ŞEHR-İ İSTANBUL
Ben İstanbul’u nazlı bir çocuğa benzetirim;
Yaramaz, kırılgan, Ulaşılmaz ve neşeli; Bazen de hüzünlü. Ne zaman küsse insanına; Güneşini bulutlar arkasına saklar. O denli yıpranmış ki şehr-i İstanbul… Hani küskünlüğü de uzun sürer. Bir sabah kalkar ve bakarsın ki Pırıl pırıl bir gökyüzü Ve güneş göz kırpıyor çapkın çapkın gökyüzünde. Demek ki canı böyle istedi… İnsanlar mutlu, çocuklar şen; Ama yarın ne olacak bilinmez, Aslında insanları da bu şehrin kıymetini pek bilmez. Yollar derbeder, Trafik de insanı öyle bir perişan eder ki; Sorma gitsin. Bazen gökyüzü kükrer, Yeter artık der, Siz bana fazlasınız, taşıyorsunuz, Beni benden ediyorsunuz. Kararır gökyüzü aniden ve şimşekler çakar. İstanbul yorgun, İstanbul yaşlı; İçindeki öfkeyi boşaltır ve haykırır; Buna rağmen kopamaz insan bu şehirden. Öylesine güzel, öylesine davetkâr, Ama yeşili az, ama denizi kirli… Varsın olsun, Duramaz müptelası başka yerlerde. Öylesine cıvıl cıvıl; Öte yandan öylesine kalabalık. Boğazı, camileri, tarihi eserleri; Diğer tarafta yeşilini yitirmiş bir beton yığını hasıl olmuş. İkilemler bu şehirde yaşanır, Güzel ve huysuz; İhtişamlı ama yorgun, Gururlu ve acı dolu… Kocaman ama bazen bir çocuk, Seni seviyorum şehr-i İstanbul. |