GENCO ERKAL (12)Şiirin hikayesini görmek için tıklayın „GENCO ERKAL HER ZAMAN HAK ARAYANLARIN ARKASINDA DURDU; Bizim kuşakların toplumsal gelişmelerinin içinde yaşayanlardan, Genco Erkal’ı ya bir tiyatro sahnesinden ya da toplumsal etkinliklerin içinden tanımamış, sesi, sanatının gücünün tadını almamış insanlar azınlıktadır... Sağlık sorunları nedeniyle zorunlu uzaklaşma yıllarının içinden genç kuşakların, bir biçimde çok kolay ulaşabildikleri teknolojiyi kullanarak meraklanıp paylaşamadıkları üretimlerinden yararlanıp, kendi toplumsal kimliklerine de yarattığı değerlerden değer katacaklarına inanmak istiyorum.
*** Kirli çıkar ittifaklarının, sanatçıları, yaratıcıları, öne alan düşmanlığı elbette boşuna değil. Görünmeyen elleri, kirli güç kayaklarıyla en çok onları susturmak üzere savaşıp durmaktalar. Güzele, insana, yaratana, üretene, haklar için savaşım vermekten vazgeçmeyenlere insanlık tarihi boyunca, elbette ülkemizde de çok düşmanlık yapıldı, yapılacak. Düzenin acımasızlığı, kirliliği ile doğru orantılı olarak sanatçının sesinin kitlelere ulaşmaması için elden gelen kirli oyunlar oynanacak... Ancak ne yaparlarsa yapsınlar Genco Erkal gibi sanatçılar, en ağır sağlık sorunları ile boğuşurlarken bile sahneyi son nefeslerine kadar hiç terk etmeyecekler. Bizimle vedalaştığı son seslenişinde bile, bize insan gibi durmayı öğretiyor. Uğurlar ola...“ (3 Ağustos 2024 günü Sayın Yazar Şükran Soner’in Cumhuriyet Gazetesi’nde 31 Temmuz 2024 günü 86 yaşında aramızdan ayrılan Usta Sanatçı Genco Erkal için yazdığı köşe Yazısının baş ve sonundan alıntıdır. Yazının tamamını okumanızı öneririm.)
KAYIK
Ne yürünür, ne sırtın-geri dönülür oturulur yalnızca, kayıkta. Gittiğin yerdir deniz, ittiğin yerdir deniz; İki tahta kürek seni-beni itip-çekecek... Güzel ama birader, rahat bir koltuk oturduğum yer, burası Tiyatro bre! Kayık nere, deniz nere? “Dur hele!” der sözümü keser; “İlkin başlangıç zili çalsın, sonra alalım demir, sende halatı, -yani bağını- karadan bir kopar-çöz, yola koyulalım, anlatacağım söz!” Balığı, karayı, sığ dipteki kayaları, hırçın deniz rüzgarlarını, karanlığı yaran deniz fenerini, tersden esen yeli, arkandan iten yada karşıt gelen akıntıyı ben Genco denen, bu balıkçının küreğinde anladım.(*) SAHNE Yüzün karaya dönük olsada -ki sahne karadır burada- geriye doğru aldığın yoldur rotan ve hedefin olan kayığının burun doğrultusu. Denizin üstü ve dibi -yönü bilinmeyen bir gelecek gibi- sonuz ıssızlık, hem aydınlık, hem de karanlık burada dostundur artık. Günün gözleri vardır, karanlığın keskinliği ise denizin dibine kadardır. Su gibi görmelisin sen bu yolculuğu; Deniz durgun oldumu kürekler hem seni çeker, hemde sana yön verir. Burada Kayıkçı, kürek ve kayık senin efendindir, ama asla ve hiçbir zaman kölen değil! “Neden?” “Sen, kürekler, kayık ve ben bu engin denizde hiçbirimiz karadaki yaşama bağlı değilizdir artık. Hani “Sıkı bas ayağını yere!”, yada “Gideceğin yönü iyi hesapla!”, yok efendim “Aldanıp