16
Yorum
29
Beğeni
5,0
Puan
241
Okunma
Şehir, geceye ağır bir sessizlikle bürünmüştü. Yağmur, kaldırım taşlarını usulca yıkıyordu. İki insan, iki yarım, zamanın içinden süzülerek bir masalın içine düşmüştü. Onların hikâyesi, ne eskiydi ne yeni… Zamana inat, sınırları aşan bir aşkla yazılmıştı.
Birbirlerine ilk defa dokunduklarında, dünya durdu. Bir kelimenin anlamı değişti, bir gözün rengi başkalaştı. O an, her şey eksiksizdi. Ne bir fazlalık ne de bir eksiklik…
Fakat aşk, her zaman zamana direnemezdi. Onlarınki de bir siyah beyaz film gibi, en güzel yerinde noktalanmak zorundaydı. İkisi de bunu biliyordu. Ama yine de sevdiler, öyle ki denizler avuçlarına sığdı, suskunlukları en büyük şiir oldu.
Sonunda yollar ayrıldı. Ama bazı aşklar mühürlenir; ne zaman siler ne ayrılık unutturur. Çünkü aşk, ne kadar kaybolursa kaybolsun, bir gün mutlaka sahibini bulur.
Biz,
zamana meydan okuyan iki kelimeydik,
biri sen, biri ben,
dönemeçlerde savrulan, köşebaşlarında bekleyen,
ateşle imtihan edilen ve küle razı gelen.
Biz,
göz göze susmayı bilen iki ağaçtık,
bir rüzgârın sırtında eğilip doğrulan,
bir toprak kokusuyla kendine dönen,
gölgesiyle seven, yalnızlığıyla büyüyen.
Sonra,
bir aşk koyduk adını,
gözyaşıyla yoğrulmuş bir hamur gibi,
pişmeden de tok tutan,
yanmadan da kül eden bir aşk…
Öyle bir sevdik ki biz,
gün geceye karıştı,
zaman dize geldi,
kelimeler yetmedi, susmalar konuştu,
ve aşk,
bir yazgıya mühürlendi…
Bizimkisi,
kalbiyle görenlerin hikâyesi,
görmeden inananların duası,
ve sonunda,
gözlerimizi kapatıp,
kalbimizle gördüğümüz bir sonsuzluk…
5.0
100% (17)