Ölü Sevici Kent Hikayeleri / Dönence...
Hiçbir acıya kul olmadık…
Her birimiz kendine acılar yaratan küçük tanrılardı nede olsa. Ölülerin kendilerine göre kalabalıkları vardır meczuplar diyarında, Tıpkı yaşayanların kendine has yalnızlıkları olduğu gibi. Beni; yaşayan tüm yalnızlıkların ortasında çeliğe su verir gibi bileyen bir sessizlik var. Aynalar var, Açılmayı unutmuş pencere pervazları, Küflenmiş tren rayları…. Burada kimin zihnine deyse fikrim, O cendereleri barındıran işkence odalarının zulmü okunuyor. Birbirinin katli tüm kahkahaların paydasında İnsan ve zikir Ölüm ve cerahat Zulüm ve fikir aynı paydada buluşuyor. Beddualar birikiyor çeyiz sandıklarında. Ve bekaretini katline nikahlayan kızlar düşürüyor rahminden anneler. Sokaklarda ar damarı çatlamış hüzünler dolaşıyor bu kış. Benimse büyük sevinçler var zulamda, büyük gidişler, büyük hüzünler ve dalgakıranları zorlayacak kadar güçlü seller... Ve sonra inceden bir sızı yerleşiyor dudaklarıma… Rahmine tabiat ananın ölümsüz bir şarkı düşüyor. Gecenin kavuran sıcaklığında, Esrik düşler palazlanıyor. Susuyor tüm alem Susuyor tüm acılar Susuyor dillere pelesenk dualar. Yazgısı kaleme tabi tüm aşklar dipsiz uçurumlara düşüyor… Ve sonra inceden bir sızı yerleşiyor dudaklarıma… Rahmine tabiat ananın ölümsüz bir şarkı düşüyor. Siz görmüyorsunuz; Şu koca dünyada kimseyle paylaşmayacakları bir yalnızlık doğurabilir kadınlar kendilerine. Sabahları aynanın karşısında konuşabilirler gözlerinin içinde yaşayan deliyle. Aşıkken ağlayabilir, sevişirken ölebilir, ölürken özgürleşebilir kadınlar tüm sessizlikleriyle… Tıpkı sizin ve benim gibi… Tanıdığımız ve tanımadığımız tüm kadınlar gibi… Gecenin herhangi bir saati binbir hevesle aldığımız kitabın ilk sayfasına göz değdirmişken uykuya dalıyoruz hepimiz… kendimize ait olmayan hayatlara göz değdirdiğimiz gibi. Aynalar kırıyoruz, Sırf beynimizin içinde yankılanan gerçekleri yüzümüze vurduğu için… Ve dönüyoruz ıssız kelimelerin şatafatlı gürültülerine, İçimizde bizi bekleyen hasis yanımıza döndüğümüz gibi. Geceler yaratıyoruz, Gündüzlerin tüm gerçekliğine inat, Ve sonra o tüm gerçeklik tüm kara yüzüyle karşımıza çıkıyor yine… Beynimizin en ücra köşesine gizlenen o doymak bilmez egomuzla, hiç dolmak bilmeyen karanlık kuyu gibi her gün biraz daha içine çeken kibrimizle karşılaşıyoruz… Nadasa bırakılmış düşlerimizle, Kırılmış kalbimiz ve yerle yeksan olmuş düşlerimizle. Eteğimize yapışan bir çamur gibi, öylece kurusun diye bekliyoruz gözyaşlarımız. Birden yarılıyor yer, Üst üste yığılan sözcüklerin altında ne menem şey bu sevmek diyerek hayatta kalmaya çalışıyoruz. Her enkazın altından bir uzvumuzu kaybedip hayatta kaldığımıza şükrederken, ne yazık ki delirmeyi beceremiyoruz. Ansızın birikiyor yokluklar Ansızın büyüyor özlemler, Ansızın uzuyor yollar… Uzatsak elimizi Yakalasak yakasından sevinçleri Alaşağı etsek tüm hasretleri diye söylenirken içten içe, Çocukluğumuzun en saçma, ama dinlemekten hiç bıkmadığımız o masalların birden prensese dönüşen partal kıyafetli kızlarına öykünüyoruz. Gerçeklik çıkarıp atamadığımız, Yara izlerini hiç kapatamadığımız tenimiz misal bizimle bir ömür yaşamaya devam ediyor. Şimdi gözlerimde biriken tüm öfkemle, kırılan tüm camların kırıklarını toplarken farkediyorum içimde ölen kadınları... can çekişenlerin şah damarlarına attığım façayla yüzüme bulaşan kanla abdest tazeletiyorum okuduğum tüm şiirlere. Bildiğim tüm kentlerin camilerine, kiliselerine havralarına muştuluyorum ölümleri; ruminin şebi arusundan feyz alıp... gelin kınalarını adak kınalarına karıştırıp, tüm tazelerin alınlarına sürüyorum akacak kandan feragat etsinler diye… Ölüyor ve doğuyorum, yaşıyor ve susuyorum, kuruyan dilim ve kapanan gözümün hükmüyle, bildiğim tüm kimliklerimden feragat ediyorum... Silkelenin artık, Görmüyor musunuz? Birden bire kırılabilir kapılar, köprülerin birden bire yıkıldığı gibi... gece birden bire dönebilir yüzünü güne, dünyadan habersiz bir bebeğin rahme birden düştüğü gibi... ve birden umuda dönebilir yüzünü o ahmak martılar, benim yüzümü güneşe döndüğüm gibi... Görmüyoruz… yalnızlık biriktiriyoruz düşlerimizden diktiğimiz ceplerimizde... haritametod defterlerinin ortalarını ayırıp yeni ölümler çiziyoruz dönem ödevi babında. payımıza dilimizin dönmediği duaları ezberlemek kalıyor, cehennem ödül sayılır mı kendimize sakladığımız sevdalara? Gün biraz daha sıcak doğar oldu mevsime hürmetten. Hüzünler bir gömlek büyüse de, umut denen saçmalık kardelenlerle yarışırcasına baş göstermeye başladı nicedir. Kaç kadın yaşlandı, kaç kadın öldü, kaç kadın içine saldı gün görmedik çığlıklarını… Kaç çocuk kendini büyütmemişken kendi yazgısıyla karaladığı bebeğini aldı kucağına, kaç kadın defalarca yazdı bunları kilometrelerce uzakta? Yaşamaya inat ölüme bir tebessüm saklayan kaç yüz geçti aynanın karşısına? Geç kaldık… Yıkanarak arınamayacak kadar kirlendi fikirlerimiz. Yazılamayacak kadar çoğalan kelimelerimiz gibi. Şimdi arkasına gizlendiğimiz hikâyelerimizin en can alıcı noktasında sıyrılıp rolümüzden, her hangi bir figürana el verme çabasındayız sanki. Kimi zaman istanbulun gürültülü yalnızlığında, kimi zaman o gaddar martıların kanatlarında, kimi zaman taşranın tebessümlere aşina bakışlarında kaldı fikrimiz. Kırılgan bakışlarda asılı kalan gülüşlerimiz gibi… Şubat 2013 Aydın... Aylin Başdemir |
kutlarım.