Bir AdımŞiirin hikayesini görmek için tıklayın Genç adam zaman zaman gelip güya bir an için rahatlamak arzusu ile gezintiler yaptığı kara denizin sahilinde yine günlerden bir gün paçalarını dizlerine kadar sıvamış bir halde, ayakkabıları ayağında ağır ağır sahili adımlamaktadır. Her gelişinde uzaktan izlediği sandal, yolcusuz ve sanki bilmediği bir yöne doğru ağır ağır yol alır gibi, bir o yana bir bu yana, yata yata ve bata çıka denizin ortasında sürüklenirken görünür gözlerine yine...
Genç adam, topraktan yapılmış sandalın: "Yeşil rengimle, bu karanlık sularda ne işim var benim?!...Neden bu acı sular içindeyim ki; neden, neden, neden?!..." dediğini duyar gibidir her seferinde... Bir meçhul sefere çıkan bu sandalın sesini yakından duyar gibidir... Ama nafile... Hep duyduğu ile kalmıştır yıllar yılı her gelişinde ve her görüşünde. Derken günlerden bir gün o malum sandal, görünür gözüne yine bir akşam ve büyür gözünde deniz... İçin için kaynayan ama dışarıdan hep sakin görünen deniz dalgalanmaya, çalkalanmaya başlar. Dalgalar kendi içinde gitgide yükselir, yükselir, yükselir... Ve sandalın bir ucunda bir ateş belirir, taş kömürü renginde... Bir yandan tutuşan sandal öte yandan dalgaların dayağı altındadır... Genç adam gördüğü manzaraya daha fazla seyirci kalamaz ve yüzme bilmediği halde atlar çılgın denize... Ve yüzer, yüzer, yüzer... Nihayet sandala ulaşır... Dehşetli bir denizin, dehşetli dalgaları arasında sandalla başbaşadır... Beline kadar içinde olduğu denizden avuç avuç su alır ve serper ateşin üstüne... Serper, serper, serper... Genç adam yanıp batmasın diye ateşe su serptikçe, her avuç dolusu suda sandalın daha çabuk battığı farkeder... Farkeder ama olan olmuştur... Sandal tam batarken gözü ateş almayan diğer ucuna takılır... Sandalın ucunda büyük bir delik!... Ben ne yaptım diye ağlar, dövünür genç adam... Ama olan olmuştur. Sandal suların içinde kaybolurken, dalgaların sürüklediği genç sahile çıkmıştır... Ayağını kuma basar basmaz dua eder: "Allahım!... Her şey Sen’den ve Sen’in elinde... Yüzmek nedir bilmeyen beni böylesi azgın bir denizin, hırçın dalgaları arasında boğulmaktan kurtaran Sen, elbet kaybolmuş bir sandalı da dilersen bir gün bir kıyıya çıkarırsın... İman ediyor ve Senden diliyoruz... Çıkar, çıkar, çıkar Allahım!..." Genç kara denizi arkada bırakıp, sandalın peşisıra gözyaşı döke döke evine doğru yol alırken kendi kendine söylenir: "Yangına su ile gidilmezmiş demek!... Hele yangın bir de delik delikse..."
Rıza tahtı yerle bir, sanki düşman kaderi,
Ve akıl!... Nefes kesen, nedenlerin tutsağı. İnsan ruhsuz nedir ki; bir kemik ve bir deri. Ne olur şimdi birden toz olsa şu Tûr Dağı. Gözlerindeki cennet, şimdi alev renginde, Bir kuş; tam ortasında, dehşetli bir denizin. Göğsüne dalga dalga taşlar her değdiğinde, Yuvarlanır yüreği, dibine bir dehlizin. Çekilse sular yerin tâ yedi kat dibine, Toprağa karışmadan, dirilse ya şu toprak. Bir rüzgar okşar gibi, dokunmalı kalbine, Toplanmalı bulutlar; şimşek gibi koşarak. Karanlık deryalarda, susuzluktan çatlarken; Bir çöl gibi serapa, o masum dudakların. Bir gülün yaprağına dokunmalı bir diken, Kefenler sarılmalı ağarmış şakakların. Nurdan kanatlar takıp, şu dipsiz vadilerden, Yükselmelisin bin yıl evveline zamanın. Kuşlardan kanat takıp söz alıp kedilerden, Yaklaşıktıkça vaktidir öteye uzamanın. Sahte kahkahalarla, hiç durmadan ağlayan, Gönlüne bir tebessüm hüznü değmeli artık. Bir avaz duymalısın: Dayan yüreğim dayan, Kulağında bir nişan; ezele dek bir yırtık. Balçık balçık rengine, kulaç kulaç yüzmeli, Yaratılış sırrını serperek bataklığa. Akıl, akıldan yoksun; akılsız bir zır deli, Bir adımlık mesafen, o sonsuz uzaklığa. Ankara, Nisan 2011 |