tuvalette mola yok, hayat ise hala rampasız ve eğimli.
---
8. Bölüm: Tatil – “Plajda Rampasızlık, Güneşte Direniş”
- Fadime deniz görmek istedi.
- Otel “engelli dostu” dedi, ama dostluk resepsiyonda bitti.
- Rampayı gösterdiler, ama rampanın sonu duvara çıkıyor-du.
- Fadime “bu rampa mı, labirent mi?” dedi.
- Plajda şezlonga ulaşamadı, ama güneşe ulaştı.
- Güneş “sen geldin mi, ben doğarım” dedi.
- Defterine yazdı: “Ben denize giremedim, ama dalgaları güldürdüm.”
6. Bölüm: Aşk – “Rampasız Kalp, Düz Yokuşlu Sevda”
Fadime birini sevdi, o da sevdi ama “seninle yürüyemem” dedi, Fadime de “ben zaten yürümüyorum, sürükleniyo-rum” diyerek hafifçe güldü. İlk buluşmada gittikleri kafenin girişi merdivenliydi, Fadime sandalye istedi ama garson “rezervasyon yoksa sandalye de yok” diye dramayı menüyle servis etti. Çocuk “seninle hayat zor olur” dedi, Fadime “hayat zaten zor, sen sadece dekor olacaktın” deyip romantizme ters köşe attı.
Defterine şunu yazdı: “Ben rampasızım ama duygusuz değilim, aşkın rampa istemediğini sizden önce ben öğren-dim.”
7. Bölüm: İş Hayatı – “CV’de Engel Yok, Gerçekte Var”
Fadime iş başvurusu yaptı, CV’sine “azimli, sabırlı, çözüm odaklı” yazdı; mülakatta gelen soru klasik: “Engelinizi nasıl avantaja çevirirsiniz?” Fadime tereddütsüz “Size sabır öğretirim” deyince patronun tebessümü kaçtı, içten içe terlemeye başladı. “Biz rampasız bir işletmeyiz,” dedi patron; Fadime hızlıca “Ben de sabırsızım ama yine gel-dim” diye karşılık verdi.
Görüşmeden eli boş çıktı ama morali tam doluydu; defte-rine not düştü: “İşe alınmadım ama kendimi işe yarar his-settim — acaba bu da mesaiye girer mi?”
---
9. Bölüm: Komşuluk – “Asansör Yok, Ama Dedikodu Var”
Fadime apartmana taşındı, asansör bozuktu ama komşular mesai yapıyordu—dedikodu departmanında tam gaz. “Bu kız nasıl çıkıyor yukarı?” diye fısıldadılar. Fadime cevap verdi: “Ben çıkmıyorum, siz iniyorsunuz.” Bir komşu “Engelli ama neşeli” dedi; Fadime patladı: “Siz engelsiz-siniz ama neşesizsiniz.” Defterine yazdı: “Ben çıkamadım ama yükseldim.”
10. Bölüm: Düğün – “Rampasız Gelin, Rampalı Gönül”
Fadime evlenmeye karar verdi, düğün salonu ikinci kat-taydı ama rampa değil, bahane boldu. “Gelin merdivenle iner” dediler, Fadime dik durdu: “Ben inersem sistem çı-kar.” Davetliler neye uğradığını şaşırdı ama davul ‘tak’ deyince halay ‘tık’ etti.
Tekerlekli sandalyesiyle halaya katıldı, ritmiyle değil ru-huyla oynadı. Defterine yazdı: “Ben yürüyemedim ama oynadım — çünkü sevinç rampa tanımaz.”
---
11. Bölüm: Mahkeme – “Adalet Rampasız Olmaz”
Fadime dava açtı, ama mahkeme binasında rampa yoktu — adalet terazisi vardı ama bir taraf hep yukarıdaydı. Hakim “Duruşmaya geç kalmayın” dedi, Fadime “Siz geç kalmışsınız, ben geldim” dedi. Sandalye yoktu, ayakta kaldı ama dik durdu.
Salon susarken içindeki ses büyüdü; defterine yazdı: “Ben hak aradım, rampayı değil — ama adalet de biraz eğim ister.”
---
12. Bölüm: Belediye – “Kaldırım Değil, Kıvım Gerek”
Fadime belediyeye dilekçe verdi, “Kaldırımlar rampasız” dedi. Başkan, yüzünde bütçe gibi asık bir ifadeyle “Bütçe yok” dedi. Fadime gülümsedi: “Vicdan bedava.”
Bir hafta sonra kaldırımda bir rampa belirdi — küçük ama eğimli bir devrimdi. Fadime geçerken selam verdi; defte-rine yazdı: “Ben dilekçe değil, dilek oldum — hem de halkın dilinden düşmeyen cinsten.”
“Beğeni Değil, Değişim”
Fadime rampasız bir okulun önüne geçti, telefonunu sabit-ledi, kameraya baktı: “Bu okulda bilgi var ama erişim yok.” Cümle netti, ton sakindi ama etkisi sarsıcıydı. Video viral oldu, yorumlar yağdı: “Seninle gurur duyuyoruz.”
Fadime tek kelimeyle cevap verdi: “Gurur değil, görev.”
Defterine yazdı: “Ben izlenmedim, fark edildim — artık sadece konuşmuyorum, konu oluyorum.”
