ada
uzun uzun izledi vapurdan inen insanları; “ne kadar çoksunuz” şeklinde mırıldanırken, o çokluğa ne kadar uzak olduğunu düşündü. sonra, gözleri martılara takıldı; birbiri ardına, peşisıra havalanan ve bir simidi zaman zaman kavga içinde, zaman zaman birbirinden uzak ama her zaman telaşlı bir şekilde nasıl da hayatın içinden kaçırdıklarını düşündü…
kaçırıyorum hayatı; durmadan martıların kanadına takılıyor umutlarım. uzak gözlerden telaşlı, yorgun ve ürkek, birbirinden uzak; yıldızlara takılıyor yalnız yanlarım… “tazeleyeyim mi?” sorusuyla uyandı düşüncelerinden. bir süre garsonun; köylü, köy kokan türkçesiyle sorulan soruyu sanki anlamamışçasına, uzun uzun baktı gözbebeklerinin içine. garipti belki de; ne zaman uzaklara gitmek istese, kendini kalabalıklara bırakıyordu. “abey, daldın herhal. tazeleyeyim mi çayını?” diye sordu garson tekrar. “ben hep dalgınım zaten. sorma, tazele gardaş” diye mırıldandı gülümseyerek. gülmek, iki insan arasındaki en kısa mesafeydi ve iyi bilirdi bunu ama hiç gülen fotografı yoktu. vapur, yükünü boşaltmıştı; bir dolu insan, doluşmuştu dört tarafı deniz toprağın üstüne. tazele tez elden, bitmeden yenisi daha. uzun uzun bak gözlerimin içine; varsay ki, uzun yıllardan beri dostuz. hani omzu değen omzuma, zaman zaman da hoşçakal deyip bekleyen umutla. gülersin belki de arada, unuttuğum bir tebessümü bırakırım dudaklarına. âh, kalabalıklara bırakıyorum kendimi. topraksız denizdeki martı kadar özgürüm artık… uzun zaman olmuştu buraya gelmeyeli; zaten hiç sevmiyorum dedi çayını karıştırırken. yabancı ve yabancı olduğu kadar, saydıkça sonu gelmeyen sevmediği mekanları düşündü sonra. kalabalıklar, martılar, sevmedikleri, sevdikleri vesâir derken sayılacak ne çok şey vardı. hayat bir saymaca’dan ibaret gibiydi sanki. sürekli sayıyordu buna benzer şeyleri ve bir de kaldırım taşlarını; alışkanlıktan öte, yaşamın tik-tak’ları gibi sanki. yalnızlığını bir yafta gibi takıp boynuna, kalkarken son yudumu aldı çayından. bir bardak çaydan ibaret zaman. ya da tellendirilmiş bir sigara kadar kısa. ne çok şey geliyor aklıma, yosun kokularıyla müsemma. yaşam akarken tik-tak’lar arasında, bir bardak çayla daha bitiyor ömür, iki dudağımın arasında… fazlasıyla ağırlaşıyordu bazen, o yanından hiç ayırmadığı çantası. zaman zaman hayatı karelediği, zaman zaman hayata dair notları aldığı çanta, en yakın arkadaşıydı belki de. fotograf makinasını çıkardı içinden, yalnızlığının yanına astı. kalabalıkların içine dalarken, bazen bilerek, bazen rastlantısal bir vaziyette, çarptığı omuzları düşündü. bu kadar yakın olurken, aslında bu kadar nasıl uzak olunurdu? kafasına takılan sorular, ayağına çarpan taşlar gibi, beyninin içinde oradan oraya çarpıyordu. bazen düşünmemek gibi bir eylem içine girmek istiyordu. beynini kemiren, kemirdikçe hayatın ucundan parça parça bir şeyler kopartan o girift bulmacadan kurtulmak istiyordu. aslında ve belki bir martı olmalıydı, gökyüzüne kanat çırpan, bir hayata karşı bir simide fit olan. fazlasıyla ağırlaşan; değil içindekilerden en çok çektiklerinden bîzar omzuma tıpkı bütün bir dünya gibi çöken. rastlantısal yalnızlıkların hüküm sürdüğü adını en çok andığım insanlardan bîtap, beynimin kıvrımlarında her köşe başında bir parça simide fit oldum, senden habersiz elimin tersiyle ittiğim girift hayat. sokaklarında gezinirken ada’nın; bir vitrin camının önüne takılıp kaldı. kendisiyle beraber aynı noktaya bakan, dört, beş yüz daha vardı. aslında aynı noktaya bakarken insanların birbirini hiç görmediğini düşündü. herkes bir ayna vazifesi gören vitrin camında, birbirini görüyordu oysa ama hiç kimse birbirini görmüyordu. bakışlar görmek istediğine kenetli, kenetlendiği noktada birbirinden uzaklaşan hayatları düşündü. yavaş adımlarla, hiç bilmediği sokaklara daldı tekrar. seviyordu bilmediği noktalarda gezinmeyi. keşif gibi bir şeydi onun için. zaman zaman kaybolma arzusunun bir dışavurumuydu belki de. ama ne kadar kaybolursa kaybolsun, bunca kalabalık içinde yine yabancısı olduğu bir göz olacaktı onu bulan. hayatlar gördüm birbirine kenetlenen, kenetlendikçe, birbirinden uzaklaşan. ağır adımlarla ve hiç bilmediğim sokaklarda, en çok tanımadığım suretlerle kardeş oldum. unut beni hayat, yıldızlara takılıp kaldı yalnızlığım… mustafanazif duran 20kasım.2007- 02.nisan.2008 |