tongaya basma!” gibi şeyleri bilemezsiniz, -Farkettinizmi bilmem- usta bir dil-çabukluğuyla “sen ve ben” den “Siz”e geçiverdi hemen; Sana, balığa ve yolculuk yaptığın kayığa yalnızca aracıdır deniz. Hedefiniz yolculukda sizi yönler; Yokuş aşşağı, bayır yukarı, tümsek-çukur gibi yoktur engeller. Teoride özdeştiğiniz fikir karada karşıt gibidir kayıkta ise hepsi denizdir.” KAYIKÇI Deniz üstü kayık, aslında kayık değil, çekilen bendim artık. Küreklerdeki elleri öyle usta idi ki; Ne geçen zamanı, ne Liman terkedilen ne denizi, nede sonsuz engini, unutum o kürekleri çekerken. Denizin şapala-şap fısıldarı, rüzgarın yönü, zamanın sağı-solu arkası önü havadaki ıslık çalan uğultu, onun kamçılı sesi, nefesi gibi hırçın bir rüzgar oldu kulağımda. O ses, o derin nefes, o gırtlaktan sökülerek çıkan, o güneş ışınlarıyla tenimi yakan ona özgü dalgalar güverteme çarpar, bulutsuz bir gökte fırtına kopar. Burada karada havasızlıktan boğulan balık telaşıyla çırpınacaksın, yada ayırt edeceksin kayığın gövdesini kendinden, seveceksin kürekleri seni çeken. Örneğin, “Dün bu yolda bir yılan gibi yatan dal parçası bu değilmiydi” yi anımsayarak; Gittiğin -yani seyr’ettiğin- yola iyice bakacaksın, "yılan" ile "dal" bağını hatırlayarak bir at gibi koltuğundan sıçrayacaksın. BALIK; “Benim beynim küçük.” demiyeceksin; Yaşam mücadesi denen dört duvar arası karada yaşayan, alışkanlıklarına bağımlı insan, senden farklıdır ve o daima haklıdır. Çünki affı olmayan özür; “O kendini hep üstün görür.” Hani mini-minicik beyni olan, deniz denen sonsuzlukta dirençsiz yaşayan balık senden çokça hürdür, gezer-tozar dilediği gibi gümbür-gümbür denizin engininde, özgürdür. -Değildir senin gibi azıcık- Senin kol-el-avuç-parmak-tırnak dediğine onun ihtiyacı da yoktur artık. Niçin kendini savunsun, yada hasmına vursun? O ne alır nede satar, birikim denen şeyden de anlamaz; Sömürü, övünme, kâr Diye bir şeyi de bilmez ve kullanmaz. Malı, mülkü, para ve itibarı ne yapsın? Ver yansın vucuduyla feth eder deryayı. Bir usta kitap gibi anlayarak bir sevda şarkısı gibi duyup bir çocuk gibi şaşarak, güzel şey zannımca balık olmak; Balık gibi utangaç, balık gibi ürkek, balık gibi kendine özgü cessur cesaretini kendine vererek, sadece deyayı görerek. onun içinde -için değil, içinde- mesafe duygusu olmaksızın, salıverir kendini ansızın. Bir sabun gibi avucunda kayıp yol alarak, denizi yalayıp-yararak; ”Cup!” denen bir sıçrayışla kopup-uzaklaşıverirsin kendinden, “Tiyatro” denen bu yerden. FIRTINA Fakat; İçgüdü ile yol alarak mantıksız-pusulasız rotasız, haritasız istediği koyu, limanı bulur, sığınır. ve akıl almaz bir şeyi orada bekler. Hayır! Asla değildir arzusu fırtınanın geçmesi, aksine başlaması, patlaması, dahada hırçınlaşması anlaşılmayacak derecede çoğalması; Bitmeyen, öncesi düşünülmüş, ardı-arkası kesilmeyen kelimelerle örülmüş, kıvamı kavram seviyesinde esen rüzgar gibidir kelimeler onun oyununda. Onu destekleyen ışık, dekor, muzik koyunda, bu