Kadınımsın..
hangi dağın kaçağısın böyle baktıkça pınar çağlar yüzün
çekiliyor gölgeler peşimden tenha duvarlara çarpar hüznün ne inip sorulacak bir durak ne varılacak bir mevsim kalmış ceketimde şiirler eskidi şarkılar sus ve kalmamış adım hiçbir hikayede o efkarına tütün derleyip yaktığımız patikaları saymazsak mahşer telaşına düşen korkulu geceler kalır bize yani yüreğim bir ömrü kendi tekmemle devirip geçmişim ve urganımda duruyor hala menekşe açan seherlerim kayıplara düşen kasabalarda gezdim dolandım da bir bende bulamadım nerede o meçhul aksak izlerim… kara turnalar gibi çöktüğümüz gri bulutlar geçiyor üstümden yağmurda saçların düşüyor avuçlarıma allahım’a yalnızım ayak bileklerine değen yüzümü toplamıyor vitrinler ve uzaklardan sesleniyor yine bilmediğim kıyı ve şilepler durup kendime adını soruyorum şaşkın ve şaşı ki evvelden de önce derme çatma masallarım vardı oysa her çölün rüyası kendisinde saklı duran bir serapmış ve yengimden kalan mahzen suskunu bir şişe şarapmış ağzım boşluğa dökülüyor sözünü görmedikçe içersek yine bir biz sarhoş oluruz müebbetçe… ay perçemini çeksin sen diye göğsüme bir kez daha kararsın şehirler ne fayda ulu orta düşüp vurulmaktan usandım illa ille de öpülesi ellerin soluğumda… unutulmuş bir adım var beni benle çağıramadığım sokağını kaybettiğim köpekler kadar avare bir telaşım sümbüllerle mi seviştin yoksa leylaklar mıydı tenine çapkın ve gözlerinde seken ceylanları hangi tanrıçalardan çaldın çaylar geçer düşer ırmağa gün şafağa döner ve yeniden bir daha doğar gri kederli ölüler işte o seherlerin hicranlarında vedalar sıradan bir şarkıdır ve alnımızı dağlayan özlemin kızgın kırbaç şakırtısıdır haydi ben beni bende binlerce yitirdim de peki yokluğun neden sancıyıp durur hala içerimde… kaldırımlar çarpıyor döşüme kırılıyor sanki bulvar avutmuyor ezber bildiğim ezgiler nefesimi sokak lambalarında kimlik soran kederler nasıl da demirden hüzzam üstüme gelirler kirpiğinde ıslanmış yağmurların vardır hicrana eşlendiğin belki bir gazel hiç kapısını çalmadığın bir tenhalığın ve sunaklara yatırdığın sabrın geçitler değil gözlerindir omuzlarımı yakan değdikçe durup vurup yokluğunla harlanan… savrulup duran rüzgarlar eser bendime sustuğum her yer kör topal bir bilmece olsaydı hani parmakların şimdi yüzüme mahpus ne zindan ne hücre ne… şimdi depreşen ve uğultularla gelen kasvet kasıklarında doğurgan sevdaya durur çığlıklarla yarılan ülkemin coğrafyasında tüm çocuklar ilk önce düşlerinden vurulur ki bir serçe kadar darısı adına açtır özlemleri uzak yollarda gördüklerini kahraman beller bilir ceplerinde sapan bir cinnet türküsü değil ve bütün maniler onları masuma sayarlar çiçeklenmiş dallara düştüğünden beri hüznün hep içimde dolanıp duruyor o ilk bahar yüzün…. olmazı olur kılan yürektir sevdiğim dağların serin koyaklarında saçların yaylalardan sökülüp gelen topuğunda gezip tozar pusulasız yıldızların ve ben dinlerim sen bir daha söyle bir daha çal vuslatlarla incinen özlemi ne vakit kendi aklıma yabancı kalsam avuçlarında ufaladıkça çoğalan nergis çiçekleri ki onlar gülüşlerinde tomurcuk gamze resmine dokunsam yetmiyor gözlerime… diye diye bir daha çarp yüreğime ıslah olmazım sen uslanmaz say kehribar gülüşünle çökerken zeytin ağaçlarına karanlık işlenmiş oyalı bir mavzer gibi tüm anılar bir tek yine bize tanık… sularından geçtim sessiz değildi düş değil düşkün değildi derken şimdi çıkmaz bültenlerden bil cümle gazete ve bildirilerden talan yazgı ve yeminlerden...bıktım…bıktım…bıktım… ben belki de oldum bittim künyeme kazılmış bir zarardım… hırçın bir yanı vardır denizin ayağının değmediği bir kumsal yatağına akmayan dereler mahzundur ve kurbağaları öyle üzgün susar bütün yazılmış rivayetlerde adın gece devrildi çoktan sözüm kalsın… her ihtilal de kapıları kıran bildiğim bir şarkısın beni şafaklarda assınlar yine kadınımsın… Mert Metin |