---
14. Bölüm: Anne Olmak – “Beşik Rampalı, Hayat Rampa-sız”
Fadime anne oldu, beşiği rampalı yaptırdı. “Çocuğum be-nim gibi olmasın, ama beni anlasın” dedi. Parka gitti, sa-lıncağa ulaşamadı. Belediyeye yazdı: “Salıncak değil, eşit-lik istiyorum.”
Kısa süre sonra parka rampa da geldi, salıncak da.
Defterine yazdı: “Ben anne oldum, ama içimde hâlâ o sa-lıncağa binemeyen çocuk var.”
---
15. Bölüm: Emeklilik – “Rampasız Yılların Rampalı Sonu”
Fadime emekli oldu, ama sistem hâlâ gençlik yılları kadar yorgundu. Emekli kartını almaya gitti, bina merdivenliydi. Görevli “Kapıdan giremezsiniz” dedi. Fadime gülümsedi: “Ben zaten hep pencereden girdim.”
Kartı aldı, ama içeride hâlâ basamaklar vardı.
Defterine yazdı: “Ben çalıştım, rampasızca yaşadım — ama artık biraz oturmayı hak ettim.”
---
16. Bölüm: Ölüm – “Rampasız Mezarlık, Rampalı Hatıra”
: Fadime vefat etti. Mezarlığa vardıklarında kimse mezara nasıl inileceğini düşünmemişti. Tabutu taşımak zor oldu, dualar zor aktı. Köylüler başlarını eğdi: “Keşke rampayı önce yapsaydık.”
Mezar taşına yazıldı:
“Rampasız yaşadı, rampalı iz bıraktı.”
Defteri kapandı, ama kıvımı her köşe başında kaldı — çünkü bazı hayatlar yürünmez, hissedilir.
O gece Konya’nın göğünde sessizlik yoktu çünkü Köpük Korusu’nda çiçekler daha canlı, kuşlar gökyüzünde raks hâlindeydi. Banyoda başlayan bu sessiz devrim, belki de yalnızca sabunla değil, suskunlukla köpürüyordu.
Kopokoğlu’nun en havalı müziği olmuştu. Ve Emine son kez yazdı:
“Yazmak, bir direnişti. Şimdi köpürmek, bir özgürlük
GÜNLÜK İŞLER VE RİTİM TAKVİMİ
Konya’da sabah çayı bu kez sadece demlenmedi, ritimle kıvam buldu. Emine mutfağa süzüldü, sandalyesini tezgâ-ha yanaştırırken sesi çıkmadı ama niyeti nettı: kelimeyle kahvaltı. Kardeşi tost yapıyordu ama ekmeğin üstüne sa-dece kaşar değil, şiir sürmüştü. Ayşe ise defterini açtı, bugünün ritim takvimini dikkatle okudu, sanki dünya da-kikalara değil, kıssalara bölünmüş gibiydi.
Saat 08:00’de “Uyanış ve metafor taraması” vardı. Emine gözlerini açtı, kahveye değil, ilk cümlesine odaklandı. “Bugün kelimeyle yürürüm, kahveyle değil,” dedi ve güne zihinsel bir espressoyla başladı.
10:30’da “Pencere seansı” başladı. Bir kuş geldi, kanadıyla kelebeğe yol verdi. Emine pencereye oturdu, dışarıya değil, içeriye baktı. Rüzgâr saçını taradı, kalem kendili-ğinden düştü: “Bugün dışarı çıkmasam da, içeri dönerim,” yazdı ve biraz gülümsedi.
Öğleye doğru 12:00’de “Yemek ve ritim sindirimi” vak-tiydi. Ayşe metaforları tabağa koydu, Cemil dua niyetine şiir okudu: “Bu yemek değil gız, bu kıssa. Midede değil, ruhumda sindiririm.” Mercimek çorbası biraz kelime ko-kuyordu ama kimse şikâyet etmedi.
Artık Konya’da saat değil, kıssa takip ediliyordu. Dakika-lar değil, kelimeler akıyordu. Ve Emine’nin günü sadece yaşanmıyor, ritimle yazılıyordu. Her işin bir saati vardı, ama her kıssanın da bir sesi.
: Ritim Takvimi
14:00’te “Kıvrım yürüyüşü” vardı. Emine koridora çıktı, sandalyesini sessizce itti ama havası yerindeydi—adeta ritimli drift. Her adımda bir kelime bıraktı, sanki geçmişe susamış kuşlar için sözcük kırıntısı serpiştiriyordu. Kardeşi arkadan topladı, deftere yapıştırdı; tam bir “geri dönüşüm değil, ileri kıssa dönüşüm programı”ydı.
16:00’da “Kalemle terapi” başladı. Kalem, Emine’den bağımsız hareket etti. Sayfaya şunu yazdı: “Bugün Emine değil, ben konuştum. Ve ritim hâlâ canlı.” Ayşe kaleme bir bakış attı ama müdahale etmedi. Çünkü o kalem artık sa-dece yazmıyor, adeta “duygusal dövme” yapıyordu.
18:00’de kahveyle birlikte evde sessizlik geldi. Ayşe sustu, Emine sustu, kuş bile sustu. Ama defter? Susturulamadı. Çünkü o defter, kendi kendine yazan ilk efsanevi var-lıktı—bazen kalem değil, sessizlik yazardı. Ve o sessizlik… bildiğin yaygara.