deryanın dibi sahne, üstü fırtınadır aslında. Bu denizde; Kâh itilir, kâh çekilir, -yine bir kelime ikilemesi- katlanılır diyeyim bizde “çekmek” yerine, nereden eseceği rüzgarın nede üstten bastıracak dalganın sezintisi bellidir.” Denir. Sinen yada süpürülen, dıştan gelen sahnedeki dalgalar şamarlar seni, yoktur artık rahat ve içinde biriken baskı ha patladı ha patlayacak! Sıkışmış kalmışındır kayık denen koltukta, yoktur yer kaçacak. Bu dalga, bu dalga-dalga fırtına, bu huzursuz dingi seni kah yukarı çıkarır, kah dibe vurur balığın sevdiği denizin dibi de budur MEKAN Onun gözünde yoktur geri, yön ileri, hep ileri; Sağsız-solsuz dipsiz-sonsuz içi-dışı üstsüz bir derya dır Tiyatro onun anlayışında. İçe atılan, gömülü, yaşanmamış ve yaşanamayan ama arzulanan bu gizli hırsı nereden bileceksiniz? Ne deniz ne balıkçı nede kayıkçı olmadınızki siz! O dim-dik bir inmedir, dışa doğru dolup-taşan bir iğmedir; Bir şıçramayla duygu olur patlar, içten-dışa çıkar, yarar kabını anında gerilimi kıvılcım olur edimi salonu doldurur. İstesende durgun kalamazsınız, sakin olamazsınız; Onun gibi kıvrak, onunla kaynaşarak olmuşunuzdur kaygan bir balık Bu engine ona yetişmek, onu yakalamak zordur artık. Bu mekanda ne bir mesafede vardır, -ki o sana yakın adeta yapışkandır- ki sen onun dışında sanki denizde bir yaratık bir balık olmuşsundur artık. Fakat Gün-gece dakika ve hatta saniyeler yada saat yok olduğundan, kıymetsizdir burda zaman. ZAMAN; Ne güneş, ne ay, nede yıldızlar yoktur balık için bu karanlıkta. Gözleriyle daha iyi görebilmek için denizin dibini dalar; Dip gecedir, üstte çıkar güneş aydınlıktır orada. İstediğince geceyi gündüz yapar gündüzü gece, kedi gözlü balıklar. Senin göz yuvarların burada iki yana bakar -değildir artık karadaki gibi ortadan ayrı- herbiriyle görürsün başka bir yeri yani gözlerinin gördüğü; Burun hizasında üç-boyut-derinlikli tek düze bir şey değildir, dördüncü boyut olan zamanıda içine alır, “çok yanlı, yep-yeni bir çeşit” şekil olarak kalır. Artık senin “Görüyorum!” dediğin yani algıladığın, bam-başka bir şeydir. Göz kürenin içine baş aşşağı yansıyan; hem üst, hem alt, hemde iki yanda “kavrama” olarak görme anlamıyla beyninde simetrisini izlediğin, hatıranda haznelediğin vede geçek sandığın “Bilinç kavramı” burada kalkar. Yerine algıladığın; yassı, zamanı hızlı, kaygan ve erişelemeyen dört boyutlu başka bir “ben” gelir. Bu beynine beliren, sonsuz olan şeyin adına da deya denir. -gel de balık olma!- KARA Sen yüzersin kayıkla ulaşırsın karaya, mutlu olduğunu sanırsın, ama yanılırsın! O kara dediğin yer ve zemin kayboluşundur senin. Hem bacak kaslarını zorlayıp yorulacaksın, hemde yol alacaksın, kazancın ise; Her yanın çelme, çekememezlik, yalan ve fitne! Kanunlar tutsak yapar, -onları kendi ellerinle yaptığın halde- engeller seni; Sana barikat kurmuştur insanlar, her yönün zora köstek, hava sanıyormusun ki denizdeki gibi dirençsiz gelecek? Sıka-boğa bağımlı kılarak, nefes bile aldıarmaz sana