Arzuhal
İncecik tebessümün perdeleri açılsa,
Saçılsa, sakladığı neler varsa saçılsa... Karalara bürünse kahkahalar sessizce, Delilerle beraber herkesten habersizce; Dursa insan!... Ve insan sorsa kendi kendine, Gelip geçen ne varsa her bir şeyin aksine. Geçmişin, geleceğin hapsolduğu bir anda, Sanki artık zamanın olmadığı zamanda: Bu gülmek neyin nesi, bu gülmek neyin nesi, Dört duvarı güldüren seslerin bahanesi?!... Nedir nedir kalbimi patlatan gür çığlıklar, Ne demek hürriyetten habersiz hür çığlıklar?!... Evet biz mahkumuyuz, biz yine kendimizin, Kendimizin mahkumu, buyruğu nefsimizin: Yalnız bir kez geldiniz şu ölümlü dünyaya, Gülün, gülün ve geçin gördüğünüz rüyaya. Haydi geçtik diyelim bir şekilde ölümden, Açlıktan, sefaletten, beladan ve zulümden; Ama yok mu düşünen ölecek dünya diye, Yokluk varsa bu varlık, bu hayat niçin, niye?... Baş kulağına haram neler söylüyor sesin, Gurbetteyiz gurbette sılası var herkesin. Ayrılık olur da hiç kavuşmamak olmaz mı, Yoksa her sabah güneş fecir gibi solmaz mı?... Doğar doğmaz ağlayan bir bebeğin gözyaşı, Her hayat için baştan sona bir mihenk taşı. Hep, hep uzaklığından şu çocuksu halimiz, Yine ve yalnız bir tek Sana arzuhalimiz: Allahım bir yakınlık versen bize yakından, Ağlasak hep ağlasak tâ haşre dek aşkından... Ankara, Nisan 2011 |
KEŞKE!
KEŞKE!
KEŞKE!