Şimdi evimin çatısında dolaşan filleri arıyorumBir kuşun duvara çarpması gibi olmamalıydı, Tümörlere girişimiz, Protez bir gülüş harmanlamamalıydı yüzümüzün aksesuarına yerleşen Hoşgörülü olmayan çocukları Göğsümdeki saatin sarkaçlarına asılan cellâtlara bayram yok Korkunun alyuvarlarında jimnastik yaparken beynim, Şahdamarımızda gökten boşalan yağmurları selamlayan kuşlar İkamet ediyor. Yarına saldığımız güvercin, dönmedi henüz kadırgaya Dokunduğumuz yer uçurum, Gece kör bir testere, basılan düşlerimiz, ne Leyla var nede mecnun, Çıktım gökyüzüne fırtına topluyorum ay kovalarken. Gözlerimde bir bebek mum yakıyor karanlığa, Irmaklar ekliyorum gülüşüme, kent yağma edilirken yastığımın altında, Çoğalıyor saçlarımda baykuşların intiharı, Karınca ağırlığınca bassak yere, gergedan geçti diyorlar, Şimdi başımın ağrısına sabıkalı şu yorgun yürek, Gece vakti çoban yıldızı üretemiyorum artık dağlara, Sen dur artık Sakarya, ben akıp gideyim uzaklara, Kim fısıldar kulağıma Nil’in Musa’sını Kim çekip alır üstümüzden Kızıldeniz’i bir gece yarısı, Günahları keşfetmeden önce bilemezdik topraktan yaratıldığını Âdem’in Ve bir sivrisineğin sığınacak liman bulması insan burnunda, Arzın merkezine seyahat etmeyi tehir ediyoruz, Martıların kanatlarına emanet edip İstanbul’u Ne varsa söylenmesi gereken aşka dair söylüyoruz, Hatta elimize bir sopa alıp gökte başını kaybeden balıkları dövüyoruz, Uzak doğulu bir ressamın fırçasından tuvale dökülen yüzümde, Ebabil kuşları dolaşıyor taşlarını bırakmak için fil ordusuna, Tuhaf şey değilmi, yazdığım karmaşık şiirler, sanki bir şiir eşkıyası gibiyim, Dağlara vuruyorum şiiri, yol yok, iz yok, örgü yok, kah Fırat kenarında bir yolcu Kah diclede oğlunu kaybetmiş bir ana Bazen kafayı takıyorum Nil’e, Bakır bir leğende annemin beni yıkadığı günleri de unutmuyorum Ağzımı mühürlerken karanlığa, Bir göçebe çadırında göçebeyim bazen hayata, Bazen ısrarla basıyorum ayaklarımı yere Fırtınalar dikiyorum saksılara, betondelen güller açarken yanı başımda, Yatağımın sağ tarafında açan yosunlara takıyorum kafayı, bazen bitlere, pirelere, Ormanın sessizliğinde kendi sesimden korkuyorum, gençliğimi vurup mezar taşlarına, Ne garip şiirler yazıyorum ben, bazen boyumu aşan gürültülü kelimelerle giriyorum şiire, Yaprakların hışırtısında kuşların seslerini dinliyorum, yeşili çalınmış ağaçların Mavisi eskimiş gökyüzünün, tuzu biber olmuş denizin, kavga meydanlarına Taşıdığım çiçeklerim, ezbere bildiğim çoğu türkülerin yakılışını, bir zindanda zamanın Nasıl durduğunu, zamanın durduğunda yaşlanmadığımı fısıldayan duvarların sesini, Kahrolası nemrutları, firavunları, gökyüzünü kamalayan yalnız adamları, Evet, bir yalnız adamız cümle adam içinde, yalnızlar gemisinde oynadığımız tiyatro, Sahne yok, dekor yok, seyirci yok, hiç kimse yok, oynayan ben, seyreden ben, Kendimi alkışlayan ben, Şimdi evimin çatısında dolaşan filleri arıyorum gece görüş mesafesinde, Ayaklarımın altında patlamaya hazır mayın tarlasında ceylanlar geziyor, Unutkanlıklar örüyorum cumartesi, pazarlara, çekilip çocukların parklarına, Benim harcım değil insanın mihrabında kuşların kafasını koparıp atmak, Mansur olmasa da taşlanan yüreğimde simsiyah cesur bir yalnızlıktır boğazıma takılan Unutamadığım boynumun hırgürlerinde, koparılan fırtınada, ölen başsız, başsız adamlar. Lütfi Kireçci |
Dağlara vuruyorum şiiri, yol yok, iz yok, örgü yok, kah Fırat kenarında bir yolcu
Kah diclede oğlunu kaybetmiş bir ana
Bazen kafayı takıyorum Nil’e,
Bakır bir leğende annemin beni yıkadığı günleri de unutmuyorum
Ağzımı mühürlerken karanlığa,
Bir göçebe çadırında göçebeyim bazen hayata,
Bazen ısrarla basıyorum ayaklarımı yere
Güzel dizeler...
Kutladım, saygıyla.