o dipsiz kursak. Karada zaman tersin-geri çalışır, ilerlediğini sanarsın, oysa o seni sona yaklaştırır “ilerleyen yada önünde duran” Sadece seni kullanandır. Emeğini çalan, yada alın erini sağan insanlar vardır karada, başarın takdir göreceğine yerilir, hakkın iç edilir ve hatta sana “enayinin biri” bile derler, bazen seni kendi içine hapsederler. İçin öyle dar ve karanık olur ki; Hayal etmek, uçmak, kanat açıp kurtulmaktır tepki, olmak istersin tüğ kanatlı bir kelebek, arzularsın konmaya, doyasıya koklamaya rengarek, çiçek-çiçek... Hayır! Dışarının zalim kuralları vardır; Kendi salyanla ördüğün koza gibi, seni bağlıyan, sıkıştıran, boğan kabuğunu delme, kırma, dışına çıkma özlemi, kurtulma ve hür bir yaşama varış... Kaynar suda biter bu yarış, Lifinden ipek olur, özlemin, o güzelliğin rüyada da olsada son bulur burada, karada. KANAT Bir kanat çırpması vardır ki Alabalık’ın; “Pırrr” der gibi, kuş olmasıya... Ama bunu ben artık burada demiyeceğim, Balık gibi kuşu da övmeyeceğim, Kazanç ve yararlarını da söylemiyeceğim, Siz elinize bir kalem alın, kendinizi özgür bir kuş yada kelebek sanın, yazın iyi ve kötülüklerini, o zaman anlayacaksınız beni. ALABALIK Mekanı engin deniz, dört duvarsız sahnede, önsüz-arkasız, üstsüz-altsız zamansız bir doğa gezginiyiz biz. “Ben” denen herbirimiz; Hem uçar, hem konarız dağa-taşa, hemde dalarız deniz gibi hatıralara böyle çok yönlü varız Göçebeyiz, göçmen kuşu gibi; oluş ile yokoluş arası yaşamda var olduğumuz,-doğduğumuz yere geri dönmek isteriz. Ama; “Geriye doğru değildir bu arzu, “ileriye ve yeniye!” denir, buda asla emir değildir. Kulaç, yüzgeç, kanat, bacak hepsi içimde var; Uçarak şelale üstüne sıçrar, havada-suda yararak karşı akıntıları, dalgaları ve hatta yenilmek pahasına... “Yenme” derken yok olmayı kastettim burada, “Yenilmeyi” değil! -şu türkçe ne güzel bir dil- Yenilerek yol almak kolay değil. Hiçbir zaman yok olmaz bence, içgüdü denen sona giden bir düşünce, daima ileriye doğru yol alır; Ruh denilen, cüssemden giden, asla kaybetmez hep kazanır başka bir cüsseyle gelir ama yeniden doğaya, Bunların hepsi felsefe... Ne diyorduk biraz önce, söküle-söküle buralara vardık vede ilmiğin ucunu kaçırdık? Eeevet Alabalık; Doğduğu yere varıp, Yumurtlayıp yok olacağını orada bilmiyormuydu ki o ölmek pahasına? Siz Bunu bir bile-bilseniz, yeniden doğuşdur bunu anlamak. Gelmeseydim bu yere tüm zorlukları aşarak, ne ben vardım nede ebedi bir hayat; “Ben Alabalık’sam, Burada siz; “Kayık, Deniz, zaman, mekan, kelebek, kuş ve balık olmuş; Deniz ile kara arası tiyatro denen bir mekanda Alabalık oyunlarını kısım-kısım seyrederken, perde birden kapanır, ışıklar dolar salon denen kafanıza hemen, olmuşsunuzdur balık! Ben bilmem siz evinize Hangi duyguyu özümleyip-benimsemişsindir artık. (*) Sayın Yazar Şükran Soner’in ŞİİRİN HİKAYESİ’ndeki köşe yazısında bizlere tavsiye ettiği; “Genç Kuşaklar İnternet’ten yararlanarak onun eserlerine ulaşacaklar! ” umuduna bende katılıyorum. |